Kürt Sorunu Bir Milliyetçilik Sorunudur (Hüseyin Kalaycı)
By Tavit Kilimciyan on Haz 29, 2010 in Basın günlüğü, Milliyetçilik, PKK, Terör, Ulus-Devlet
Doktorasını “Kanada-Quebec sorunu” üzerine yapan Hüseyin Kalaycı, Maltepe Üniversitesi’nde çok-kültürcülük, milliyetçilik, federalizm, Avrupa Birliği gibi konularda çalışıyor. Kalaycı’nın Quebec sorunu üzerine yazdığı “Ulus-Devletin Başağrısı: Ayrılıkçılık” isimli kitabı geçtiğimiz aylarda yayınlandı.
Kürt Sorunu sizce nasıl bir sorundur, Kürt Sorunu’nu Ermeni, Rum ya da diğer azınlıklarla ilgili sorunlardan ayıran nedir?
Kürt Sorunu bir milliyetçilik sorunu. Kendisini “ulus” olarak tarif eden ve bu nedenle mevcut devletlerin uluslarının sahip olduğu hakların aynısını sahip olmak isteyen bir grubun siyasi mücadelesi. Her şeyden önce Kürtler ulusal kimliklerinin tanınmasını talep ediyorlar. Bu yüzden bu sorunu demokrasi ve bireysel haklar ve özgürlükler bağlamında ele almak çözüm üretmeyebilir, zira bu sorun öncelikle bir milliyetçilik sorunudur. Kürt Sorununu demokrasi ve adalet bağlamında ele alarak çözmeye çalışmak hayal kırıklığı yaratabilir. Türkiye’nin yeterince demokratik bir ülke olmaması, insan hakları ihlallerinin giderilememesi, Kürt sorununun insan hakları bağlamında çözülebileceği gibi bir yanılsama yaratıyor. Elbette bu sorunda tarafların şiddete başvurmasında en önemli etken Türkiye’nin yeterince demokratik ve adil bir ülke olmamasıdır. Ama demokrasi ve adalet sorunlarını halletseydik de bu ulusal kimliği tanımadan Kürt sorununu tümden çözebileceğimizi düşünmüyorum.
Egemenliğin ulusa ait olması ve devleti meşrulaştıran tek şeyin ulus olması, bir noktada bizi tek devlet, tek ulus anlayışına götürdü.
Ulus devletçi anlayışın türevi olarak mı veya ulus devleti meşrulaştırmak için mi “her halkın kendi kaderini tayin” gibi bir hakkı olduğu iddia edildi?
Şimdi orada büyük bir karışıklık var. Çünkü BM ve uluslararası hukuk hem bir taraftan her halkın kendi kaderini tayin hakkı olduğunu söylüyor, hem de her ülkenin toprak bütünlüğünün vazgeçilmez bir unsur olduğunun altını kalın çizgilerle çiziyorlar. Çatışma da buradan çıkıyor. Bir yandan, her devletin toprak bütünlüğünü korumasının en doğal hakkı olduğu varsayılıyor, diğer yandan da her halkın kendi kaderini tayin hakkı olduğu öne sürülüyor. Ayrıca şöyle bir varsayım da var. Her devlette sadece tek bir halk bulunur, bir devlet kurulduğu andan itibaren de o ülkedeki halkın kendi kaderini tayini tecelli etmiş olur. Oysa devletlerin içinde birden fazla halk bulunur. Halk da çok net tanımlanabilmiş değil, aslında ne ulus, ne halk ne de etnisitenin tanımı konusunda bir uzlaşı yok. Bu ulus için de geçerli, Kürtlerin bir bölümü kendisine ulus derken biz onları etnisite olarak tanımlıyoruz, bazıları da halk olarak tanımlıyor.
Elbette bu sorunun terör boyutunu kışkırtan, teröre başvurma konusunda önemli bir etken Türkiye’nin demokrasi ve adalet sorunu. Ama demokrasi ve adalet sorunlarını halletseydik de bu ulusal kimliği tanımazsak, bu sorunu tümden çözebileceğimizi düşünmüyorum.
Halk egemenliği eşittir ulus egemenliği mi?
Halk egemenliği dediğimiz şey de aslında ulusal egemenlikten başka bir şey değil. Demokrasi her ne kadar halkın yönetimi olarak tarif edilse de, ulus-devletler çağında ulusal egemenliğe dönüştü. Kavramları birbirine karıştırdığımız ve özellikle de devletsiz olan grupları ulus olarak kabul etmediğimiz için böyle bir sorun ortaya çıkıyor. Ulus ile devlet öylesine özdeşleştirilmiş durumda ki, devleti olmayan gruplar etnik kimlik olarak adlandırılıyor, eğer onları ulus olarak adlandırırsak devletlerini kurma yolunu da açmış oluruz gibi bir inanç var, tartışmanın ve anlaşmazlığın özü de bu aslında. Şimdi bir şekilde bir halkın kendi kaderini tayin hakkına onay verdiğimiz zaman, toprak bütünlüğü tehlikeye girecek. Bu tartışmada halkların kendi kaderini tayin hakkından yana tavır alınırsa bu sefer sınırların değişmezliği ve toprak bütünlüğü ilkesi sarsıntıya uğrayacak. Bu yüzden de devletler arasında “toprakbütünlüğü”nü koruma yönünde gizli bir uzlaşı var. Aslında açıktan bir uzlaşı var, örneğin 1995’te Kanada Quebec’te ayrılık referandumu düzenlendi. O zamanın BM genel sekreteri Boutros Ghali, dönemin Kanada Başbakanı Jean Chrétien’e “Kanada’da nasıl izin verirsiniz böyle bir referanduma, eğer Kanada gibi demokratik bir ülke parçalanırsa diğer BM ülkelerinin toprak bütünlüğünü nasıl muhafaza ederim” diye serzenişte bulunur. Dünyada yaklaşık 200 civarında ulus-devlet var ve bu devletlerin hemen hepsinde azınlık gruplara ulus dememe eğilimi var. Hiçbir devlet kendi içerisinde birden fazla ulusun yaşadığını kabul etmeye yanaşmıyor, çünkü o zaman, tek devlet, tek ulus anlayışı çatırdayacak.
Ulusla etnisite arasındaki fark için birisinin toprak bütünlüğü var, devletini kurmuş; diğeri devletini kuramamış diyebilir miyiz?
Biz onlara ulus demediğimizde onlar ‘tamam ben etnik kimlikmişim’ diyerek ulus olma fikrinden vazgeçmeyecek. Bir grup kendisini ulus olarak tahayyül etmeye ve bir ulus gibi davranmaya başladığı andan itibaren, ulus inşası başlıyor. Bir süre sonra aynı gruptan birçok kişi kendisini ulus olarak tanımlamaya başladığı anda ulus oluşmuş oluyor. Çok kaba bir tarif oldu ama şöyle söyleyeyim, ulus olmak için ne gibi şeyler gerekiyor? Mesela ortak bir tarih. Kürtlerin, daha çok mağduriyete dayanan, Türklerden ayrı bir tarihi bulunuyor diyebiliriz, özellikle cumhuriyete geçişle birlikte bu mağduriyet hisleri tırmanışa geçiyor. Ezilmiş, mazlum bir ulus inşasını gerçekleştirmek için yeterince malzemeleri var. Bunun yanı sıra, yaşadıkları topraklar da tarihi toprakları, Türklerden çok daha önce bu topraklarda yaşamaktaydılar. Anadolu’ya Balkanlardan, Kafkaslardan gelen farklı etnik gruplar belli bir bölgede çoğunluk oluşturmamaları için farklı farklı şehirlere gönderildiler. O yüzden bugün İzmir’de de Çerkez var, Kars’ta da. I. Dünya Savaşı sırasında, kendi kaderini tayin hakkındaki hâkim görüş “Wilson İlkeleri”. Anadolu’ya gelenlerin kendi devletlerini kurmalarının önüne geçmek için böyle bir politika izlendi. Fakat Kürtler hep bu bölgedeydiler, zaman zaman başka bölgelere göç verdiler ama bu göçler Kürtlerin var olan sınır bilincini değiştirmedi. Siyasi birim ve kültürel birimin örtüşmesi için bir sınıra ihtiyacınız var, çünkü her devlet bir sınırla oluşur, Kürtlerde de bu sınır bilinci fazlasıyla mevcut. Ayrıca bir ulus için gerekli olan ortak kader duyguları da var. Bu bakımdan Kürtlerin bir ulus oluşturduğunu söyleyebiliriz.
