Sütlaç
By Özlem Yağız on Tem 18, 2010 in İnsan
Bugün tuhaf bir şey oldu. Tuhaf demek yetersiz kalır. Aslında saçma. Ya da aptalca. Son bir senedir neden yaptığımı bilemediğim bir şeyin sırrını çözüverdim. Sırrı çözmek aptalca değildi. Öyle aptalca bir şeyin sırrını çözüverdim ki bunu keşfettiğime bu kadar sevinmem çok saçmaydı.
Öylesine sallana sallana yürüyordum. Bir banka işim vardı. Ana caddenin güneş vuran tarafındaydım. Karşı tarafa bakan sokaklara pazar kurulmuş. Orası gölge ama nasıl da nefret ederim pazarlardan. Üstelik pazarın içinden geçsem bu sıcakta çok daha hızlı varacağım bankaya ama yok işte. Şimdi önümdeki yürümez, arkamdaki ittirir, satıcıların bağırtılarına sinir olurum. İyisi mi Temmuz güneşine katlanmak daha iyi. Yokuş aşağı cadde boyunca yürürken tam caminin köşesinde yine o teyzeye rastladım. Hani iki üç gün önce yine aynı yerden hızla yürürken rastladığım o hızım sebebiyle durup ıslak mendil almadığım teyze.
Ne kadar üzülmüştüm sonra mendili almadığıma. Teyze çok tatlı, güzel yüzlü. Sait Faik der ya bir hikayesinde insanlar artık yaşlanmıyorlar çirkinleşiyorlar diye. İşte bu yaşlananlardan. Minicik. En az 80-85 olmalı. Benim babaanneme de çok benziyor. Bu birazcık daha dinç. Aynı babaannem gibi başını beyaz bir başörtüsü ile çenesinin altından bağlamış. Yeşil ışıl ışıl gözleri var. Üzerinde bütün o yaş Anadolu kadınlarının giydiği gibi bir basma entari. Sadece gözlerine baksam derim bu 8-10 yaşlarında okula giden muzip zeki bir çocuğun gözleri. Heyhat ki yüzü çizgi dolu. Minicik bedeni bükülmüş, elinde mendiller ayakta öylece duruyor işte.
Bu defa hazırlıklıyım. Hemen bir mendil alıyorum. İki lira veriyorum kadına. Mendil fiyatını bilmiyorum ama iki mendillik falan olmalı para. Belli ki bu yaşında satış yaptığına göre dilenmek istemeyen bir kadın. Bari biraz fazla vereyim diyorum faydası olur. Kadın 80 lik bir kadından beklenmeyen bir çeviklikle kolumu yakalamasın mı. Hayır diyor iki mendil alacaksın iki lira verdin. Babaannem geliyor aklıma. Üniversitede bile bayramlarda içine azıcık bir para koyduğu mendilleri elimize tutuştururdu aynı böylesi bir kararlılıkla. Babaanne derdim ben büyüdüm artık bana vermene gerek yok, küçük torunlarına ver. O da bileğimi güçlü bir şekilde yakalar “olmaz ki vallahi alacak sen, ben yemin etmiş ki” diye kırık dökük kendi icadı olan cümleler ve Arap şivesi ile elime tutuştururdu mendili. Hiçbir zaman kararlı bir insanın karşısında direnemediğim, hayır benim dediğim gibi olacak diyemediğim gibi yine direnemeden peki diyorum bu kadına da. Babaanneme de direnmek mümkün değildi zaten. Öyle sevinçle bakıyor ki yüzüme, gözleri parlıyor. İki liralık bir satış yaptığı için mutlu. Yalnız mı acaba. Tek mi yaşıyor bu yaşta bu güneşin altında mendil sattığına göre. Sorulmaz ki şimdi. Soramam ben öyle durup dururken insanlara soru falan. Ya kızarlarsa ya üzülürlerse. Ne hakkım var canım onların hayatına destursuz dalmaya. Yaşlı bir kadın işte. Mendil satıyor. Ve iki tane sattı diye şimdi mutlu. Kimi ilgilendirir gerisi! Onun mutlu mutlu gülümsemesi utandırıyor beni. Utanıyor muyum belki de öfkeleniyorum aslında. Evet öfkeleniyorum. Kime neye olduğunu bilemediğim için şu anda bu kadına öfkeleniyorum.Aferin sana sen bir mendil parası fazla almayacak bir karakter sahip olduğun için şimdi buralarda bu kaldırımdasın işte diyesim geliyor. Aynı şeyi bir yıl önce bir sokak arasında gencecik elinde perişan bir çocuk olan bir kadın yapmıştı bana. Bir kış günüydü. Ne yaptıysam ikinci mendilin parasını almayı kabul etmedi. Ona da kızmıştım böyle. Hem ona kızmıştım hem kendime. Adını koyamıyorum ama öfkeleniyorum işte. Ne zaman böyle bir gurur karşısında çaresizlik hissetsem öfkeleniyorum. Ah şu kahrolası fakirler fazladan bir lira verip vicdanımızı soğutma şansını bile vermiyorlar bize. İlla ki takılacaklar işte kafamıza. Bak sana inat şimdi bir pastaneye gireceğim. Oturacağım ve benden almadığın o paranın kat kat fazlasını verip çıkacağım dışarı.
