İki Milliyetçilik Ortasında Türkiye
By Ayla Chignardet on Tem 17, 2010 in Basın günlüğü, Devlet Terörü, PKK
Her şey “12 Eylül’ün getirdiği huzur ve güven ortamı”nda büyüdü. “Ülkemize kaybettiği huzur ve güveni kazandıran” Kemalist generaller, bu arada, 1930’ların mâlûm ideolojisini bir “restorasyon”a tâbi tuttular. Peşlerinden gelen siyasîler de bu restorasyonu sürdürdüler. Bu esnada, kimi yöreler, ilgili teşebbüsten nasibini ziyadesiyle aldı. Sanki özel bir kasıt ile, kimi dağlara “Ne mutlu…” ile başlayan meşhur slogan yazıldı. Özellikle bir beldeyi hedef alırcasına, “Türkçeden başka dil yasaktır” mealindeki bir kararname çıkartıldı. Aynı dönemde, pekâlâ İngilizce eğitim veren üniversite ve liseler vardı; ama bu yasaktan kasıt başka olmalıydı.
Tüm bunların kimi hisleri beslediği bir ortamda, Doğu’da, özellikle Güneydoğu’da garip gelişmeler yaşanacaktı. Sözgelimi, evler yakıldı, insanlar dağa kaldırıldı, aileler kurşuna dizildi. Gün geldi; Taşdelen, Pınarcık, Gündikkörti gibi köylerde 29 kişi, 18 kişi, 11 kişi birden öldürüldü. Güneydoğu’da bir şeyler oluyordu; ama 12 Eylül ile “anarşinin kökü kazınmış” olduğuna göre, bunlar “önemsenmeye değmez” olaylardı. Hadiseler durmadı; “çete” dendi. Yine durmadı; “şakîler” dendi. Hâlâ durmadı; “bölücü eşkiya” deyimi kullanıldı. Yine durmadı; “bölücü terör örgütü PKK” her gün haber konusu haline geldi. Tüm bunlar olurken, ucu güç kullanımına giden koruculuk, asker sevki, olağanüstü hal gibi bir dizi icraat uygulandı.
Gelin görün ki, yirmi yılı aşkın bir terör sürecinden sonra, hadiseler hâlâ devam ediyor. Hadiseler devam ederken, son dönemlerde, yeni ve çok daha tehlikeli bir gelişme de gün yüzüne çıkıyor. Taraflar bileniyor, gerilim tırmanıyor; ve bu arada, PKK ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki kavga, adım adım iki Müslüman kavmin ihtilâfına dönüşüyor. Hadiselerin getirdiği yanlış hâlet-i ruhiyeler içinde, kimi yerde kendisine Kürt denilen Müslümanlara; başka kimi yerde ise, kendisine Türk denilen Müslümanlara soğuk bakılıyor. Kimi sohbetler Türklerin Kürtlerden, başka bazı sohbetler ise Kürtlerin Türklerden üstünlüğü minvalinde seyrediyor. Kimileri Doğu’nun ihmal edilmişliğinden, başka kimileri Doğu halkının tembelliğinden dem vuruyor. Birileri “Batı Doğu’yu sömürüyor” telâşında; öbürüne bakılırsa “Asıl biz sömürülüyoruz.”
Ve hadiseler devam ediyor.
Bu hengâmda, ne yazık ki, kimi güzelim ölçüler birçok zihinden silinmiş gibi. “Arap’ın Acem’e, Acem’in Arap’a üstünlüğü yoktur” nebevî hükmü, hadiselerin seyri içinde menfî milliyet fikrine saplanıp kalanların zihninde, artık işlemiyor. Rabbimizin “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkâr ile yabanî bakasınız, husumet ve adavet edesiniz değildir” fermanı da…
Ve hâlâ Güneydoğu’da kan akıyor.