1995’te Kanada’da Quêbec’te ayrılık referandumu yapıldıktan sonra Quêbecliler ayrılmak için ikinci referandumlarını yaptılar. O zamanın BM genel sekreteri Boutros Ghali, dönemin Kanada Başbakanı Jean Chrétien’e “Kanada’da nasıl izin verirsiniz böyle bir referanduma, eğer Kanada gibi demokratik bir ülke parçalanırsa diğer BM ülkelerinin toprak bütünlüğünü nasıl muhafaza ederim” diye serzenişte bulunur.
Bu sınır bilinci, ortak tarih, ortak kültür dışında Kürtleri ayırt edici kılan bir başka özellikleri farklı dilleridir. Dil her zaman ulusal hareketlere meşruiyet kazandırır. Farklı bir dile sahip olduğunuzda başkalarının da sizi ayrı bir ulus olarak görme eğilimi artıyor. Kürtlerin dillerinin uzun yıllar yasaklanması onların ulusal bilincine ciddi bir etki yapmıştır. Şimdi biz Kürtlere ulus olmadıklarını tekrar edip dursak bile, kendisini ulus olarak gören bir gruba ‘hayır ulus değilsiniz’ desek bile onları ulus olmaktan vazgeçiremiyoruz. Bugün bakın Kanada’da Quebeclilerin, İspanya’da Katalanların, Basklıların, Britanya’da İskoçların ve Gallilerin ve Fransa’da Korsikalıların ulus kimlikleri anayasaca tanınmış değil. Ulus-devletleri de anlayabiliyoruz, anayasaya bunu yazdıkları andan itibaren ulus-devlet örgütlenmeleri değişmek zorunda kalacak ve çok-uluslu bir devlete dönüşecekler. Bunun siyasi ve hukuki birçok sonucu var. Bu nedenle bu gruplara kültürel haklar tanısalar bile bu taleplerin siyasi boyutunu gizlemeye çalışıyorlar. Oysa bu bir siyasi taleptir, azınlık ulusların kendi medyasına sahip olması, kendi dilinde eğitim yapması türünde talepler bu hareketlere meşruiyet katıyor. Çünkü siyasi bir talep olarak ortaya çıkarlarsa, reddedilme olasılıkları fazla. Ama taleplerini kültürelmiş gibi gösterdiklerinde kabul görme şansları daha fazla. Ama son kertede bu bir siyasi taleptir, bu bir milliyetçilik meselesidir.
Bu açıklamalardan sonra zaten Kürt sorununun diğer azınlık sorunlarından farkı ortaya çıkıyor.
Evet. Kürtlerin Ermeniler, Rumlar ve Musevilerden ayrıldığı nokta burası. Bu gruplar azınlık haklarına sahip olmaktan Kürtler kadar gocunmayacaklardır. Kürtler Türkiye içinde azınlık bir grup olarak tanınmaya yanaşmayacaklardır. Ermeniler ile Rumlar azınlık statüsünden şikayetçi değiller, onların asıl sorunu bu azınlık haklarının çoğu zaman çiğneniyor olması ve en önemlisi de kimliklerinin baskı görüyor olması. Hiçbir Ermeni’nin Türkiye içerisinde bir devlet kurmak gibi bir niyeti yok. Ayrıca Ermenilerde bir sınır bilinci de yok. Ermeniler her ne kadar çoğunlukla İstanbul’da yaşıyor olsalar da ülkenin çeşitli yerlerine dağılmış durumdalar, oysa ulus-devlet için bir grubun belli bir bölgede yoğun bir şekilde yaşıyor olması gerekir. Ermeniler için böyle bir gerçeklik yok ve devlet kurmak gibi bir dertleri de yok. Onlar iyi muamele görmek ve kimliklerinden ötürü aşağılanmamak istiyorlar, oysa Kürtleri azınlık statüsüyle tatmin etmek olanaksız. Onlar kendilerini bulundukları bölgenin gerçek sahibi olarak görüyorlar, o yüzden de onlara azınlık hakları vermek bu sorunu çözmeyecektir.
Buradan önemli olanın nicelik olduğu, sayıları az olduğunda kültürel haklarla yetinsinler gibi bir anlam çıkmıyor mu? Böyle bir dünyada ulus devlet anlayışının sürdürülebilmesi mümkün müdür?
Ulus-devletlerin bir yandan can çekiştiği doğru, çünkü farklılıkları eskisi kadar asimilasyona tabi tutmak kolay değil. Bütün ulus-devletler -belki çok genelleştirici ama- değişen derecelerde asimilasyona yöneldiler. Asimilasyonla birbirinden farklı etnik ya da dinsel grupları bir devlet çatısı altında birleştirdiler çünkü ulus-devlet inşası aslında bir homojenleştirme projesidir, çoğu zaman hâkim dilin ve kültürün herkese dayatılmasıdır. Fakat artık 21. asırda, hatta 20. asrın ikinci yarısından itibaren insan ve azınlık haklarına daha çok vurgu yapılan, yani asimilasyon politikalarının eskisi kadar kolayca görmezden gelinemeyeceği bir dünyada yaşıyoruz. Şu da var, dünyanın bir ucundaki asimilasyon ve şiddet politikaları dünyanın diğer ucunda hemen öğrenilebiliyor, bu açıdan da artık bazı kıyımları, kötülükleri eskisi kadar kolay yapabilme lüksüne sahip değil ülkeler. Sonuçta internet dünyasındayız.
Bir yandan da küreselleşme çağındayız, artık ülkeler ‘bu benim iç politikamdır, kimse bana karışamaz’ diyerek keyfi şiddet uygulayamıyor. Mesela, bir ülke (bir firma) doğaya zarar veriyorsa o ülkenin ürettiği ürünler bir şekilde internet aracılığıyla ya da başka yollarla boykot edilebiliyor. Böyle bir dünyada artık eskisi kadar rahat değiliz, ayrıca eskisi gibi iç politika-dış politika ayrımı da yapılamıyor. Bugün en totaliter rejimler bile bir meşruiyet arayışında, aslında küreselleşmenin dayattığı bir durum bu. Eskisi gibi asimilasyon uygulanamıyor. Kürtlerin bu aşamadan sonra asimile edilebilmeleri neredeyse olanaksız. Zaten şimdiye dek asimile edilememişler, belli bir bölgede yoğunlaşmaları bunun en önemli nedeni. Sorunuza dolaylı yanıt veriyorum, rakam değil ama belli bir bölgede yoğunlaşmak kendi içerisinde direnci daha kolay sağlıyor. Eğer farklı bölgelere dağıtılsalardı Kürtlerin asimilasyonu daha kolay olabilirdi. Ben rakamların pek de önemli olmadığını düşünüyorum, çünkü bugün nüfusu yüz binlerle sınırlı olan devletler olduğu gibi, nüfusu milyonlarla ifade edilen Kürtler gibi devletsiz gruplar da var.
Biz Kürtleri sürekli bir misafir konumunda tutuyoruz. Yaşayabilirsin tabi ama benim topraklarımda, senin toprakların olmuyor. Bu his nedeniyle de bu yabancılaşma daha da körüklenmiş oluyor.