Caddeden aşağı indiğimde dalıveriyorum pastaneye. Ne yiyeceğim belli. Sütlaç. Son bir senedir anlaşılmaz bir tutkuyla ne zaman bir tatlı yemek istesem sütlaç alıp yiyorum. Başka hiçbir tatlıyı görmüyor gözüm. Nerede otursak yemek yiyeyim yemeyeyim gözüm sütlaçlarda. Çoğu zaman kasedeki tatlının yarısını bile bitirmiyorum. Ama yine de vazgeçemiyorum bu tatlıdan. Eşim dostum arkadaşım hayret ediyor. Allah Allah şimdi bebek maması gibi o tatlıyı mı yiyeceksin diyenler oluyor bazen. Her zaman severdim ama niye bu kadar taktım bir senedir bilmiyorum.
İyi bir pastane. Hep şık müşterileri var. Karşımda oturan yaşlı kadın ile oğlu belli ki gün görmüş durumu çok iyi insanlar. Adam sakin bir sesle yurt dışındaki birilerinden bahsediyor kadına. Kadın maviş maviş gözleri ile adamı dinliyor. Arada bir kısa cümleler ile katılıyor konuşmaya. Yaşlı bir kadın. Gençliğinde çok güzel olmalı. Ufak tefek ama yine de anlaşılıyor. Üzerinde şifon bir elbise var. Ne kadar da narin görünüyor. Bana Nermin Bezmen’in Sır romanının kahramanını hatırlatıyor. Hani hep kahramanları meneviş mavi gözlüdür ya Bezmen’in. Asilzade bir kadının sıra dışı aşkları uçarı hayatını anlatır Sır romanında. Ya da sanırım öyleydi. Bir yerden sonra okuyamamıştım kitabı. Sıkılmıştım asil bir kadının sıra dışı hayatından. Güzel, zengin varlıklı insanların çektiği aşk acılarından. Sıradan insanların öyküleri sıra dışı idi benim için. Aşkının peşinden yollara düşen basit bir Rus kızı Shura’nın ya da sıradan bir kadın olan Murka’nın hikayesi gibi sürüklememişti beni zengin maceralı bir hayatı olan Hüma’nın hayatı. Yine de karşımdaki ufak tefek alımlı yaşlı kadını o romanın kahramanı Hüma’ya benzetmekten alamıyorum şimdi kendimi. Sonra haksızlık etmemeli diye düşünüyorum. Anastasia, Anna Karanina ah ne güzel kahramanlardı onlar. Nasıl da zevkle okumuş, sinema perdesinde seyretmiştim. Yaşlandıkça huysuzlaşıyor olmalıyım. Ama belki de huysuzluk değil bu. Bir tepki. Belki hem huysuzluk hem de bir tepki. Son yıllarda kitap raflarını kaplayan o sultan bu sultan şu prenses hikayelerinin de hiçbirine elimi sürmüyorum. Tepkime sebep olan soyluların hikayelerinin yazılması değil, artık insanların büyük çoğunlukla her yerde sahip olamayacakları hayatlara gıpta etmek sebebi ile gösterdikleri bu olağanüstü teveccüh. Sahip olamayacağım bir hayata sahip olsaydım nasıl bir şey olurdum. Ah o magazin sayfalarındaki şık güzel kadınlar ve playboyların yaşantıları yok mu? Filanca zadelerin gelini ile falanca zadelerin damadı bu hafta nerede ne yapıyorlar acaba dikizleyeyim merakı. Zadelerin yaşadığı aşk acısı bizim berberin çırağının yaşadığından farklıdır elbette. Aşkları da asil olmalı onların. Bizimkilerin aşkından ya trajedi çıkar ya üçüncü sayfa cinayetleri. Magazin sayfalarına bakıp iç geçirir sonra üçüncü sayfa haberlerine döner halimize şükrederiz bizde! Eh roman okumak istiyorsak filanca prensesin harem kuytularındaki ateşli aşkları bin kat yeğdir sokaktaki mendil satıcısı kadınların o perişan çocukları nasıl bir aşkın sonunda peydahladıklarına.
