Anayasanın ideolojisi insan hakları olmalı
By Sevinc Gul on Tem 17, 2010 in Anayasa Değişikliği, Basın günlüğü, Kemalizm, Özgürlükler
“Sivil Anayasa” Panelleri Ankara’da düzenlenen “Sivil Anayasa Paneli” (15 Eylül 2007) ve “Yeni Anayasa Paneli”ndeki (20 Ekim 2007) konuşma metinleri
Prof. Dr., Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi.
Anayasayla ilgili 4-5 yıldır ders veriyorum, yeni bir konuya girmeye çalışıyorum. O nedenle biraz bu konuya ilgi duyuyorum. Onun dışında vatandaş olarak bu konulara ilgi duyuyorum. Ama vahim hukuk hataları yaparsam da beni affetmenizi istiyorum. Burada sizlerle paylaşacağım sözlerin bir bölümünü belki, muhtemelen tasvip etmeyeceksiniz. O konuda sürç-ü lisan edersem affola.
Bir anayasa yapılırken bu anayasanın yapıldığı ortamı hem düşünüyorum hem de düşünmüyorum. Bence şu anda yeni anayasanın yapıldığı ortamın üç temel özelliği var. Bunlar benim subjektif saptamalarım. Bu üç temel özelliğin anayasaya damga vurmasını istiyorum.
Bir tanesi siyasal ortamdır. Türkiye’nin siyasi ortamına bakıyorum. 27 Nisan süreci… Arkasından 367 süreci… Arkasından 22 Temmuz sonuçları ve 28 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimi… Bunların hepsi önemli meselelerdi. Bu meselelerden demokratik süreç ufak ufak güçlenerek çıkmaya başladı. Dolayısıyla ben şu anda parlamento çoğunluğunu ve siyasal iktidarın anayasa yapma konusunda daha cesur olabileceği, daha atak olabileceği, daha az çekingen olması gerektiği bir siyasal ortamın Türkiye’de mevcut olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla burada bence daha atak olunması gerektiğini destekleyen çok geniş, %47’yi de çok aşan bir toplumsal desteğin var olduğuna inanıyorum. Bu durumda fazla çekingenliğin Türkiye’ye fazla bir şey kazandırmayacağını düşünüyorum. Birinci olarak söylediğim, bu siyasi ortamdan hem parlamentonun hem de yürütme erkinin cesaret alması gerektiğidir.
İkincisi, artık ağızlara çok dolanmış bir kelime; ama dünyanın içinde bulunduğu bu küreselleşme sürecinin bu anayasaya çok ciddi surette etki yapması gerektiğini düşünüyorum. Ne anlamda etki yapması gerektiğini düşünüyorum? Ben bir maliyeci olarak, kamu ekonomisi üzerine çalışan biri olarak, kamusal alan ve özel alan ayrımını düşünüyorum. Kendi iktisatçı kriterlerime göre, “kamusal alan nedir?, özel alan nedir?”, bunu kendime göre çok ayırıyorum kafamda. Bunun detaylarına girmeyeceğim. Ama bu küreselleşmenin çok çeşitli boyutları var. Bunlardan bir tanesi de kamusal alanda benzeşmeye götürüyor olması. Hatta benzeşme bile bence zayıf bir tabir. Aynılaşmaya götürüyor kamusal alanı. Bu doğrudur, yanlıştır, çirkindir, bu ayrı bir normatif görüş. İşin objektif yanı kamusal alanın küreselleşme sürecinde, dünyada küreselleşmeye katıldığınız ölçüde aynılaşmaya gidiyor. Dolayısıyla kamusal alanda ben biz bize benzeriz türü yaklaşımların hızla geçerliliğini yitirmesi gerektiğini düşünüyorum. Özel alan ise bunun tam tersine küreselleşme sürecinin olabildiğince dışında kaldığı bir alan. Orası, insanların kendi tarihlerini, örfünü, inancını, inançsızlığını özgürce yaşayabileceği bir alandır. Ama kamusal alanda böyle bir şey yoktur. Kamusal alan aynılaşmaktadır.
