İşim Şiddet, Lakabım Meşru
By Fatma Sancak on May 25, 2010 in Devlet Terörü, vicdan, Zulüm
Geçtiğimiz haftalarda yazdığım bir yazı üzerine bir eleştiri yorumu aldım. Bu eleştiri yorumunu bana yazan kişi benimle konuşmak istediğini mail üzerinden belirtti. Daha sonra online olduğum nadir zamanlardan birinde selam verdi ve eleştiriye kızıp kızmadığımı sordu, hayır dedim. Sonra konuşmaya başladık. Kendisinin İstanbul Üniversitesi İletişim mezunu olduğunu ve şu an aynı üniversitede master öğrencisi olduğunu belirtti. Kürt meselesi ve Tehcir ile ilgili biraz soru sorduktan sonra bu bilgilere nereden ulaştığımı sordu birkaç kaynak ve yazı linki verdim, sonra okurum dedi. Derken konuşmamız sertleşince cahilliğim ile başladı ve defetmeyi maharet bilerek offline oldu. Sorduğu sorulardan biri de; bir ülkenin patırtı çıkartan insanlara ne yapması gerektiğiydi. Ona göre patırtı çıkartan Kürtler, Ermeniler ve azınlıklardı. Devlet yaptıkları konusunda haklıydı. Peki ya bu patırtı çıkartanlara karşı devlet, yok etme siyaseti gütmemeliydi de ne yapmalıydı?
Ben devlet değilim, devletin ne yapması gerektiğini bilemem ancak ne yapmaması gerektiğini çok iyi biliyorum. Bence İletişim-Gazetecilik eğitimi almış, akademik dili mevcut bir genç olarak bu kardeşimiz de bilmeliydi.
Sahi ben Kürtlerin, Ermenilerin, Alevilerin kısacası azınlıkların sorununu, onları savunan dilime referans gösterecek hangi kaynaktan biliyordum? Acaba yalan, yanlı bir tarih kurgusu dışında bir kaynağım var mıydı? Kurgulanmış bir tarihi bilgiye akademisyen isimlerden kaynak göstermeden, yaşanmış birçok tarihi bilgiye yaşayanlar üzerinden ulaşmışsam ne olacak?
Geçtiğimiz hafta ‘ Bu Acı Kimin? ‘ başlığıyla Ermeni bir dostumuzdan tarihi okuduk. Şimdi ise Evrensel Haber’in yaptığı bir çalışmadan Kürtlerden bazılarının nasıl gözaltında kaybolduğunu okuyalım istiyorum.
İnsanların suç işlediği toplumlar meşru toplumlardır, devletin suç işlediği bir toplumda aynı şeyi söyleyebilir miyiz?
Adını hiç bilmedim, bilsem ne olacak ki, Cumartesi Annelerinden yüreği yanan bir anneydi o da. Beyaz başörtüsü ve mavi gözleri kalmış aklımda. Sonra, ben Samsun’da yaşıyorum, Cumartesi Annelerinin bu eylemine ilk katılışım, ne demeli bilmiyorum, kayıplarınızı sizinle birlikte aramak istiyorum, dediğimde bana nasıl sarıldığını hiç unutamıyorum. Sonra acılı yüreğinden taşan ışıltılı ses ile bir başka Cumartesi Annesine seslenişini; bak bak bize destek vermek için Samsun’dan gelmişler, Sultan bak gelmişler… Sonra dönüp bana bir daha bir daha sarılışını, unutamıyorum, unutamıyorum… Ağlayışını unutamıyorum, unutamıyorum… Bir gece kocamı ve oğlumu aldılar, bir daha Allah seni inandırsın, bir daha ne yüzlerini gördüm, ne seslerini duydum, deyişini unutamıyorum, unutamıyorum… Allah beni inandırır, ben kendim de inanırım. İnanmayanlara, unutanlara, şiddeti meşrulaştıranlara;