Devleti yönetenlere bakılırsa, endişeye mahal yok. Hep aynı şey söyleniyor: “Üstesinden geliriz… Kanlar yerde kalmayacak… Türkiye Cumhuriyeti büyük devlettir…” Beri yanda PKK’ya ve onun siyasî uzantılarına bakılırsa, o cephede tablo apaçık…
Televizyon kanalları, gazeteler, dergiler haber üstüne haber ekliyor. Akademik kurullar, paneller, konferanslar çözüm üstüne çözüm üretiyor. Sonuçta, hiçbir şey değişmiyor. Sadece ayranlar daha bir kabarıyor. Herkes “çözüm” peşinde. Sağcı-solcu, İslâmî yahut gayri İslâmî, herkes “tepeden” çözümler üretiyor. O kadar ki, “Kürt sorunu ışığında Türkiye İslâmî hareketi” gibi beylik başlıklar dahi mevcut. Bir konuda genelleme yapmanın kolaylığı, pek çok kesimi sarmış gibi görünüyor. Devlet erkânı, zaten, laik ve Kemalist bir devlet nasıl düşünürse öyle düşünüyor. Hattâ devlet içindeki “şahin”ler, daha da ötesini düşünüyor. TV kanalları, gazeteler, dergiler ise, devletin yanında veya karşısında olsun, “devletçi” düşünüyor. Kimi insanlar da öyle düşünüyor. Kimi mevcut devleti esas tutarak, kimi yeni bir devlet tasarlayarak, ama ikisi de “devlet-eksenli” düşünüyor. Zihinler toptancı, genellemeci, sözüm ona “global” çizgiler içinde dolaşıyor. O kadar ki, meseleye verilen isimler bile bunun örneği: “Doğu sorunu”, “Kürt sorunu” vs. Bu arada, çoğu kez şunlar sorulmuyor: “Doğu sorunu” doğru bir tanım mı; asıl “sorun” Doğu’da mı? “Kürt sorunu” deniliyor; “sorun” kendisine Kürt denilen mü’minler mi? Bunlar sorulmuyor; balıklama, dalıyoruz.
Ve Güneydoğu’da hâlâ kan akıyor.
Yıllar önce Amerikalı şair Allen Ginsberg, kendi halkına “Daha kaç yıl kafayapını Time dergisinin şekillendirmesine izin vereceksin?” sorusunu sormuştu. Bugün ise, tüm şu hengâmede galiba bizim benzer bir soruyu sormamız gerekiyor: Daha kaç yıl gündemimizi, eleştirdiğimiz TV’ler ile gazete ve dergiler belirleyecek? Daha kaç yıl, “dinin hakikatına yabancı” dediğimiz laik aydınların bulduğu kelime ve kavramlarla düşüneceğiz? Daha kaç yıl, aslında birer insan olduğumuzu unutup, “devlet”mişiz gibi davranacağız? Daha kaç yıl, mevcut ya da muhayyel bir devlet adına, sair dindaşlarımıza hasım olacağız?
Oysa, hadisenin kökeni, yıllar, hattâ yüz küsur yıl önce, bir “devlet sorunu” olarak başlamadı. Meselenin tohumları, tek tek insanların dünyasında atıldı. O insanlara yeni insanlar eklendi, gruplar oluştu. Gruplar gelişti, topluluğa dönüştü. O topluluklardan kimi siyaset sahnesine çıktı; sonra, şu veya bu yolla siyasî iktidara hakim oldu ve ancak o anda mesele “devlet sorunu” halini aldı.
“İnsan ancak düştüğü yerden kalkar” der bir Hintli düşünür. O yüzden, bir meselenin altından kalkabilmek için, önce nereden düşüldüğünü, nereye düşüldüğünü ve neden düşüldüğünü bilmek gerekiyor.
Sekiz asır önce, şu topraklarda, yine aynı milliyetlerden insanlar vardı. Hâkim iki unsur, bugün karşı karşıya düşme tehlikesi yaşayan iki Müslüman kavim idi. Ne ki, Türkçülük de, Kürtçülük de yoktu. Sadece şu topraklarda değil, dünyanın hiçbir yerinde, bugünkü anlamda bir milliyetçilik yoktu. Din vardı, bu arada İslâm vardı; ve kişilerin kimliğini ve kardeşlik bağlarını o belirliyordu.