Anayasa için üçüncü kısıt, Türkiye’nin katılım sürecinde bir ülke olması. Avrupa Konseyi’nin 1950’lerin başından beri üyesi bir ülke. Avrupa birliği katılım sürecine ve Avrupa insan hakları sözleşmesine taraf olmamızı niye kısıt olarak söylüyorum? Olumlu anlamda söylüyorum bu kısıtı:
Anayasalar çok kuş bakışı bir değerlendirmeyle bence iki bölüme ayrılıyor. Birinci bölümü: Temel hak ve özgürlükler bölümü. İkinci bölümü ise: Devletin idari yapılanmasıyla ilgili, devlet organları arasındaki ilişkiyi belirliyor. Türkiye’de devletin organları arasındaki ilişkiler açısından çok fazla tartışma yaşanmıyor. Bunlar tabii ki tartışılmalı. Ama buradaki tercihlerin hepsini, tek tek hukuk devletiyle uzlaşılabilir tercihler oluşturmalıdır.
Türkiye‘de esas olarak tartışılan alan temel hak ve özgürlükler alanıdır. Burada benim kulağımı tırmalayan, hukukçu olmayan bir kişiye yabancı gelen bir niteleme var. Diyorlar ki: bu konuda uzlaşmaya gidelim, bir toplumsal uzlaşma sağlayalım. Ben de hukukçu olmadan, bir hukuk cahili kimliğimle temel hak ve özgürlükler cihetinde, uzlaşma ne demektir diye düşünüyorum ve anlamakta zorlanıyorum. Çünkü kimle, hangi konuda uzlaşacağız? Bunu anlamakta zorlanıyorum. Bunun temel nedeni şu: Temel haklar konusu Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci, Avrupa İnsan Hakları Oluşumu Süreci, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadlarına konu olması nedeniyle, bu konuda kriterler çok açıktır, çok nettir. Dolayısıyla ne ifade özgürlüğü konusunda, ne din ve vicdan özgürlüğü konusunda bir uzlaşma arayışını anlamlı görmüyorum. Uzlaşma daima Türkiye’yi ikinci kalitede bir Anayasa metni hazırlığına götürür endişesi duyuyorum. Uzlaşma istemenin bu alanda belki de Avrupa standartlarından daha düşük bir standart isteyen kesime taviz vermek anlamına gelebileceği kanısındayım. Dolayısıyla uzlaşma tabirini çok dikkatli kullanma gerektiğini hissediyorum. Standartlar çok bellidir. Hangi alanı alırsanız alın. Mesela ifade özgürlüğü alanı… Bu alanda kimle neyi uzlaşacağız. Bunun standardı bellidir. Bir ünlü kararda Avrupa insan hakları mahkemesi, ifade özgürlüğünden ne anlamamız gerektiğini açıkça belirlemiştir.
İşte burada belki ikinci kısıt olarak belirttiğim küreselleşme sürecinde zaten bir miktar, kamusal alanda bu tür uzlaşmalara ve uzlaşma gayretiyle temel haklardan tavize yer olmayan bir dünyaya gidiyoruz. İfade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü vs. yani burada kimle neyi uzlaşacağımız konusunda net cevap alamıyorum. Temel hak ve özgürlükler konusunda uzlaşma nerede olacak? Dolayısıyla burada ben bunu normalleşme diye adlandırıyorum. Beni Batılı gözlüklerle meseleye bakmakla eleştirebilirsiniz; ama meselelere biraz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa Birliği kriterleriyle bakmaya çalışıyorum. Burada ise kriterler bellidir. Bu kriterleri olduğu gibi benimsemeyi bir kompleks haline getirmemeliyiz. Bu bakış açısı benim meseleye bakışımı çevreliyor. Yani tam tersi uzlaşmasız anayasa izliyorum. Çünkü her uzlaşma arayışının Türkiye’de bir standart düşüklüğüne gitme tehlikesi doğurmasından korkuyorum.
Bir hukuk devletinin herhalde olmazsa olmaz koşulu, idarenin her tasarrufunun yargı denetiminde olmasıdır. Şimdi, birileriyle uzlaşıyoruz, belirli alanlar yargı denetiminin dışında kalıyor. İşte uzlaşma dedikleri bu. Artık 21. yüzyıldayız ve bundan sonra sosyolojik ve tarihsel bagajlarımızı taşımanın da artık bir sınırı var. Tarihsel bagajlar eğer Türkiye’ye bir standart düşüklüğünü dayatıyorsa, bu bagajları bugün taşımak zorunda olmadığımızı düşünüyorum. Ancak Avrupa Birliği süreci Türkiye’de devreye girince, mesela töre cinayetlerinin indirimi kalktı. Töre cinayetleri buranın sosyolojisidir, bu doğrudur. Özellikle ülkemizin Güney Doğu Bölgesi’nde töre diye bir kavram var ve töre cinayetleri diye de bir olgu var. Sosyolojik bir olgu var. Ama bu sosyolojik olguyu siz ceza hukukuna taşıyacak mısınız taşımayacak mısınız? Ben asla taşınmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu, ülkenin tarihini, coğrafyasını, sosyolojisini dışlamak anlamına gelir mi gelmez mi bilmiyorum. Ama bu töre cinayetine indirim; töreye, cinayete taviz demektir. Bu töreler belki de on yıllarca sürecektir; fakat cinayette taviz olmaz. Türkiye’de hukuk devletinin yaralanmasına bu tip vakalar neden olmamalıdır.