Kaybolma(ma) hikayeleri
“Sağ aldınız, sağ istiyoruz…”
Maside Ocak: “Abim Hasan Ocak 21 Mart 1995’te gözaltına alınmış. Eve gelmeyince ertesi gün ağabeyimi aramaya başladık, her kayıpta olduğu gibi yetkililer “bizde yok” dediler. Günler geçti. “Sağ aldınız, sağ istiyoruz” diye bir kampanyaya başladık. 10 kişilik eylemlerden on binlerin katıldığı mitinglere kadar her yerde kayıpların fotoğraflarını taşıdık. 58 gün sonra ağabeyimin cansız bedenini bulduk. Tel veya iple boğulmuştu, köylüler bulmuşlar Hasan’ın cesedini. Hasan’ın gözaltında öldürüldüğü belliydi. Haftada bir, belki de iki-üç kere adli tıp morgundaki kimsesizlerin cesetlerine bakıyorduk. Ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz. Hasan’ın cansız bedeni 15 gün morgta bekletildikten sonra Küçükçekmece Mezarlıklar Müdürlüğü’ne, oradan da 3-4 gün bekletildikten sonra Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na gömülmüştü. Bizim Hasan’ı en çok aradığımız dönemlerde Hasan kimsesiz bir insan olarak gömülmüştü. Biz Hasan’a adli tıptaki bir dosyadan fotoğraflarını görerek ulaşabildik, günlerce mezar aradık. Altınşehir’de çok korkunç şeylerle karşılaştık, ki 1 hafta sonra da Rıdvan Karakoç o toprakların altından çıkarıldı kimsesizler mezarlığında, aynı şekilde öldürülmüş, aynı yere cesedi atılmıştı. İlk kayıplar kampanyasını örgütlemeye başladığımızda çok az kişiydik: Toraman Ailesi, Gülünay ailesi, biz ve Bilgin ailesiydik. Rıdvan’ın cenazesinden sonra aydınların çağrısıyla bir araya geldik. Sonrasında bunu gelenekselleş tirmek gerektiğini konuştuk. Önümüzde çok önemli bir örnek vardı, Arjantin’deki Plaza De Mayo Anneleri’nden çok şey öğrenerek Galatasaray’da oturmaya başladık. Haftalar ilerledikçe başka kayıp yakınları da geldi.
“Çekmecelerden çıkan çamaşırlar…”
Fikriye Alpsoy: ‘94 yılıydı. Bir akşam eşim Halil Alpsoy’la misafirliğe gitmiştik, döndüğümüzde evin önünde beyaz bir Şahin bizi bekliyordu. Üç kişi indi arabadan. Ben arabadan inince yaklaştılar. Kucağımda 40 günlük bebeğim vardı. Arabaya bindirdiler Halil’i, ben dedim “benim 6 tane çocuğum var, siz nereye götürüyorsunuz benim kocamı”. Bana dediler “merak etme, karakola kadar götürüyoruz, yarım saat sonra gelir”. Eve nasıl çıktığımı bilmiyorum, telefonu aldım baktım kesmişler, saat gece yarısını çoktan geçmiş ben nasıl gideyim bir yere? Vücudumda ateş var gibiydi, ağlıyorum, çaresizim, sabah nasıl oldu bilmiyorum, sabah olmadan oğlumu kaldırdım, gittik karakola. Karakolda bana dediler “Ne oldu, sabah sabah gelmişsin?”, ben de dedim “kocamı aldınız”. “Öyle birini almadık” dediler bana. Koca İstanbul’da bir karakol bırakmadım gidip kocamı sormadığım. En son bir karakolda bana dediler ki “kocan Gayrettepe’de işkencededir, git oraya sor”. Gittim, beni bir odaya koydular, bütün duvarlar dolaplarla çevriliydi. Biri çekmeceleri açıyordu, içinde erkek kadın çamaşırları. Dedim ki “Bunlar nedir?”