Fakat, Rönesans ve Aydınlanma’nın peşi sıra gelen “Hıristiyan Batı”nın “laik Avrupa”ya dönüşümü süreci, başka birçok şey kadar, “millî-devlet”i ve “milliyetçilik”i de gündeme getirdi. “Avrupa’yı Düşünmek” yazarı Edgar Morin’in tespitiyle mekanistik bilim anlayışı inancın hizmetinde bilimin, hümanizm dinin yerini alırken; “millî-devlet” âdeta dinin, millî bağlar ise dinî bağların yerine geçti. Siyaset bilimci Mehmet Gönlübol’un ifadesiyle, bu ortamın bir meyvesi olan milliyetçilik, “onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında gelişti,” müşahhas örneğini ise 1789 Fransız İhtilâli ile sundu. Akabinde, “Avrupa ülkelerinin birçoğunda, hemen hemen aynı zamanda” ortaya çıktı. Ve oradan, adım adım tüm dünyaya yayıldı. Ne ki, ortada garip bir durum vardı. Önce bir “millet” var olup, ona dayanarak bir milliyetçiliğe gidilmiş değildi. Tersine, Prof. Gönlübol’un tesbitiyle “önce ulusçuluk doğmuş, sonradan da bir ‘ulus’ yaratılarak ‘ulusal-devlet’ oluşturulmaya çalışılmış”tı.
Edgar Morin, Carlton J. Hayes, Arnold Toynbee gibi birçok kalemin tespitiyle, yaşanan şuydu: “Millî-devlet Hıristiyanlığa olan bağlılığı kendine bağlılığa çevirerek ve hatta onu mitolojik bir biçimde aileye duyulan duygusal bağlılıkla besleyerek, dine dönüştürdü; ulusal din, bütün dünyaya yayılmadan önce, Batı Avrupa’nın egemen dini oldu.” Bu ortamda millî-devlet, Morin’e göre, “yeni ve gerçek anlamda modern bir dinin hem kaynağı, hem temeli, hem de odak merkezi olacaktı.”
O sıralar “Neden Garb’ın gerisinde kaldık?” sorusu, İslâm dünyasında âdeta bir “saplantı” halini almış durumdaydı. Birçok önemli kişi, bu arada aydınlar, vezirler ve hatta sultanlar için, akabinde, “Avrupa’yı her yönüyle takip ve taklit” tavrı da gelecekti. Bu halet-i ruhiye içinde, “millî-devlet” ve “milliyetçilik” dalgası, tüm uzantılarıyla birlikte, İslâm dünyasını da tesiri altına aldı. Meselâ Osmanlı toprağında önce gayrimüslim unsurlar ayaklandılar. Sırplar, Yunanlılar, Romenler ve Bulgarlar, sırayla, bağımsız “millî-devlet”ler kurdular. Bu dalga, tedricen İslâmî kardeşliğin de kanına girdi. Ortalıkta, Müslüman unsurları birbirinden üstün gören yazılar, tavırlar, konuşmalar sökün ediverdi. Ahmet Mithat Efendi gibi, “Türkler olmasaydı, Rumlar, Kürtler, Araplar ve Ermeniler kendilerini gösteremezlerdi” diye yazanlar çıktı. Şemseddin Sami gibi, “Yedi-sekiz yüz seneden beri İslâm’ı himaye ile Allah yolunda cihad edenler Araplar olmayıp, o beğenmediği Türkler ile, onlara tâbi olan kavimlerdir” diye yazanlar da… Ki, tam tersini yazanlar da mevcuttu. Yirminci yüzyılın başında, İstanbul’un, Şam’ın, Bağdat’ın, Kahire’nin, Hicaz’ın, Van’ın birçok kahvesinde artık “İnananlar ancak kardeştir” ilahî hükmünden çok, “Bizim kavmimiz daha üstün” nefsanî hükmü konuşulur olmuştu.
Nitekim, bu halet-i ruhiyenin değişik tezahürleri karşısında, 31 Mart 1909 günü, bir gazetede, Said Nursî şu ikazda bulunma lüzumu hissedecekti:
“Madem ki, meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyet’tir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revâbıt ve milliyetleri İslâmiyet’ten başka bir şey değildir. Nasıl ki az ihmal ile tevâif-i mülûk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır.”