Fakat Ermeniler, Rumlar ya da Yahudilerin ayrı bir devlet olmak gibi bir talepleri yok. Onlar bu ülkenin daha kuruluş aşamasından itibaren ötekisiydiler. Kürtler ise öteki değildi, Kürtler kendilerini kurucu unsur olarak görüyorlar. Zaten temel sorun da bu, Kürtler kendilerini artık bu devletin bir parçası hissetmiyorlar. Şimdi siz liberallerin de devlet aygıtıyla sorunları var. Benim de Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin tasvip etmediğim binlerce politikası var, hatta onayladığım politikaları var mı diye düşünmem lazım. Ama tüm bu olumsuz görüşlerime rağmen kendimi Türkiye’ye ait hissediyorum, bu devletin bir parçası, bir bireyi olarak görüyorum. Aynı Türkiye Kürtlerde aidiyet hissi geliştiremediği gibi onları kendisinden uzaklaştırmak için gerekli her türlü hatayı da yaptı ve yapmayı da sürdürüyor. Ayrıca Kürtler şunun da çok farkındalar: Türklerin önemli bir kısmı Diyarbakır’dan hiç haz etmeseler de bu şehri Türk toprağı olarak görüyor ve Diyarbakır Türklerindir şeklinde yaklaşıyor. Kürtlerin Diyarbakır’da yaşıyor olmaları ancak Türklerin inisiyatifine bağlı gibidir, yoksa onların tarihi toprakları olduğu için falan değildir orada yaşıyor olmaları. Bu bakış açısına göre aslında Kürtler Diyarbakır’da misafir konumdadır ya da bir başka deyişle ev sahibi olan Türklerdir, Kürtler ise kiracılar. Bugün özellikle Kuzey Irak’taki gelişmelerden sonra, Kürtler için eğer Türkiye’de yaşamaktan memnun değillerse Kuzey Irak’a gitsinler.” Görüşü destek görmeye başladı sıradan vatandaşların arasında bile. Kürtlere sürekli yaşadıkları toprakların “bizim” toprağımız olduğu hatırlatılınca doğaldır ki ötekileşme süreci iyice hızlanıyor.
Anayasal vatandaşlığa nasıl bakıyorsunuz? Son zamanlarda yapılan tartışmalar ekseninde anayasal vatandaşlık, olmadığından bahsettiğimiz aidiyet hissini tekrar sağlamaya yönelik güzel bir adım olabilir gibi bir algı oluştu benim kafamda.
Aslında bu Jurgen Habermas’ın anayasal yurtseverlik anlayışından esinlenilmiş bir yaklaşım. Burada amaç aslında devletin bütünlüğünü koruyarak kendisini o devlete yeterince ait hissetmeyen birey ve grupları devlet aygıtıyla barıştırmak, farklılıklar yerine benzerliklere vurgu yaparak bir arada yaşamayı mümkün kılmak.
Çok-kültürcülükten farkı nedir?
Habermas modernist bir düşünür. Modernitenin tamamlanmamış bir proje olduğunu söylemesinden de anlaşılacağı üzere modernizmin birtakım eksikliklerinin veya hatalarının tümden moderniteye mal edilemeyeceğini savunuyor. Ulus-devlet ile modernite arasında sıkı bir bağ var. Bu nedenle moderniteyi savunma arzusu kendiliğinden ulus-devletin de savunusunu getiriyor. Habermas’ın etnik ve dinsel farklılıklara Charles Taylor, Will Kymlicka ve diğer çok-kültürcüler kadar sempatik yaklaşmadığını biliyoruz. Modernist bakış, etnik ve dini farklılıkları bazen ilkel ve pre-modern varsayabiliyor. Habermas’ın öngördüğü kamusal alanın Kürtler gibi kendisini ulus olarak gören grupları içerecek kadar geniş olduğunu söylemek güç. Anayasal vatandaşlık AB için de sıkça öneriliyor. Fransız’ı, İngiliz’i, Alman’ı ortak bir kamusal alanda birleştirebilmeyi ve farklı ulusal kimliklerin AB kimliğinin önünde engel olmaktan çıkartabilmeyi amaçlıyor. Avrupa Anayasası da Habermas’ın çok desteklediği ve bir anlamda esin kaynağı olduğu bir anayasa. Fakat bu tür bir öneri ulus-devletlerin vaat ettiği son derece somut aidiyetlerinden sonra fazlasıyla soyut kalıyor. İnsanları aynı liberal ortak değerler etrafında birleştirmek “biz” duygusu yaratamıyor. Ben anayasal vatandaşlığı iyi niyetli ve barışçıl bir öneri bulmakla birlikte “biz” duygusunu oluşturamadığını düşünüyorum. Anayasa gibi birçok kişinin vakıf olmadığı ve soyut gelen bir toplumsal sözleşme etrafında somut “biz”den vazgeçip soyut “biz”e kendimizi adayamıyoruz. Avrupa’da da benzer bir sorun var. AB kimliği de nispeten soyut kalıyor, ulus gibi somut bir aidiyetten sonra. Ama anayasal vatandaşlık bir ideal olarak aklımızın bir köşesinde bulunması gereken bir şey.
Anayasal vatandaşlığı çok sempatik bulmakla birlikte o “biz” duygusunu oluşturamadığını düşünüyorum. Anayasa gibi birçok kişinin vakıf olmadığı ve soyut gelen bir toplumsal sözleşme etrafında o küçük “biz”den vazgeçip büyük “biz”e kendimizi adayamıyoruz.
Kürt açılımına nasıl bakıyorsunuz? AKP bu işi şu aşamaya kadar götürebildi mi?
Bir yandan AKP devrim sayılabilecek nitelikte birçok ilkleri gerçekleştirmesi bakımından cesur bir adım attı. Üstelik kendi tabanının da bu tür açılımları çok destekleyen bir taban olmadığını biliyoruz. Bu nedenle cesaretinden ötürü AKP’yi alkışlamalıyız. AKP’nin açılım girişimini çok önemsiyorum ama bu başarılı bulduğum anlamına gelmiyor. Fakat bu sendeleyen, ürkek adımlar bile desteklenmeli, teşvik edilmeli. Herhangi bir başarısızlık nedeniyle bunu tümden yok saymayı hatalı buluyorum.
Mustafa Erdoğan, Neşe Düzel’e verdiği bir röportajında AKP’nin sorunu, Kürtleri AKP’lileştirerek çözmeyi düşündüğünü ve bunun sorunu çözmek için yeterli olmadığını belirtmişti. Buna katılıyor musunuz? Sizce AKP’nin niyeti bu sorunu çözmek mi, öyleyse bu yöntem doğru bir yöntem mi?
O röportajı ben de çok beğenmiştim, benim için de aydınlatıcı olmuştu. AKP’nin niyetini bilemem, Başbakan’ın aklından geçenleri okumam mümkün değil. Aslında her şey “biz” duygusu yaratmakta düğümleniyor. Açılımın başarısı da “biz” duygusuna kaç kişinin dâhil edilebildiğine bağlı. Eğer “biz”i inşa edemezsek o zaman açılım sonuçsuz kalacaktır. Kürtler, Türklük çatısı altındaki “biz”i kabul etmiyor. Ulus-devlet çağındayız, toplumun çimentosu ulus. Şimdi AKP, bu toplumsal çimentoyu/dayanışmayı “ulus”tan “din”e kaydırmaya başlamış olabilir. AKP, “Kürtlerle, özellikle Sünni kesimle ‘biz’i dindarlık, Müslümanlık üzerinden kurabilirim” diye düşünüyor olabilir. Kürtlerin, Türklerde olduğu gibi milli duygularının yanı sıra dini duyguları da güçlü. Kürtleri buradan yakalayabilmeyi umuyor olabilirler. Ama buradan yakalarken Kürt kimliğini de itibarını teslim etme gayretinde olduklarını görüyoruz. Bu itibarı sadece Müslümanlık üzerinden kuramazsınız, Kürtlerde hayli baskın olan bir Kürt kimliği mevcut. Şöyle bir durum da var, en çok ezilen, baskı gören kimliğimiz, en çok sahiplendiğimiz kimliğe dönüşüyor. Birçok kimliğimiz var, ama sorun olarak görülen ve baskı altında tutulan kimliğimiz bir anda diğerlerinin arasından sıyrılıp merkeze yerleşiyor. AKP, dini öne çıkartarak Kürt kimliğini merkezden hafifçe uzaklaştırmayı hedefliyor olabilir. Ancak Kürt kimliğini yok sayarak AKP’lileştirmenin istenen sonucu vermesi pek olası değil. Artık bu bir itibar meselesi. İngilizcede buna “dignity” deniyor. Kimliğimim tanınması benim için bir onur ve haysiyet meselesi. Kürtler de kimliklerinin tanınmasını tıpkı Katalanlar, Quebecliler ve Basklılar gibi bir onur meselesi yapmaktalar. Sorunuza yanıt vermek gerekirse açılım sürecinde AKP birçok hata yapıyor ama en önemlisi tek devlet, tek millet, tek bayrak düsturunu tekrar ederek sorunun teşhisini ta başta yanlış koyuyor.