. Bana dedi ki “sen kocanın çamaşırlarını tanıyor musun? Bak bunlara, arasında varsa kocan buradadır, sağ çıkarsa gelir”. Bir umut baktım çamaşırlara, içinde yoktu. Günler geçti. Evde bekliyordum, bir telefon geldi. Dedi “Ben Kırıkkale’den arıyorum korkma ama biz böyle bir ceset bulduk, geliyorsan bekleyelim, gelmiyorsan defnedeceğiz” dedi. Dedim ki ” Kimsem yok, okuma yazmam yok, çaresizim, bana 1 saat izin verin, karakola kadar gideyim” . Kayınlarıma haber verdim, karakola gittim, telefonu anlattım. Bana “Defol git” dediler karakolda. Kaynımlar gitti Kırıkkale’ye, beni götürmediler belki tuzaktır diye. Gittiler, çok işkence görmüş, ensesinden tek kurşunla vurmuşlar, ormanlık alana atmışlar. Ceketinin cebine ev numarasını yazmış, oradan bulmuşlar bizi. Cenazeden 1 hafta sonra da haber aldık Kasım Alpsoy’u da almışlar. 21 gün sonra Adana’da amcamın oğlunu da almışlar. O kadar çok kişiyi alıp götürdüler ki, belki bir evden 4 kişi, 5 kişi…
“O daha çocuktu…”
Mukaddes Coşkun: Ben yengesiyim Abdullah Coşkun’un. ‘95’te Kasım ayında henüz lise 1. sınıfa giderken gözaltına alındı Mardin Dargeçit’te. Ben o zaman ailede değildim, ama akrabayım, biliyorum neler yaşandı. Gece 3’te Abdurrahman’ı götürmeye gelmişler. Annesi demiş “Ne yapacaksınız çocuğumu”, demişler “Sen karışma, çocuğun üstüne bir şeyler getir, sabah gel karakola öğrenirsin ne yapacağımızı” demişler. Abdurrahman’ı 2’si öğrenci 7 kişiyle birlikte almışlar. Sabah gitmişler karakola çocuğumuz ne oldu diye, karakoldan demişler ki Mardin’e götürdük, Mardin’e gitmişler “öyle biri yok” denmiş. Tekrar Dargeçit’e gittiklerinde “evet buradalar, 15-20 gün sonra gelin, görüşürsünüz” demişler. 15 gün sonra gittiklerinde “Biz serbest bıraktık” demişler, “Ama eve gelmedi, o daha çocuk, ne yapsın tek başına dışarılarda” demişler, cevap yok. Abdurrahman Coşkun’un ‘93’te babası askerler tarafından öldürüldüğü için, ağabeyleri de küçük olduğu için okuma yazması olmayan, yaşlı annesi tarafından aranıyor. Kadın kime gittiyse yardım alamamış. Konu komşu akraba da yardım edememiş korkusundan, acaba aynı şey bizim de başımıza gelir mi diye. Kadın tek başına aramaya çıkmış oğlunu. Benim eşim o zaman 11 yaşındaymış. Karakola gittiğinde tartaklanıyor, dövülüyor, gözaltına alınıyormuş annesiyle kardeşleri. Anne gitmedik yer bırakmamış. Nereye gitse yok demişler. Abdurrahman’la birlikte alınanlardan yaşlı olan kişinin cesedi diye bir ceset getirmişler ailesine, ama tanınmayacak haldeymiş. Aile de çaresi kabullenmiş. Onun dışındakilerden hiç haber yok.