Bediüzzaman’ın hatırlattığı üzere, Asr-ı Saadet ile, “cahiliye asabiyet”i ölüme gönderilmişti. Zira, Hz. Peygamber’in hadisince, “İslâmiyet cahiliye asabiyetini kesip atar”dı. Çünkü, asabiyet, adı üstünde, câhiliyetin meyvesi idi. Câhiliye devri ise, vahyin hayattan silindiği, insanların kul olduklarını unuttuğu; bilakis ene’lerin hüküm sürdüğü bir zamanı temsil etmedeydi. Bu zamanda “ben”ler ön plânda idi; hükümler buna göre veriliyordu. Ayrıca, “ben”lerin soy, şehir, kabile ve ırk bağları ile “biz”e dönüşümü de söz konusu idi. Ve beraberce “ben”ler ile “biz”lerin “mahlûkiyet noktasında ve mabudiyetten uzaklık noktasında bir”liği konuşulmuyor; bilakis “Biz daha üstünüz” kavgası yaşanıyordu. O kadar ki, âyetin tespitiyle, daha üstün olduğunu ispat için, birbirinin mezarındaki ölüleri saymaya kalkışacak derecede…
İşte, yirminci yüzyılın başında İslâm dünyasında ve her bir mü’minin kendi dünyasında benzer bir halin emareleri belirmiş durumdaydı. Sözüm ona “Aydınlanma” denilen, gerçekte ise tüm insanlığı vahiyden tecerrüdün karanlığına çağıran bir dünyevî kasırga ve bir ürünü olarak milliyetçilik sadece doğum yeri olan Avrupa’yla münhasır kalmamıştı. Birçok mü’minin dimağını, birçok Müslüman kavmin ortak hayatını da tehdit ediyordu. “Mahlûkiyet noktasında ve mabudiyetten uzaklık noktasında bir”liği ders veren ubudiyet şuuru yerine, nefisleri ve nefislerin toplamı kimi oluşumları putlaştıran yeni bir hayat anlayışı sunuyordu.
Ve bu anlayışın dünyasında hâkim olduğu bir zümre, son deminde Osmanlı’ya hâkim oldu. Daha da ileri giden bir diğer zümre ise, “selâmet-i din” adına yapılan bir savaşın akabinde kurulan TC’ye az zaman sonra ağırlığını koydu. Bu esnada “asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır” sözünün fiilî birçok örneği gözlendi. TC bir “millî-devlet”e dönüştürülme durumunda idi; milliyetçilik ise, artık resmî ideoloji halini almıştı. Devletin başındaki şahsın yazdırdığı bir kitap, bu yolda izlenen politikanın özetini sunuyordu: “Din Yok, Milliyet Var.”
Bilhassa 1930’lu yıllar, bu kesin tavrın getirdiği bir dizi vâkıayı sunuyor. Güneyden şu vatana, ancak ve ancak “Kur’ân nuru” ve “İslâmiyet ışığı” geldiği halde, “Cenup tarafındaki dindaşlara adavet.” Dolayısıyla, Arap düşmanlığı perdesi altında Hz. Peygamber’e ve onun bildirdiği hakikate karşı soğukluk hissini verme… İmanî salâbetin mücessem örneği olagelmiş “Şark vilâyetlerindeki vatandaşlara” husumet… Menfî milliyetin getirdiği ruh hali içinde verilmiş pek çok adaletsiz hüküm… Tehlike olurlar korkusuyla, sürgün ve mecburî iskan. Sason örneğinde olduğu gibi, münferit bir hadiseyi haksız yere topyekün bir beldeye harekât yürütme vesilesi kılma… Sürülen yüz binler… Öldürülen on binler… Göstermelik mahkemeler sonucu ipe giden insanlar…
Ki, bu kabil uygulamaların açtığı yara hâlâ dinmiş değil. Keza, “Din Yok, Milliyet Var” diyen bir rejimin sunduğu “millî”ci eğitimin zihinlerde açtığı yaralar da.
Bugün ise, meselenin doğduğu çerçeve değişmeksizin, o çerçeve içinde “çözüm”ler aranmada… Geçmişin Kemalist milliyetçiliğinin sebebiyet verdiği icraatların beslediği bir karşı-milliyetçilik hareketi karşısında, yine milliyet-eksenli ve temelde yine Kemalist -dolayısıyla vahiyden kopuk, dünyevî- yollarla çözüme ulaşmak isteniyor. Bir anlamda, hastalığa deva olarak, hastalığın sebebi sunuluyor.
Oysa, tarih ve hal, milliyetçiliğin bu noktada kalıcı bir çözüm getirmediğini belgeliyor. Çünkü, felsefî temeli itibarıyla milliyetçilik çözüm değil, problem öneriyor.