Zaten önemli olan da bu değil mi?
Şimdi sizin aslında ilk sorunuzla bağlantılı bir şey bu. Bu ülkede Ermeni sözcüğü uzun yıllar hakaret ifadesi olarak kullanıldı ve hâlâ da kullanılıyor. Ermenilerin kalplerini kazanmaya çalışmak için yürütülecek siyasetle, Kürtlerin kırılmış kalplerini onaracak siyaset hiçbir şekilde aynı değildir. Evet, bugün bir Ermeni okulunun açılışına Milli Eğitim Bakanının gitmesi, devlet aygıtıyla Ermenileri barıştırmak anlamında gerçekten önemli bir adım, ama aynı jesti Kürtlere yaptığınızda aynı olumlu etkiyi uyandıramazsınız. Çünkü onların talepleri bir ulus olarak tanınmak. Türklere Kürtlerin “kurucu unsur” olduğunu kabul ettirmek, aynı zamanda bunu anayasaya yazdırmak, Türkleştirilmemek. Anayasal güvence istiyorlar. Yani milli eğitim bakanının jestiyle alınabilecek bir güvence değil bu. O anlamda aslında Türklerin Ermenilerle barışması daha kolay görünüyor.
Üstelik çok fazla ortak bir değere sahip olmamamıza rağmen…
Ortak noktamız da çok fazla ama tabi ki Kürtlere göre ortak tarih anlamında Ermenilerle daha ötekileşmiş bir tarihimiz var, yani bir kıyımdan bahsediyoruz. Ama Ermenileri kazanmak daha kolay. Bugün Ermenilere, Rumlara “aslında siz bizden birisiniz” dendiği zaman onların sempatisi kazanılacaktır. “Senle ben ayrı değiliz, sen de bir Türk vatandaşısın” dendiğinde Ermenilere itibarları geri verilmiş olacaktır, oysa Kürtlere biz zaten bunu diyoruz ama Kürtler bunu bir hakaret olarak algılıyor. Zaten yanlış da burada yapılıyor. Ermeni sürekli Türk vatandaşlığından dışlandığı için, ağzıyla kuş tutsa bile bir Türk sayılamayacağı için bu ülkede horlanıyor. Oysa Kürtler tam tersine Kürt kimliklerinin tanınmaması nedeniyle devletle barışamıyor.
İlk soruyla aslında hepsi bağlantılı…
Evet bağlantılı. Bir de tek vatan, tek bayrak, tek millet dediğiniz andan itibaren sorunu çözmekten uzaklaşıyorsunuz ve dolayısıyla yanlış politikalarla vakit kaybediyorsunuz. Artık devletlerin içlerinde birden fazla ulus barındırdığını kabul etmeleri, siyasetlerini de buna göre şekillendirmeleri gerekiyor. Fakat şurası da açık ki, dünyanın en gelişmiş demokrasileri bile bunu kabul etmeye yanaşmıyor. Elbette birtakım kültürel taleplerin karşılanması olumlu olacaktır, ancak sorunu sadece kültürel zeminde çözmek olası değil. Örneğin Kürtler için açılmış TRT Şeş kanalı, iyi niyetli bir girişim, bu kanal Kürtçe dilinin serbestçe konuşulduğu bir kanal olmakla birlikte Kürtleri temsil eden bir kanal değil. Kürtlerin kimlik taleplerinin dile getirildiği bir kanal değil. Türkiye’nin resmî ideolojisinin kanalı.
Kemalizmin Kürtçe anlatılması…
Evet aynen öyle. Tamam, şu anda mevcut iktidar resmî görüşten biraz uzaklaştığı için belki şu anki TRT eski TRT değil, ama yine de TRT Şeş, 3 PKK’lı teröristin güvenlik görevlileriyle giriştiği çatışmada öldürüldüğünün söylendiği bir kanal. Bu nedenle Kürtlerin TRT’yi Kürtçe dinleyerek kendi dillerinde medyaya sahip olduklarına sevinmeleri söz konusu değil. Sonuçta TRT yine aynı TRT, sadece dili Kürtçe, ideolojisi, Kürt sorununa yaklaşımı resmi ideolojiden ne kadar farklılaşabilir? Kürtler kendi kimliklerini yeniden üretebildikleri, sorunlara onların perspektifinden yaklaşabilen ve en önemlisi de devletin kendilerine dayatmaya çalıştığı ideolojiyle arasına mesafe koymuş bir medya istiyorlar. Bu yüzden de TRT Şeş, bir Kürt medyasının oluşması anlamına gelmiyor, Türk resmî görüşünün Kürtçe versiyonu oluyor sadece. Yine bu kanal tek bayrak, tek vatan, tek millet anlayışını tekrar tekrar dolaşıma sokuyor ama bu sefer Kürtçe olarak. Sorunun kaynağı ulus-devleti dönüştürmeden sorunu çözmeye çalışmak çok inandırıcı değil. Sadece Türkiye değil, bütün devletler aynı şeyi yapıyor, sorunun kaynağı olan ulus-devleti değiştirmeden, mevcut egemenlik anlayışına -tek bir halk var- dokunmadan bu tür problemleri çözmeye kalkışıyor. Oysa kendi kendini yönetmek isteyen bir grubun taleplerinin karşılanabilmesi için mutlaka ve mutlaka tek egemenlik anlayışından vazgeçmek gerekiyor. Yani “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözünden vazgeçip o egemenliğin bölünebileceğini, farklı gruplara paylaştırılabileceğini kabul etmek gerekiyor. Çünkü bir yandan mevcut egemenlik anlayışından vazgeçmeyip, bir yandan da kendi kendini yönetmek isteyen bir grubun aslında siyasal olan talebini karşılamayı umuyoruz Kürt açılımıyla. Burada ciddi bir yanılgı var. Ayrıca magazinel kişilerle, sanatçılarla vs. bir araya gelmek bu işi biraz sulandırır gibi oldu. Özetle iyi niyetli bir başlangıç ama yanlış bir siyaset.
Tek bayrak, tek vatan, tek millet anlayışıyla biz aslında sorunu çözmek istemediğimizi söylüyoruz. Bir yandan bu egemenlik anlayışından vazgeçmeyip, diğer yandan kendi kendini yönetmek isteyen bir grubun talebini yerine getirebileceğimizi zannediyoruz Kürt açılımıyla. Burada çok ciddi bir yanılgı var.
Hocam Locke’cu olduğunuz için bu soruyu size sormak en doğrusu. PKK hareketini “tiranlara karşı direnme” olarak nitelendirebilir miyiz?
Burada yine başka ülkelerdeki sorunlara değinmek istiyorum. Hemen hemen bütün azınlık milliyetçisi hareketler, bulundukları ulus-devletleri emperyalist, sömürgeci, faşist, anti-demokratik ve hatta daha ağır kelimelerle itham ediyorlar. Bu bir noktada kendi hareketine de destek sağlıyor. Yaşadıkları devleti ne kadar çok tiranlığa benzetirlerse kendi talepleri de o kadar meşruiyet kazanacaktır. Meşruiyet için kendi taleplerinin ne kadar haklı olduğunu göstermek yetmiyor, bir de yaşadıkları devletin ne kadar haksız ve anti-demokratik olduğunu göstermeleri şart. Hem ulusal, hem uluslararası meşruiyetleri buna bağlı. Bu nedenle sadece PKK değil, terörün olmadığı ayrılıkçı hareketler de yaşadıkları devleti son derece olumsuz tasvir ediyorlar. Bu da aslında ulus-devletleri demokratikleşmeye zorluyor. Çünkü eğer demokratik bir devlet değilseniz, size karşı isyan etmiş grupların dışarıdan destekkazanması, uluslararası meşruiyet sağlaması bir o kadar kolay. O yüzden de birçok devlet hem uluslararası toplumdan çekinme, hem de kendi içinde parçalanma korkusu nedeniyle demokratikleşmeye mecbur kalıyor. Bugün AKP’nin demokratikleşme yolunda ürkek de olsa adımlar atması biraz bu mecburiyetten, bugün hükümete başka bir parti de gelse bu demokratikleşme baskısını üzerinde hissedecek. Bu kaçınılmaz bir şey. PKK’dan bahsetmeden önce bunları belirtmem gerekiyor.