“Babam beni hiç sever miydi” diye soran çocuklar…
Fikriye Alpsoy: Ben çocuklarım için kendime cesaret verdim. Onlar için uğraştım ama onlar için de o kadar zor ki hayat. Kocam götürüldüğünde kırk günlük olan oğlum şimdi soruyor, babam beni hiç sever miydi, beni hiç kucağına aldı mı, nasıl biriydi nasıl konuşuyordu? Çocuklarım ufaktı işe gittiklerinde, bana diyorlardı ki “Anne gel bizi al işyerinden, biz korkuyoruz”. Sokaklarda oynamalarına, pencereden bakmalarına hiç izin vermedim. Kocamı götürdüler, kuzularımı götürmelerine dayanamazdım. Babalarına hasret büyüdüler. Büyük oğlumu evlendirdim, bir kızı oldu, torunum ilk “baba” dedi. Baktım oğlum dövüyor torunumu. Dedim ki “Neden dövüyorsun oğlum çocuğu”, bana dedi ki “Ben baba diyor muyum ki, o baba diyor?”, daha bugüne kadar bırakmıyordu ki o kız “baba” desin. Çok çektik biz, insana hasret kaldık, gelip de kapımızı çalacak, hal hatır soracak bir insana hasret kaldık. İstiyorlardı gelmeyi ama çok korkuttular, hem bizi, hem eşimizi dostumuzu akrabamızı. Evde çalışan yoktu, hayat şartları zordu. O çocuklarımı okutamadım ya daha hâlâ azap çekiyorum. İçime dert oldu.
“Kürt olmak suçların en büyüğü…”
Mukaddes Coşkun: Abdurrahman Coşkun’un annesinin yaşadığı şeyleri yaşamamayı diliyorum, hiçbir anne yaşamasın istiyorum. Oğlum var iki yaşında, ona bırakıyorum, ben gidiyorum Galatasaray’a. Eşim 11 yaşındaymış abisi kaybedildiğinde. Annesi okuldan alıyor onun da başına bir iş gelmesin diye. Onu Mardin’den İstanbul’a gönderiyor. Eşim 27 yaşında şimdi, yarım saat geç kalsa annesi hemen telaşlanıyor, belki bir şey olmuştur diyor. Benim kardeşimi de tutukladılar düğüne giderken daha geçen yıl. Değişmiyor bazı şeyler bizim topraklarda, öyle bir hayat ki bizimki Kürt olmak suçların en büyüğü. Kardeşimin hiçbir suçu yok, 1 senedir daha davası görülmemiş, bekliyoruz. Benim annem de şimdi aynı acılardan geçiyor. Annelerin kaderinin bu olmasını istemiyorum. Anne Galatasaray’da ilk eylemlere katıldığında gözaltına alınmış, mahkemelerde süründü 60 yaşındayken. Tek isteği de çocuğunun kemikleri. Ben o anneyi görüyorum, çocuğumu o annenin yanında büyütüyorum. Gece çocuğuma sarılıyorum başına kötü bir şey gelecek diye ödüm kopuyor. Kimse yaşamasın bu korkuları. Bütün anneleri el ele vermeye çağırıyorum.
CUMARTESİ MEYDANI’NIN KADINLARI
Sanki onun yanına gidiyormuş gibi…
Fikriye Alpsoy: Televizyonlarda gördüm ilk Cumartesi Annelerini. O kadar çok kişiyi kaybettik ki ailemizden “Acaba bizi de alırlar mı, çocuklarımızı götürürler mi” diye çok korkuyorduk. Bayram günü bile kapımızı çalan olmadı, ne haldesiniz, ne yapıyorsunuz diyen olmadı korkudan. Bir sabah erken kalktım baktım kapının arkasında yastıklar var, dedim Allah Allah, ne işi var bu yastıkların kapının arkasında? Çocuklara sordum, dediler “Korkumuzdan yatamıyoruz, babamızı aldılar, ya seni de alırlarsa biz ne yapacağız? Yastıkları koyduk ki kapıyı açamasınlar”. Şu anda bile bir adım atıyorum, arkama bakmadan yürüyemiyorum. Bazen diyorum kendi kendime insanlar beni görünce kendi kendilerine soracaklar acaba bu kadın neden bu kadar çok arkasına bakıyor diye. Çok korku vardı, hâlâ da var. Ben diyemiyordum “Benim