Anayasanın ideolojisi olmaması gerekmektedir. Fakat ideolojiyi doğru tanımlamak gerekmektedir. İdeoloji gerçekte çok güzel bir şeydir. İdeoloji kelime olarak sistematik fikirler bütünlüğü demektir. Bir konuya eğer ideoloji dışında yaklaşırsanız sistematik yaklaşmıyorsunuz demektir.
Bu bağlamda, Atatürkçülük meselesi gündeme gelmektedir anayasayla ilgili. Birileri diyorlar ki Atatürkçülük ideoloji değildir, her çağa, her zamana uyar, canlı, yaşayan bir şeydir diyorlar. Bu aslında Atatürkçülük hiçbir şey değildir, demektir. Atatürkçülük bal gibi bir ideolojidir. Ve bu, kötü bir şey demek değildir. Bence Atatürkçülüğe ideoloji değildir diyenler Atatürkçülüğe hakaret ediyorlar. Atatürkçülük bir ideolojidir ve ideoloji olduğu için de anayasada yer almamalıdır, anayasayı belirlememelidir. Türkiye’de daha uzun yıllar Atatürkçü ideolojiyi sahiplenen siyasi partiler ve insanlar olacaktır. Onlar, diğer ideolojilerle eşit platformlarda yarışacaklardır ve yarışmalıdırlar. Ama bu ideolojiyi anayasaya yansıttığınız anda bu yarış tuhaf bir hâle geliyor, bunu da görmek lazım.
Çünkü, katılırsınız veya katılmazsınız, Atatürkçülük sistematik bir fikirdir. Ama anayasaya damgasını vurması kabul edilemez. Sonra, bir ideolojiyi ideoloji yapan temel nitelik tersinin de meşru olmasıdır. Bir ideolojinin tersi meşru olmazsa kendi de meşru olamaz. Bu çok temel bir niteliktir. Siz Atatürkçülüğü anayasaya anayasal bir ideoloji olarak koyarsanız o zaman tersinin yasal bir ideoloji olması zorlaşır. O yüzden böyle bir ideolojinin anayasada yer alması asla kabul edilemez.
Anayasanın ideolojisi olacak mı? Evet olacak. Ben buna insan hakları ideolojisi diyorum. Çünkü insan hakları ideolojisinin tersi meşru bir ideoloji değildir. Anayasaya damgasını vuracaksa tersi savunulabilecek herhangi bir ideolojik yaklaşımın anayasaya yansımaması şarttır.
İfade özgürlüğü nasıl yansıyacak anayasamıza? Bence kriter çok bellidir; ama bu kriter Türkiye’de çok az tartışılmıştır. 2004’te de Yargıtay TAŞ kararı diye bir karar aldı ki bu karar ifade özgürlüğünün çerçevesini belirler. Şiddete gönderme olmaksızın, toplumu şoke edici, insanları rahatsız edici, toplumun temel değer yargılarını eleştiren her şey ifade özgürlüğünün kapsama alanındadır. Yeter ki şiddete çağrı yapma. Toplum olarak buna hazır mıyız? Benim kişisel olarak bundan kaygım olduğunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Türkiye’de hâlâ bence ifade özgürlüğüne toplumun çok büyük bir kesimi, hatta tamamına yakını henüz hazır değildir.
Sivil asker ilişkileri konusu var… Bunların da mutlaka Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Birliği normları çerçevesinde çözülmesi gerekir. Ayrıca Türk silahlı kuvvetlerinin doğru bir tanımının yapılması lazım. Ben Türk silahlı kuvvetlerine şöyle bir tanım getiriyorum; ama kızıyorlar, neden kızıyorlar anlamıyorum: “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı vergi mükelleflerinin verdiği vergi ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına dış güvenlik hizmeti veren bir kamu idari birimidir.” Bu niye kötü bir tanım olsun, anlamıyorum, çok düzgün bir tanımdır bana göre. Tüm kamu birimlerini bu tanımla açıklayabiliriz. Evrensel tanımlar dışına çıkılmaya başlandığı andan itibaren yerelleşmeler başlıyor ve üstelik bu da meşru oluyor. Kamusal alanda aynılaşma dediğim budur. Belçika sivil-asker ilişkisini nasıl algılıyorsa bizim de öyle algılamamız gerekmektedir. Belçika din devlet ilişkisini nasıl algılıyorsa bizim de öyle algılamamız gerekmektedir. Bu Türkiye için kolay mıdır zor mudur başka bir şeydir. Dediğim gibi her ülkenin tarihsel koşulları farklıdır. Tarihsel bagajları farklıdır. Ama gelinen noktada bu tarihsel betimlemelerin hukuki metinleri belirleme zamanının geçtiğini düşünenlerdenim.
Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kurul olmaktan çıkarılmalıdır. Belirli dönemlerde başbakanın çağrısı üzerine alt komisyon kurulabilir. Burada başbakanın uygun gördüğü herkes olabilir. Mevcut anayasada yer alan şekliyle nasıl hazmediyoruz? Bunu anlamak zordur, demokrasi nasıl hazmediyor? Sonuçta devlet memurlarının içinde yer aldığı kurul, bakanlar kuruluna kararını “bildiriyor”. “Bildirir” kelimesi var anayasada. Her kurumda bir hiyerarşi var. Üniversitede benim altımda yer alan bir görevli bana yani amirine “bildiririm” şeklinde biten bir dilekçe verse bu bir sıkıntıdır. Taslakta “sunar” diyor. Bu da önemli bir değişikliktir, hiç değilse bir adımdır. Çift başlı yargıyı taslakta da hâlâ niye koruyoruz, bundan da vazgeçilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’de bir hukuk eğitimi problemi var. Bu benim gözlemim. Üst yargı organlarına tesadüfi seçilmeyle gelmiyorlar. Oraya ciddi bir eleme ile geliyorlar. Belirli bir dünya görüşüne yakın insanlar geliyor. Eğitim sistemi insanları inanılmaz bir şekillendirme kabiliyetine sahip Türkiye’de. İnsanların dünyaya bakışını çok belirliyorlar.
Mesela, Danıştay çok önemli bir kurum, Fransa’da her şeyin üstünde müthiş bir organdır. Geçen bizim Danıştay başkanımız hanımefendi önemli bir günde, “Biz Danıştay olarak Atatürk çizgisinden ayrılmayacağımıza söz veriyoruz” dedi. Ben aynı görüşlere sahip bir Danıştay başkanı dahi olsam, ben, “Evrensel hukuk ilkelerinden ayrılmayacağıma söz veriyorum” derim. Hukukçuluk budur. Bu Atatürkçülüğü kapsar mı bilemem ama burada bir sıkıntı yaşanıyor.
Yargıtay Başkanlar Kurulu bir açıklama yaptı. Bunları ciddiye almak zorundayız. Zira Türk hukuk sisteminin kremasının kremasından bahsediyoruz. Israrla laik Cumhuriyet vurgusu yapıyorlar. Laik Cumhuriyete bağlı bir insan olduğum için bunları çok rahatlıkla dile getirebiliyorum, kimsenin bana bu konuda söyleyebileceği bir şey yoktur.
Anayasanın 2. maddesinde çok açık bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti demokratik laik hukuk devletidir diyor. Niye bu üç temel kriterden birine ısrarla vurgu yapılıyor en üst hukukçular tarafından? Bu bir dil alışkanlığı olabilir; ama bende bir yurttaş olarak uyandırdığı şey, Cumhuriyetin üç niteliği arasında laiklik ilkesi uğruna hukuk devleti ve demokrasi ilkelerinden çok rahat vazgeçilebileceği ve buna hazır olunduğu imajı veriyor bana. Laiklik tek başına bir Cumhuriyet ilkesi olarak uğrunda çok da fazla mücadele edilmesi şart bir şey de değil. Çünkü laik bir Cumhuriyet, demokratik bir hukuk devleti değilse, benim için çok da önemli bir şey olmayabilir. Demokratik hukuk devletini savunduğunuz zaman laikliği de savunmak zorundasınız. Çünkü Cumhuriyet laik olmazsa demokratik olmaz, hukuk devleti olmaz. Hukuk devleti olmayan laik Cumhuriyetler olabiliyor. Hukukçuların büyük bir çoğunluğunun dillerine ve zihinlerine yerleşmiş kavramlarda çok ilginç bir belirlenme var. Türkiye yeni bir anayasa yapsa da uzun yıllar bu belirlenmenin etkisinde kalacaktır.