PKK’nın tiranlığa karşı mücadelesi biraz fazla romantik ifade. Aslında diğer ulusal hareketler de kendilerine romantik bir anlam yüklüyor. Devleti olmayan, azınlık konumdaki ulus hareketlerin hepsinde böyle bir romantik bakış var. Bu romantizme özellikle silahlı hareket için fazlasıyla ihtiyaç var. Çünkü sadece başkalarına sempatik görünmek için değil, aynı zamanda davana adam kazanmak için de bu romantikleştirmeye gereksinim var. Bu romantizm sayesinde insanların bu yolda ölmesi kolaylaşıyor. Ben PKK’nın bu yaklaşımının, diğer ulusal azınlık gruplarının mücadelesindeki gibi benzer motiflerden esinlendiğini düşünüyorum.
PKK sizce şu ana kadar başarılı oldu mu?
PKK’nın aslında başarıları var, Kürt hareketini bu noktaya PKK getirdi bir bakıma. Artık Kürt kelimesini kolaylıkla söyler hale geldik, Başbuğ bile Kürt kelimesini kullanmaktan imtina etmiyor. Fakat artık Marksist-Leninist bir örgütlenme olarak inandırıcılığını yitirdi, bütün milliyetçi hareketler gibi zorunlu olarak popülist bir yaklaşıma evrildi. Çünkü bütün Kürtlerin desteğine talip. Dünyadaki örneklere baktığımızda Quebec’teki ayrılıkçı parti sosyal demokrat, Flaman milliyetçileri Hıristiyan Demokrattı, öbürü liberal, vs. ancak bütün Quebeclilerin, bütün Kürtlerin, bütün Flamanların desteğine ihtiyaçları olduğu için olabildiğince popülist ve olabildiğince kaygan ve esnek bir ideolojiye sahip oluyorlar.
Aslında bütün siyasi partilerin, etnik problemleri olan gruplar için söylüyorum, ideolojisi milliyetçilik. Biraz daha sola mı yanaştığı, sağa mı yanaştığı belirleyici olmuyor, belirleyici olan milliyetçilik. Özellikle kendi kimliğini kabul ettirmek isteyen, mevcut devlete karşı duran milliyetçi grupların mutlaka ve mutlaka sağdan-soldan herkesin desteğine ihtiyacı var. “Ben Marksist-Leninist bir örgütüm, sermaye grubundan birinin desteğini istemem” gibi bir lüksü yok, zaten öyle bir yaklaşımları da yok. Milliyetçilik her zaman baskın olan ideolojidir, Marksist-Leninist, sosyal demokrat, Hıristiyan veya Müslüman’a göre.
Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim, gayet keyifli bir sohbet oldu benim için de.
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?
İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin.
“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız. “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin” demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*) İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
14 Yorum
Yazan:Mahmut Tarih: Haz 29, 2010 | Reply
Helal olsun. Gercekleri cok guzel ifade etmis. Turk halki da bunu artik anlamali. Biz variz, var olacagiz.
Yazan:denis Tarih: Haz 30, 2010 | Reply
Son derece doğru ve objektif tespitler içeren bir çalışma olmuş. Mesele ancak mevcut ulus devlet anlayışından vazgeçilerek kürt ulusunun anayasal haklarının iade edilmesiyle çözülebilir. Bu çözümü erteleyen her politika daha fazla gencin ölmesi sonucuna hizmet eder. Komplo teorileriyle, artık kabak tadı veren dış mihrak, taşeron gibi söylemlerle meseleyi çözmenin artık imkanı kalmadı. Kürt halkı uluslaşma sürecini tamamlamıştır. Bu bir realitedir. realiteleri propaganda ile yok edemezsiniz. Realitelerle birlikte yaşamanın artık öğrenilmesi lazım. Mevcut ulus devletlerin dünyanın her yerinde azınlıkların ulusal taleplerini karşılamakta yetersiz kaldıkları doğru bir tespit ama Türkiyenin artık böyle mazeretlerle oyalanma hakkı kalmadı. Türkiye bir Fransa ya da İspanya değil. Artık bu kirli savaşın faturasını ödemek istemeyen türkler de yavaş yavaş devletten hesap sormaya başladı. Türkiyenin ekonomisi, sosyo ekonomik yapısı bu inadı daha fazla taşımaya müsait değil. Kürtleri basit kültürel haklarla oyalamak, savaşı daha fazla uzatarak kürtlerle türklerin arasını daha fazla açmak sonucu verir. Bu zamanla, her iki ulusun da aşırı milliyetçi kanatlarda toplanmalarına neden olacaktır. O zaman demokratik özerklik gibi bir çözüm bile savunulamaz hale gelebilir. Erdoğan bu konuda öncü olursa, ulusal soruna kansız çözüm politikasıyla Nobel barış ödülü bile alabilir. Bu aslına Türkiye’nin de kazancı olur. Türkiye’nin AB ve uluslararası toplumla ilişkilerinin önünü açar. Testi kırılmadan geleceği görerek hareket etmek lazım.
Yazan:velev ki kürt devleti kuruldu ne olacak? (ahmet ercan) Tarih: Tem 12, 2010 | Reply
çok berbat bir yazı. hak eksenli değil ideoloji eksenli bir yazı olmuş. türkiye deki kürt sorununun demokrasinin iyileştirilerek çözüme kavuşturulması fikrinin geçersiz olacağını öngörmüşler. sorun türkiyenin demokratik bir ülke olmadığından kaynaklandığı iddiası gerçeklik payı olmasına rağmen doğru değildir. eğer demokratik bir devlet olma sorunu çözecekse ingiltere de ira gibi bir terör örgütü olmazdı. röportaj yapılan kişi sadece işine yarar bir örneklem almış ve onun üzerinden fikir beyan etmiş son derece desteksiz ve yanlış bir yol en azından fikir beyan etme açısından.
yazıdan anlaşıldığı üzere kürtlere zaten kendilerinin dahi istemediği hatta ilgilenmediği “devlet kurma” arzusu üstü kapalı olsa da zikredilmiş. elbette fikirler ortaya konacak ve tartışılacaktır. fakat bunlar yapılırken cemil meriç in mağarasındakiler gibi dışardan bi haber sadece gölgelere bakarak yorumlar yapmak doğru değildir. bu anlayış kibar ifadeyle at gözlüğü anlayışıdır. fakat ben buna domuz anlayışı diyeceğim çünkü domuzlar anatomik yapıları gereği kafalarını kaldırıp gökyüzüne bakamazlar. gökyüzünden habersiz yaşarlar. aynı şekilde bu domuzlar gibi tabi teşbihte hata olmaz kaidesince hareket ediyorum, gökyüzünden habersiz yaşayan yahut da haberi yokmuş gibi yahut da işine geldiği kadarını alarak kullanan kişilerin dünyanın gerçeklerini bilmediklerini bilemediklerine şahit oluyoruz.
diyelim ki bir kürt devleti kuruldu. abd ve israil komutasında etrafında kendinden güçlü ve topraklarının bir kısmı alındığı için kendine düşmanca tavırlarda bulunacak komşu devletler, bozuk bir ekonomi iflah olamayacak derecede üstelik, insanların birbirini anlamayacaqk derecede olan dil farklılığı, yetişmiş nitelikli insan gücü azlığı hatta yokluğu ve kıtlığı, kırılması gereken binlerce tabu, sağlanması hayli zor devlet otoritesi, ganimetten pay koparmaya çalışan binlerce mal mülk mevki güç sahibi insanlar, sizin anlayacağınız tam bir kaoslar ve krizler ülkesi. emin olun ki kurulacak bir kürt devletinin “bangladeş”ten bir farkı olmayacaktır. ve bu kürt devleti şu anki türk devletinin 1000 yıl gerisinde olacaktır. bu söz çok iddialı bir söz değildir. biraz tarih araştırması yapacak olursanız özellikle anadoluda kurulan medeniyetler hakkında olursa bu çalışma dediğim rakamın az bile olduğu görülecektir.