kocamı kaçırdılar, öldürdüler”, hesap soramıyorduk korkumuzdan. Şimdi meydanlara çıkıyoruz, bağırıyoruz. Katilimizi istiyoruz. Fotoğraf tutmuyoruz da sanki yanı başımızda onlar duruyor gibi hissediyoruz. Cumartesi meydanına gittiğim zaman sanki kendisi oradadır da ben onun yanına gidiyorum gibi hissediyorum. Her cumartesi torunlarım zannediyor ki ben dedesinin yanına gidiyorum. Peşime düşüyor, “Ne olur babaanne bizi de dedemize götür” diyorlar. Kızım hatırlamıyor babasını, çok zor geliyor bu ona, o da babasını arıyor sanki orada…
O resimler azalsa…
Mukaddes Coşkun: Anne sonuçta o, hâlâ arıyor evladını. Şimdi en ufak bir haber gelecek umuduyla yaşıyor, en küçük bir gelişmede hemen dilekçe yazıyoruz, yetkililere başvuruyoruz. Haberlerde izliyoruz, kuyular açıldığında, birileri bulunduğunda, ifadeler verildiğinde, anne her seferinde benim oğlumun kemikleri de oradan çıkar mı diye heyecanlanıyor. Her haberi izliyor, hiçbir haberi kaçırmıyor. Bir umut yani, yaşadığından umudunu kesmiş, hiç değilse bir mezarı olsun diye umud ediyor. Mezarına gideyim, hiç değil bir dua edeyim diyor. Onun çektiğini anlatmak gerçekten zor, geceleri kalkıyor bizi uyandırıyor haber var mı bir izleyeyim diye, bir haber geldiği zaman hemen belki bizim evladımız çıkar diye heyecanlanıyor. Şimdi 70 yaşının üzerinde, hasta, ben gidiyorum onun yerine Galatasaray’a. Dilerim azalır o resimler. Ama kaybı olanlar bize katılsınlar. Biz hep gideceğiz, bir umut, o umudun peşinden hep gideceğiz. Herkes ister kaybının hayatta olmasını, ama biz artık sadece kemiklerinin, mezarının peşindeyiz. Bizim umudumuz da bu. Her şey annelerin elinde bu zamanda, bütün annelere sesleniyorum, gelsinler de hep beraber bir çare bulalım…
Bir çocuğum da o meydan…
Maside Ocak: İnsanlar yanımızdan geçip giderlerken Galatasaray Meydanı bir taşduvar, bir parke taşından ibaret ama bizim için çok farklı anlamlar ifade etti orası. Kayıpların çocukları ve hatta torunları, biz birbirimizi orada bulduk. Biz Galatasaray’da tanıştık. Birimizden biri gelmediği zaman iki fotoğrafı birden tutuyoruz, niye gelmediler acaba diye soruyoruz. Onlar bizim sadece fotoğraf albümümüzde kalmıyor, onların düşünü, onların gülüşünü, onların mücadelesini taşıyoruz. Biz o meydanın şanslılarındanız, bizim çiçek götürebildiğimiz bir mezarımız var. Ama o meydanda mezarı olmayan onlarca kayıp yakını var. İnsan olabilmek, insan kalabilmek için, hatta kadınsak eğer kadın duruşumuzla, kadın duyarlılığımızla orada olmak çok önemli. Kadınlar bugün dünyayı değiştirebilecek güçteler. Biz o meydanın kadınlarıydık, biz o meydanda onlarca çocuk büyüttük. Şimdi o meydanda bizim çocuklarımız var. Ben ilk gençliğimi yaşadım orada. Birçok duyguyu bir arada yaşıyor insan o meydanda, hüznü yaşıyor ama en çok hüznü değil, özlemeyi, en çok paylaşımı, en çok da acının renginin ortaklığını yaşıyor insan orada. Şimdi bir çocuğum var, bir çocuğum Galatasaray, bir çocuğum da kayıplar mücadelesi. Çünkü bitmeyen bir şey bu, çünkü son kaybımız bulunana kadar sürecek bir mücadele. Ben inanıyorum ki benim sesim ne kadar yüksek çıkarsa, yanımdakilerin sesi ne kadar yüksek çıkarsa o kadar yaklaşacağız kayıplarımıza.