Tüm bir insanlık tarihini, “ene” tahlili ışığında “nübüvvet” ve “felsefe” olarak iki çizgiye ayıran Said Nursî, menfî milliyeti “peygamberlere iman”ın karşısına koyarak, “felsefe” çizgisine şöyle oturtuyor:
“Hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı Kuvvet kabul eder. Hedefi, menfaat bilir. Düstur-u hayatı cidal tanır. Cemaatlerin râbıtasını ‘Unsuriyet, menfî milliyet’ tutar. Semerâtı ise, ‘Hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir.”
Akabinde, bu temellerin getirdiği sonucu, şöyle sunuyor Said Nursî:
“Halbuki, kuvvet’in şe’ni tecavüz’dür. Menfaatın şe’ni her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde ‘boğuşmak’tır. Düstür-u cidâlin şe’ni, ‘çarpışmak’tır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, ‘tecavüz’dür.”
Yine onun tahlilinde “nübüvvet” çizgisinde ise, alternatif tablolar görüyoruz: Dayanak noktası olarak, kuvvete bedel, hak. Gayede menfaate bedel, fazilet ve rıza-yı ilahî. Hayat düsturu olarak cidal yerine teavün. Cemâatlerin rabıtalarında, unsuriyet, milliyet yerine ‘râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî’. Bunun tezahürü ise, ittifak, tesanüd, birbirinin yardımına koşma, uhuvvet, incizap olarak beliriyor.
Bu tahlilin ışığında ve de bu tahlili doğrulayan pek çok vâkıanın eşliğinde, “menfî milliyet” fikrinin nereden gelip nereye gittiği apaçık belirmede. Ne ki, “sıdk ile kizbin beraber bir dükkanda satıldığı” bir zamanda yaşıyoruz. Elmas ile kömür, doğru ile yalan, artık birlikte sunuluyor. Temelde “felsefe”nin meyvesi olan bir husus, pekâlâ Kur’ân’ın malıymış gibi sunulabiliyor. “Menfaat” mü’minin hedefi olmayacağı yerde, pekâlâ “millî çıkarlar”dan dem vurulmada. “Unsuriyet ve menfî milliyet” mü’minin râbıtası olmayacağı yerde, pekâlâ “millî-devlet” mantığıyla davranabiliyoruz.
Bugün Türkiye’de bunun binlerce, hatta milyonlarca örneği yaşanıyor olmalı. “Millî-devlet”i bir değişmez doğru, milliyetçiliği ise -ister Türkçülüğe, ister Kürtçülüğe uzansın- temel hayat ölçüsü gibi görmenin iç dünyalarda açtığı yaralar gittikçe genişliyor. “Laik” ve dünyevî bir siyasî yapı adına mü’min kardeşine küsecek derecede. Yahut kan kusan bir terör örgütü lehine, dindaşına sırt çevirecek seviyede.
Güneydoğu’daki yangın durulur mu, bilinmez. Ama bilinen ve görülen o ki, hadiselerin günlük seyri ile uğraşırken kabaran menfî duyguların yüreklerde açtığı yangın, dur denilmezse, biraz zor durulacak.
Korkarım, o mâlûm dönemde bir yanda “Kürt yoktur, onlar dağ Türk’üdür” denilirken bir yandan “Said Kürt’tür” diye ötekileştirilmek istenen Bediüzzaman’ın “tahribatçı ehl-i bid’ayı uyarırken söylediği tehlikenin eşiğindeyiz: “Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak.”
Hangi etnisiteye mensup olursak olalım, milliyetçiliği siyasetin ve zihniyet dünyamızın merkezinden alıp çıkarmadıkça, bu “kabil-i iltiyam inşikak”a bir adım daha yaklaşıyor olduğumuz endişesini taşıyorum.
Öz
Bu yazıda, sözüm ona ‘Aydınlanma” denilen, gerçekte ise tüm insanlığı vahiyden tecerrüdün karanlığına çağıran bir dünyevî kasırganın; “milliyetçilik”in Müslüman bir ülkede nasıl zihinleri bulandırdığı, yüzyıllar boyu birlikte yaşayan iki unsur arasında ne tür problemler ürettiği ele alınmakta; çözüm olarak da milliyetçiliğin siyaset ve zihniyet dünyamızın merkezinden çıkarılması önerilmektedir.