Yazan:ali duman Tarih: Tem 12, 2010 | Reply
sn ahmet ercan,
kürtlerin bir devlet kurmasına gelmeden, kürtlerin bir devlet kurma ihtimalinden bile ürkmüş gibisiniz, devlet bolluğundaki şu koca dünyaya, bir kürt devleti mi sığdıramadınız.
haddim olmasada söylemek zorundayım, -zira konu hepimiz için önemli- kürt devletini kuracaklar adına konuya fazlasıyla kafa yormuş, mesai harcamışsınız, bence bunu dert edinler kafa yorsunlar, böyle şeylere mesai harcamaya değmez, kimin derdiyse o kafa yorsun.
bir kürt devletini en çokta türkler gündeme getirir oldular, bu acaba bugüne kadar uygulanmakta olan pespaye siyasetlerinin iflasının başka bir şekilde ifadesi midir? düşünmek gerek.
kürtlere, kürt devletini derin devletin (ergenekonun) frenkaştaynı olan bölücübaşı mı kuracak? o bölücübaşı değil miydi? yandaşlarıyla yaptığı bir sohbette “kürtler devlet kursalar bir toplu iğne dahi üretemezler” diyen. (bu söz sizin yaptığınız açıklamaları da gereksiz kılıyor)
konuya kafa yorması gereken bölücübaşının bile sizin kadar kafa yormuşluğu yok, bunları dert etmek yersizlik gibime geliyor.
senaryoyu görüyorum, bugün beyaz türk ırkçılarından birileri “bölünebiliriz” diyecek, yarın o birilerinin devamından olan diğerleri de türkcü/kürtcü ırkçı/milliyetçileri kışkırtacak, esasında ergenekonun yarattığı pkk ile olan “şikeli” savaş bu kez iki halk arasında “gerçek” kardeş kavgasına dönüştürülecektir. (tezgah belli değil mi)
“gerekirse bölünebiliriz” diyen zihniyet esasında kürtün aklının köşesinde dahi olmayan bir potansiyeli var etmeye çalışıyor, kürtün içindeki şeytanı harekete geçirmek için, kürtü şeytana uymaya davet etmek için söylüyor, zira akp yüzünden yitirdiği zevahiri geri kurtarmak için acilen bir “çok şiddetli iç savaş, kardeş kavgasına” ihtiyaç duyuluyor, malum faşizm sıkıştığı her noktada şiddete ve kan dökmeye başvurur. (faşizmin ne derece sıkıştığını silivriden de anlamıyor musunuz?)
daha dün bir kürtçe klip için linç yapanların, bugünlerde “gerekirse bölünebiliriz” demelerine aklınız kesiyor mu? “bu ne perhiz, bu ne turşu”, aklımızı başımıza devşirelim ve bu şeytanlara uymayalım. bize şeytan değil kardeşlik lazım, barış lazım, demokrasi lazım.
Yazan:Tayfun Tarih: Tem 13, 2010 | Reply
Sayın Ali Duman,
Söylediklerinize katılmakla beraber, eğer 30 yıla yakındır akan kanın durmasının tek yolu ayrı bir devlet kurulması mıdır diye düşünmekten bazen kendimi alamıyorum. Çünkü, hemen hemen herşey denendi, sonuç yok. Statükoyu değiştirecek yürek hiç kimsede yok. Nedir sizce yapılması gereken, ki bundan sonra bir kişi daha terörden hayatını yitirmesin? Acele bir çözüm…
Yazan:ali duman Tarih: Tem 14, 2010 | Reply
sn. tayfun bey,
ittihatçılar 1913’de bab-ı ali baskını gerçekleştirip, basıkını gerçekleştiren enver bey (paşa) tetikçisine harbiye nazırını yani o zamanın genelkurmay başkanını öldürttü, sonrada kafasına silah dayıyarak sadrazama yani başbakana istifa dilekçesi yazdırdı istifa dilekçesi cebinde padişaha gitti, daha sonra yine ittihatçılar tarafından katledilecek olan mahmut şevket paşayı sadrazam tayin ettirdi, bununla da kalmadı yetkisi olmadığı halde harbiye nazırını bizzat kendi imzasıyla kendisi atadı.
tüm bunları yaparken uluorta işledikleri cinayeti hürriyet ve itilafcılara yıkmaya kalktılar (bunun için ittihatçı istanbul emniyet müdürü bayağı bir işkenceli sorgular yaptı), aynı zamanda hiç utanmadan kendi katlettikleri harbiye nazırının cenazesind
e başka bir ittihatçı ev sahipliği yaptı ve taziyeleri kabul etti. (bugünde uygulanmakta olan bir ittihatçı geleneğidir, öldürür, suçu düşmanın üstüne atar, cenazesine katılır, sahte gözyaşı döker)
imdi, bunları niye anlatıyorum bu örneği bugüne uygulamamız çok yerindedir, zira 100 yıllık gizli iktadar (ittihatçılık) ve onun taktikleri hiç değişmedi ve uygulandı. misal; danıştayı basıp, şeriatçılara mal etmeye kalktılar, misal yol arkadaşlarından olan uğur mumcuyu, çetin emeci öldürüp cenazelerine katıldılar sahte gözyaşları döktüler, yani ittihatçılığın 100 yıl önce geliştirdiği kahpe taktikler aynen uygulandı. (12 mart, 12 eylül gibi darbelere bizzat ve bilinçli cinayet ve olaylarla ortam hazırladılar)
bu kahpe taktikler pkk’nın yaratılmasında da uygulandı, mesala PKK’dan çok daha güçlü KAWA, AZADİ, RIZGARİ, DDKO gibi kürt örgütleri 12 eylül ile silindir gibi ezilirken, bunların aksine PKK büyüdü, büyütüldü, bu durum esasında incelemeyi hak eden bir durumdur, öcalanın derin devletin adamı olduğu hep söylendi, zira türkiye tarihinde (İstanbul) Hukuk Fakultesinden, (Ankara) Siyasal Bilgiler Fakültesine yatay geçebilen tek kişi olmuştur, türk solu içerisinde yer aldığı dönemlerde göz altına alındığında hep en erken serbest bırakılan olmuştur, her nedense öcalan gizli bir el tarafından daima korunmuş kollanmış olduğu bilinen bir husustur, ayrıca kendisi yakalandığında getirildiği uçakta “vatana hizmete hazırım” derken bile bir devletin adamı olma izlenimi vermiştir. Bugüne gelirsek bugüne kadar hiç olmamış bir şekilde milli iradeye sadık bir siyaset izleyen akp sayesinde maskeler düşerken, bdp’nin de maskesi düşmüştür, chp’nin sol olmak yerine ırkçı ve milliyetçi olduğu ortaya çıkarken, pkk ve bdp’nin de aslında kürt sorununu çözmek yanlısı değil, bizzat bu sorunun varlığı üzerine kurulu bir siyaset izledikleri açığa çıkmıştır.