NE İSTİYORUZ
Maside Ocak: Cumartesi Annelerinin talepleri kayıpların bulunması, kaybedilen insanların en azından kemiklerinin ailelerine verilmesi, bununla beraber bugün Mehmet Ağarlar yargılanırken, bugün Ergenekoncular itiraf etmişken insanları nasıl kaybettiklerini, Diyarbakır’da Temizözlerin davası devam ederken, Bolu Jandarma Tugayı’nın kaç tane insanı kaybettiği ortadayken ve tüm bu deliller ellerinin altındayken bizim talebimiz şu: Yargı işini yapsın. Hukuksa bizim için de hukuk. Eğer onların hukuku katilleri, katliamcıları korumaksa bir anlığına kayıp yakınlarının yerine koysunlar kendilerini ve onlar için de hukuk istesinler. Hepimizin kayıplarının failleri belli aslında, bunlar onlarca davadan yargılandılar ama hep sütten çıkmış ak kaşık oldular. Biz sadece kayıplarımızı istiyoruz ve kaybedenlerin cezalandırılması nı istiyoruz.
4 Yorum
Yazan:aziz yılmaz Tarih: May 29, 2010 | Reply
Cemile hanım,
Öncelikle geçmiş olsun.Malum,kutuplaşma illeti toplumu barut fıçısına çevirmiş.En ufak bir kıvılcım maalesef ani patlamalara yol açabiliyor.
Sanırım bu reaksiyon gençlerde biraz daha yüksek.Hem gençliğin verdiği dinamizmden kaynaklı bir agresiflik var hem de biz yetişkinlerden çok daha ajitatif manipülasyonun hedefindedirler.
Zira buraya aktardığınız yürek parçalayıcı feryatlardan bir çoğunun haberi yok.Kuşatıldıkları dünya zaten böylesi durumlara duyarlılık göstermelerine oldukça engel.Engel çünkü okulda resmi tarih kurgusuyla dolduruluyor bilinçleri.Hayatın geri kalan kısmını da medya dolduruyor.Neyle dolduruyor?Bireyi kendine yabancılaştıracak ne kadar ıvır zıvır varsa onunla.
Dolayısıyla her türlü yozlaşmaya sistematik olarak özendirilen gençlerimizden fazlasını beklemek biraz zor-bu arada sadece gençler değil toplumun farklı katmanları için de benzer risk geçerlidir.
Diyeceğim o ki Evrensel’de ya da farklı platformlarda bu konuların işleniyor olması,gündeme taşınması maalesef sözünü ettiğim yozlaştırma bombardımanını yeterince engelleyemiyor.Daha doğrusu arada kaybolup gidiyor diyebiliriz.
Tabii dediğiniz gibi birilerinin dikkatleri farklı noktalara çekmesi gerekiyor.Artık insanımıza,karşılığında yıpransak bile bir şeyleri anımsatmamız şart.Siz bu konuda gerekli duyarlılığı gösteriyorsunuz.Çabanız ve emekleriniz için de de bir vatandaş olarak teşekkür ediyorum.Dilerim bu konuda sarfettiğiniz emekler bir gün meyvesini verir.Lakin “falanca fakülte öğrencilerinin katılımıyla…”diye başlayan panel ve seminerlerde maalesef pek umutlu gelişmeler bulunmuyor.İnsan üzülüyor tabii,akedemik kariyere sahip insanların yaşadıklara gerçeklere bu denli uzak oluşu gerçekten ızdırap verici.Ama olsun bizler yılmadan yine de kazanalım gençlerimizi.
Saygı,sevgi ve hürmetlerimle.
Yazan:cb Tarih: May 31, 2010 | Reply
değerli aziz bey,
ben teşekkür ederim.teşekkür ederim çünkü bu yazıya yorum gelmeyince gerçekten çok üzülmüştüm,kimse bu feryadı duymuyor diye çok üzülmüştüm.çünkü bu yazıyı ben yazmadım,o kadınlar yaşadı.
saygı ve sevgi karşılıklı
Yazan:aziz yılmaz Tarih: Haz 1, 2010 | Reply
Cemile hanım,
O acılı yüreklerin feryadı,sesi oldunuz biliyor musunuz?Sessiz çığlıklar yüreklerde bir iz bırakabiliyorsa,bilinki bu,fikir namusuna ihanet etmeyen sizin gibi vicdan elçilerinin seyesindedir.O vicdanlı haykırışlar ki değdikçe yüreklerde iz bırakır,yara açar.Ve kalp gözüm biraz olsun açılmışsa sizin gibi fedekar kardeşlerimin sayesindedir.
Ama üzülmeyin.Bilirim mesela bazı yazılara neden sessiz kalındığını.O sessizlik aslında acının ta kendisidir…Yutkundurur insanı.Bu öyle bir haleti ruhiyedir ki insanı lal eder,kelimeler anlamını yitirir.Kelimeler acıyı tarif etmede kiyafayetsizdir çünkü.
Yazan:M.Demircioğlu Tarih: Haz 1, 2010 | Reply
Şiddet ve meşruluk!Bu iki sözcük yanyana geldiğinde aslında çağımızın ilginç bir alışkanlığına işaret ederler.Zira şiddet kavram itibariyle itici görünse de insanoğlunun varolma ediminde bir araçtır.Meşruiyet ise bu aracın haklandırıldığı zemindir.Yani bağdaşmaz gibi görünselerde birbirinin tamalayıcısıdır şiddet ve meşruluk.Zira meşru sayılarak başvurulur şiddete.Gerekliliğine inanılarak uygulanır.En azından uygulayıcısı ya da şiddete yatkınlık ve eğilim duyan için bu böyledir.Ancak “meşru”luğun rolü bu kadarıyla sınırlı değil.Başlangıçta şiddet dürtüsü için bir “neden”dir,fakat daha da önemlisi sonucun bizatihi kamuflajı işlevine sahiptir.
Dolayısıyla insanoğlunun vazgeçilmez çare olarak başvurduğu ve aynı zamanda meşru bir hak olarak gördüğü bu varoluş tarzının arkaplanındaki döngü bundan ibaret.Çünkü şiddet,umulan yöntemdir başvuran için.Bazen kaba bir intikam duygusu,ruhsal bir rahatlama aracı olarak ortaya çıkar,bazen de geç geldiği düşünülen adaletin onarılması şeklinde insan benliğinde yer eder.
Bir yerde okumuştum,”Faşizm, atılan bombalar ve gazetelerdeki bu görüntülerle değil;insanlar arasındaki ilişkiyle başlar.”diye.
Evet,galiba şiddetin ve faşizan eğilimlerin başlangıcı insan ilişkileriyle başlar.Beslendiği kaynak budur yani insan bilincidir.Bilinçte kurgulanır,kendine bir dil yaratır ve en nihayetinde meşru bir araca dönüşür.
Peki insan benliğinden şiddet dürtüsünü yok etmek için nasıl bir yöntem belirlenmeli?Nefret suçlarını ortadan kaldıracak bir formülümüz var mı?Henüz olduğunu düşünmüyorum.Oysa en önemli adım önce şiddet dilinden kurtulmaktan geçer.Bunun için de farklı bir dilin dolaşıma sokulması şart.Bu dil “karşı tarafın” kötülükleri üzerine kurulan bir dil olmamalı her şeyden önce.Haklı gerekçelerimiz olsa bile bu geliyorum diyen şiddeti yumuşatmaz.Aksine daha çok bileylemiş olarak çoğaltmış oluyoruz.
Sonuç,evet bir sürü adaletsizlik yaşanıyor.Pek çoğu da şiddet eğiliminden doğuyor.Ancak ötekileştirme çare değil.Çare,kendilerini şiddet sarmalına teslim etmiş ruhları o çukurdan çıkarmaktan geçer.Peki günün 24 saati,yobaz laik,kemalist,faşist,dinci,bölücü gibi ithamlar havada uçuşurken şiddet nasıl önlenecek?Özetle acilen bu kamplaşma kültüründen kurtulmamız gerekiyor.Şiddetin panzehiri budur.