TÜRKİYEDE CİDDİ BİR ÖRTÜLÜ SİYASET MEKANİZMASI VARDIR, BU SAHTE TUTUMU TÜRKİYE SİYASETİNE İTTİHAT VE TERAKİ SOKMUŞTUR, 1908 MEŞRUTİYET DEVRİMİNİ İKTİDARA GELMEK İÇİN KULLANAN İTTİHATÇILAR, O GÜNDEN BUGÜNE TÜRKİYE SİYASİ TARİHİNE MASKELİ, İKİYÜZLÜ BİR SİYASET TARZINI ARMAĞAN ETMİŞLERDİR. İTTİHATÇILAR ASLINDA MEŞRUTİYET YANLISI OLMAMALARINA RAĞMEN, HALKIIN DESTEĞİNİ ALABİLMEK İÇİN MEŞRUTİYETİ SAVUNUR GÖRÜNMÜŞLER, İKTİDARI ELDE ETMELERİNDEN İTİBAREN İSE HER TÜRLÜ ENTRİKA, KOMPLO, CİNAYET VE DARBELERİ UYGULAMIŞLARDIR. TÜRKİYEDEKİ SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ İÇİN ÖNCELİKLE BU MASKELİ, İKİYÜZLÜ SİYASİ TARZA SON VERMEK GEREKİR, BU MASKELİ VE İKİYÜZLÜ SİYASİ TARZ İLK KEZ AKP İKTİDARI İLE CİDDİ ANLAMDA GERİLETİLMİŞTİR, BU İKİYÜZLÜ SİYASETİN TEMSİLCİLERİNİN TOP YEKÜN AKP’YE DÜŞMAN OLUŞLARI DA BU YÜZDENDİR, PKK VE BDP’DE AKP’YE DÜŞMANDIR ÇÜNKÜ HER İKİSİ DE KÜRT SORUNUN ÇÖZÜLMESİNDEN DEĞİL, ÇÖZÜLMEMESİNDEN BESLENMEKTEDİRLER. (İKİYÜZLÜ,SAHTE SİYASETİN İTTİHATÇI TEMSİLCİLERİ İSE EN BAŞTA CHP OLMAK ÜZERE MHP,AP,DYP,DSP,TKP,ÖDP GİBİ PARTİLERİ SAYMAMIZ MÜMKÜNDÜR, BUNA MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİNİDE EKLEYEBİLİRİZ, BAŞTA AKP, SONRADA SAADET PARTİSİNİN MİLLİ GÖRÜŞTEN NİYE KAÇMAKTA OLDUĞUNU BİR DÜŞÜNÜNÜZ-ESASINDA İTTİHATÇILIĞIN KAPSAMI ÇOK ÇOK GENİŞTİR, BİR ÖRÜMCEK GİBİ SOLUDA SAĞIDA SARMIŞ BİR YAPILANMADIR, DÜN CHP VE MHP NİYE BİRBİRİNE KURŞUN SIKIYORDU, BUGÜN NİYE OMUZ OMUZALAR, İŞTE BU SAHTE SİYASETTEN DOLAYIDIR, HER İKİSİNİN DE İPİ İTTİHATÇILARIN ELİNDEDİR, O İTTİHATÇILIK GÜN GELİR BİRBİRİLERİNE MERMİ SIKTIRIR, GÜN GELİR OMUZA OMUZA DAYANIŞMAYA SOKAR)
TÜRKİYEDEKİ TÜM SORUNLAR İKİYÜZLÜ, ÖRTÜLÜ, MASKELİ SİYASİ TARZIN ORTADAN KALDIRILMASI, DAHA FAZLA DEMOKRASİ, DAHA FAZLA İNSAN HAKLARI, DAHA FAZLA HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ, DAHA FAZLA KİŞİ HAK VE HÜRRİYETLERİ İLE ÇÖZÜLECEKTİR, ANADOLU HALKLARINI BİRBİRİNE DÜŞMAN EDEN İKİYÜZLÜ SİYASETLERİN VE SİYASETÇİLERİN YAŞADIĞIMIZ BU YÜZYILDA YERİ KALMADI, ZİRA O SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE VE ÖNCEKİ YÜZYILDA KALDI.
DÜN KAWAYI, RİZGARİYİ, AZADİYİ, DDKO’YU ORTADAN KALDIRANLAR, PKK’YI KURMUŞLARDIR. ZİRA ÖZÜNDE FAŞİST BİR ZİHNİYET OLAN İTTİHATÇILIK İKTİDARINI SÜRDÜREBİLMEK İÇİN BİR DÜŞMANA İHTİYAÇ DUYMAKTADIR, KOMÜNİZM DÜŞMANLIĞI HÜKMÜNÜ YİTİRİNCE YERİNE PKK/KÜRT DÜŞMANLIĞI BİLİNÇLİ BİR ŞEKİLDE DİZAYN EDİLMİŞ VE SAHNEYE SÜRÜLMÜŞTÜR. DİYARBAKIR İŞKENCELERİ DE, KÜRTÇENİN YASAKLANMASI DA, KÜRT YURTTAŞLARA UYGULANAN İNSANLIK DIŞI UYGULAMALARDA, KÜRT KÖYLERİNİN YAKILMASI DA BİLİNÇLİ YAPILMIŞ, KÜRT HALKININ İSYANI HEDEFLENMİŞTİR, ZİRA BU KALLEŞLİKLERİ YAPANLAR DAHA DÜN ERMENİLERİ KATLETMİŞLERDİ, MEŞREP AYNI MEŞREPTİR, BUGÜN KÜRTLERİN KATLEDİLMELERİ HANGİ SEBEPTEN YAPILMAKTA İSE, DÜN ERMENİLERİN KATLİ DE AYNI SEBEBPLE YAPILMIŞTIR, ZİRA HER İKİSİNİN DE MÜSEBBİBİ AYNI ZİHNİYETTİR, İTTİHATÇILIKTIR, HER DAİM İKTİDARDA KALABİLMEK İÇİN BİR DÜŞMANA İHTİYAÇ DUYAN FAŞİZAN ZİHNİYETTİR.
İDEOLOJİK DEVLET ANLAYIŞINDAN VAZGEÇİLMESİ, HAKİKİ SAĞ VE HAKİKİ SOL SİYASETİN DİZAYNI, DAHA FAZLA DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARINA SAYGI VE BU HAKLARIN TESLİMİYETİ TÜM SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ İÇİN YETERLİ OLACAKTIR.
selamlar.
NOT:ittihatçılık kavramı bugün değişmiş bir kavram olsada, günümüzde farklı isimde devam ediyor ve hala yaşıyor, üstelik hatırı sayılır da taraftarı olduğu malum.
Yazan:aziz yılmaz Tarih: Tem 14, 2010 | Reply
Tayfun bey,
Gerçi soruyu Ali beye sormuşsunuz ama arkadaşımızdan yanıt gelene kadar biraz iştirak edeyim konuya.
Aslında sorunuzun yanıtını kendiniz vermişsiniz.Bir çözüm bulunsun…Öyle bir çözüm ki “terörden bir kişi daha hayatını yitirmesin”.Tırnak içine aldıklarım sizin sözleriniz.Yani 30 yıldır sürdürülen bu anlamsız savaşın son bulmasının anahtarı işte tam da ifade ettiğiniz bu sözlerde saklıdır.
30 yıl önce içimize düşen bu ateşe “bir tek kişi yaşamından olmamalı”diyebilme irade ve cesaretini gösterseydik belki sonuçları bu denli yakıcı olmayacaktı.
Ne var ki insan yaşamına önem verenlerimiz ya azınlıkta kaldı ya da “şahinler”kadar sesleri çıkmadı.
Fakat bunca bedele,acı ve göz yaşına karşın yine de geç kalmış sayılmayız.Zararın neresinden dönülürse kardır hesabı aklımızı başımıza toplarsak sorun çözülecektir.Dolayısıyla bölünme çare değildir.Ali beyin de çok yerinde ifade ettiği gibi zaten bu bir tuzaktır ve ne türklerin ne de kürtlerin yararına değildir.
Peki nedir çözüm?”Hayır,bundan sonra tek bir can bile ölmemeli”diyebileceklerin sayısı çoğalabilirse bu sorun çözülecektir.Bu iradeyi toplumca kararlı bir şekilde ortaya koyabilirsek inanıyorum ki bu topraklara özlediğimiz barış ve kardeşlik gelecektir.
Yazan:MY Tarih: Tem 14, 2010 | Reply
Türk-Kürt milliyetçiliklerinin perdeledigi bir hakikati gözden kaçirmayalim:
iki kuklayi da oynatan ayni eldir. Milliyetçilik vatanseverlikle karistirmayalim. Türk milletinin üstünlügünü savunmak yanlistir. Türkiye’nin bir vatan olarak HERKES için adaletli bir ülkeye dönüsmesini istemek vatanseverliktir.
Ali Bey’in asagidaki sözleri çok dikkat edilmesi gereken bir noktayi gösteriyor. tekrar tekrar okunmali ve üzerinde düsünülmeli:
Yazan:Bünyamin Dobrucalı Tarih: Tem 14, 2010 | Reply
Türkler ve Kürtler arasında ‘ortak noktada” buluşmanın neredeyse imkansız
olduğunu, Orhan Miroğlu’nun bir yazısı sonrası anladım.
Katıldığı bir televizyon programında diğer konuğun, “siz bizim
kardeşimizsiniz” söylemine bozulmuştu Miroğlu ve yazısında “kardeşlik”
söylemine olan tepkisini dile getiriyordu.
“Bize kardeşimizsiniz diyerek kendinizi büyük kardeş yerine koyuyorsunuz.
Büyük kardeş konuşunca küçük kardeş dinlemek zorundadır” demek
istiyorsunuz türünden bir yazıydı Miroğlu’nun ki.
Bu kadar basit bir olaya yüklediği anlam, her iki toplumun da nasıl bir ruh
hali içinde olduğunun güzel bir göstergesiydi aslında.
Ben’le sen, biz’le siz arasındaki uçurumu bu kadar güzel ifade etmek
Miroğlu’nun bu yazısından sonra benim için çok daha kolaylaşıyordu.
“Milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır. İnsan ırkının
kızamığıdır” diyen Einstein’a hak vermek gerekiyor galiba.
Milliyetçilik eksenli ve biz söylemli zihin yapısı, karşı taraftan gelen
“çiçeğe bile bomba” muamelesi yapıyor.
Kürt tarafı, günahsız insanların üzerine molotof kokteyli atanı, sırf
“aynı biz’in içinde olduğu için” ayıplamıyor, eleştirmiyor, aksine içten
içe alkışlayabiliyor.
Türk tarafı, sırf ulusalcı olduğunu iddia ettiği için her türlü suça
bulaşmış adamı yine aynı nedenle “aynı biz’in içinde olduğu”
gerekçesiyle bağrına basabiliyor.
Her iki taraf ta, karşı tarafın “ne kadar hain, ne kadar ikiyüzlü ve ne
kadar kötü kalpli” olduğunu düşünüyor.
Aslında “ne istediğimiz değil, o ne’yi nasıl istediğimiz” önemli
diyebilsek, belki de bugüne kadar aldığımız yoldan çok daha fazlasını
alabileceğiz hep birlikte.
Bölünme mi istiyorsun?
Şeriat gelmesini mi istiyorsun?
Faşizmle mi yönetilmek istiyorsun?
Padişahlığa mı dönülsün istiyorsun?
Benim için ‘ne’ istediğin değil, ‘nasıl’ istediğin önemli diyebilecek
bilince ulaştığımız gün sorunların çözümü çok daha kolaylaşacak
belki de.
İstediğin ‘ne’ için, ‘nasıl’ sorusuna, “eli silahlı, bombalı, molotof
kokteyli” cevabını veren bir zihniyetin iyiniyetli olması mümkün mü?
‘Ne’ istersen iste ama, “adam gibi iste” diyebilmeliyiz.
Hangi etnik kimliğe dayanırsa dayansın, “milliyetçilik” sadece bizim
değil, bütün insanlığın en büyük hastalığıdır.
Üstelik çaresi de olmayan bir hastalıktır…
Yazan:aziz yılmaz Tarih: Tem 14, 2010 | Reply
Katılıyorum,
İki kuklayı oynatan el aynıdır.
Ve,gerçekten tek el olan bu oynatıcıları birbirinden farklı ellermiş gibi algılanmasından ötürü vatanseverlikle milliyetçilik birbirine karıştırılıyor.
Zira “her iki tarafın”da vatansever geçinenleri aynı dili konuşuyor.Refleksler aynıdır.Ait olma duygusu da,bu duygunun somutlaştığı ifade biçimi tıpa tıp benzerdir.
Dolayısıyla dolaşımdaki bu “ortak dil”pek çok şeyi açıklıyor.O dil ki,karşılıklı bilenme sonucu “şiddet dili”ne evrildiğinde de,vatanseverlik ve şehitlik gibi kutsal anlamlar yüklendiğinde de birbirinden farklı değildir.Aynı sloganlar ve “öteki”üzerinden gerçekleşen katı bir aidiyet duygusu.
Küçük bir test yapalım.Zamanımızı ayırıp pkk yanlısı kürt milliyetçilerinin sitelerine ve ardından türk milliyetçilerinin sitelerine girelim.
Karşılaşacağımız manzara birbirinden farklı olmayacak.
Zira etnik milliyetçiliğin dimağlarda yarattığı zehir bu hastalığa bulaşanları aynı ortak psikolojide birleştiriyor.Bir taraf kendilerine türk vatansever diyor,öteki kürt yurtsever.Her iki taraf da kendi kayıplarına şehit diyor.Ve bir taraf ergenekonucuları kahraman ilan ederken diğeri pkk’yı yüceltiyor.
Şu kadarını söyleyeyim,ergenekon davası başladığında,toplumun büyük bir kesimini etkisi altına alan bu kör ideolojinin kısmen yarılacağını umud etmiştim.Hele bir takım ortak kirli ittifaklar da ortaya çıktıkça bazı gerçekler anlaşılır zannetmiştim.Ne var ki kısmi bir uyanış yaratmakla beraber,bu çetrefil ilişkilerin ifşası,beklenen sonucu vermedi.Aksine varolan ideolojik havayı daha da besleyen ve güçlendiren bir psikolojik zemine evrildi.
İşte çözüm arıyorsak,savaş yerine barışı tesis etmek istiyorsak tez elden bu psikolojiden kurtulmamız gerekir.
Dolayısıyla görünürde kimi,hangi ideolojiyi temsil ettiklerine bakmaksızın şiddette ve şiddet dilinde ısrar edenlere itibar etmemeliyiz.Bunu başarabilirsek çözüm gelecektir.
Yazan:tayfun_korkut Tarih: Tem 14, 2010 | Reply
Sayin Ali Duman & Aziz Yilmaz,
Cesaretle bircok konuyu aciklayip, beni aydinlattiginiz icin tesekkur ederim… Soylediklerinizin altina imzami atarim.
Saygilar
Yazan:cengizhan Tarih: Tem 25, 2010 | Reply
Tiksinerek okudum.Allah şu mübarek günlerde böyle kavmiyetçi, fitne-faşist=(nasyonal sosyalist), israiliyat kokan, gayri müslimlik hastalıkları ile bezenmiş bu yazının sahibinide, destekleyen yorumcularıda hakettiği cezaya çarptırsın inşallah. Hz. Peygamberin müslümanlar arasındaki ahir zaman fitnelerinden biri olarak beyan ettiği babasının soyculuğunun yahudinin ekmeğine yağ sürecek şekilde körükleyen ve hilali kavimlerden birinin siyonizmin fesat-ırkçılık saflarına geçmesini Allaha havale ediyorum. İnşallah Osmanlının yerine yahudi siyonizmi güdümündeki hrıstiyanları tercih eden arapların felaketi kürtlerinde üzerine olur. Yaşasın tetikçi hainler için cehennem………..
Yazan:Bozan ASLAN Tarih: Kas 3, 2010 | Reply
çok güzel yazmışsınız sizi tebrik etmek istiyorum. sizi bubdab sonra daha yakından takip edeceğim. kürt sorununa bu kadar realist bakmanız çok cesurca bu soruna at gözlukleriyle bakanlara örnek olursunuz inşallah.
Yazan:logic Tarih: Kas 3, 2010 | Reply
bu sitede çok değerli yorumcular var. hemen hepsi Milliyetçiliğin ne kadar hastalıklı olduğunun farkındalar. yalnız ne yazık ki Vatanseverliğin de Milliyetçilik gibi bir hastalık olduğunu farkedene rastlamadım. Bunu da anlayabiliyorum zira literatürde Milliyetçiliğin ne menem bir şey olduğunu anlatan kitaplar bulabilirsiniz. Vatanseverlik ise gözden kaçmıştır. Ancak şanslıysanız Vatanseverliğin eleştirisini okumuşsunuzdur ve Milliyetçilik’ten pek de farkı olmadığını anlamışsınızdır.
Milliyetçilik nasıl milliyet’i kutsallaştırıyorsa, Vatanseverlik de vatan kavramını kutsallaştırır. Milliyetçilik, milleti her şeyin üstüne koyan tutumu ne derece zehirliye, Vatanseverliğin vatanı her şeyin üstüne koyan tutumu aynı oranda zehirlidir.
Yukarıda alıntıladığım tarzdaki Vatanseverlik güzellemeleri son derece tehlikelidir. Bir kavrama sahip olmadığı nitelikler atfetmek kavramı çarpıtmakla kalmaz, o kavramın çok rahatsız edici hususlarda işlerine geldiği gibi kullanılmasına yol açar ki bunun sonuçları bu topraklarda sıkça görülmektedir.
Özetle, basitçe söylemek gerekirse Vatanseverlik, “vatanını sevmek” değildir. Onu kutsallaştırmak ve her şeyin üstünde tutmak demektir. Bu da son derece hastalıklı bir tutumdur.