Karşımdaki yaşlı kadının ne güzel bir hayatı olmuş olmalı. Mutlaka eski bir İstanbul hanımefendisi o. Konuşması, tavrı masada dimdik derli toplu oturuşunda dahi bir asalet var. Gülümseyişi kontrollü. Saçları boyasız ama çok güzel kesilmiş. Sır romanını hatırlıyorum yine. 96 yaşında ölen meneviş gözlü güzel Hüma’yı. Çaktırmadan gülümsüyorum. Kadın kendisini süzdüğümü anlamasın diye kapıdan dışarı bakıyormuş gibi yapıyorum. Zaten çocukluğumdan beri hep işkillenirim birilerine baktığımda kızacaklar diye. Dikemem gözlerimi, bazen ilgilendiğim anlaşılmasın diye saçma sapan hareketler yaparım. Bu seferde kendimi komik duruma düşürdüğüm için kızarım kendime… Az önceki yaşlı kadını hatırlıyorum yine. Her gün gördüğüm onlarca insanın standart davranışını. Satın aldığım şeylere tutturabildiği kadar kar koyan, iki katına satan başarılı tüccarları, zehir gibi bir bardak çaya oturduğum her yerde başka başka ücretler ödeyişimi. Taksiden inerken şöförlerin sorgusuz sualsiz ücretin üstü çıkmayınca üst rakamlara yuvarlayıverişini. Sokağımdaki emlakçıdan, eski iş arkadaşlarıma, konu komşuya bir yığın muhteris insan geliyor aklıma. İçlerinde çocuğunu kaçırıp kocasını şantajla dolandıran kadınlardan, parayla oynadığı halde ayrıldığı karısına inat çocuğuna bir kuruş koklatmayan erkeklere kadar türlü türlü karakter var. Bir sürü sinirli, yırtıcı yüz. Ortak özellikleri hep aynı. Şiddetli bir hak iddiası. Hepsi ben diyor, benim hakkım diyor, ben haklıyım diyor da başka bir şey demiyor. Ah diyorum saf teyzem, sen işte böyle saf olduğun için o sokaktasın mendil satıyorsun şimdi. Kimbilir bu saflıkla zamanında elindeki nelerini kimlere kaptırdın. İyi mi oldu bak yazılacak bir hikayen bile yok şimdi. Üçüncü sayfa haberi olursan belki. Hani demiş ya şair bir namazlık saltanatın olacak, belki bir üçüncü sayfa köşesi kadar haberin olur senin de. Eskidenmiş çirkinleşmeden yaşlanan teyzecikleri anlatan Sait Faikler falan. Artık onlar da yazmaz senin hikayeni. Hem kimin umrundasın ki sen! Ne olağanüstü acıların var kale alınacak ne şampanya kokan aşkların.
Nihayet geliyor sütlacım. Bir kaşık alıyorum. Sütlaç da sütlaca benzese bari. İyi pastane güya. Nam yapmış pastane. Pirinçsiz sütlaç mı olur. Ya böyle çorba gibi sulu. Çok kötü. Ama yavaş yavaş bir şeyleri uyandırıyor zihnimde. Neşeleniyorum yedikçe. Yediğim en güzel sütlaç bu. Neden son bir senedir sütlaca taktığımı en çok da kızdığım hüzünlü olduğum zamanlarda yemek istediğimi anlıyorum. Bu kötü sütlaç dünyanın en güzel sütlacı. Benim çocukluğumda bir yemek şirketinden evimize gelen kötü sütlaçların aynısı! Ne çok severdim o sulu, mama gibi sütlaçları. Haftada bir mi gelirdi. Ayda bir mi hatırlamıyorum. Ama dünyalar benim olurdu. Bir beş dakika kadar süren çocuksu bir mutluluktu o. Bir senedir aradığım sütlacın tadı değildi anlaşılan. O kızın yaşama sevinciydi. Hep de balkonlarda kurduğu yazar olma düşleri. Girdiği kırtasiyeler de defterlere, şık kalemlere sürekli elini değdirmesi okşaması.
Dünyanın en beter sütlaçlarından birini yiyorum. Yerken küçük bir kız gülümsüyor pastanenin camından bana. Ben diyor selpak satan gururlu, yaşlı teyzeyi yazacağım. Kimsenin umurunda olmasa da, okumasa da yazacağım. Onun da bir hikayesi olacak.
Göreceksin.
11 Yorum
Yazan:ertuğrul Tarih: Tem 18, 2010 | Reply
evet bazen ne kadar bencil oluyoruz bir fakire verdiğimiz fazladan bir iki liranın onda yaratacağı sevinçten ziyade nefsimizin büyük fırınına bir odun parçası atmamızın mutluluğunu yaşarız ama köşeyi döndüğümüzde o büyük dipsiz, çapını kendimiz bile bilmediğimiz fırınımız yine de uysuzdur arkamızdakinin tüm sorunlarını çözdüğünü sanmış fırınımızı bira daha ateşlendirmişizdir
Yazan:durhat Tarih: Tem 18, 2010 | Reply
insan odaklı,içten,samimi bir anlatı.akıcı ve duru bir dille yazılmış.keşke biraz daha erken farketseydim özlem henımın bu güzel yazısını.insan duyguları ancak bu kadar ifade edilebilirdi.vicdan,merhamet gibi temalar oya gibi işlenmiş.ayrıca insan ahlakını oluşturan içsel dünyanın derinlikleri de iyi tahlil edilmiş.hasılı insan kokoyor yazı,sayın yazarı kutluyorum.
Yazan:Cengiz Cebi Tarih: Tem 19, 2010 | Reply
“Meşru dairede keyfine bakmak” furyası almış başını gitmiş.
Sormak isterim, dünyada bu denli sefalet yaşanırken “meşru dairede keyif yapmak” ne kadar meşrudur?
“Zekatımı basarım, keyfime bakarım” derken gönlümüz rahat eder mi?
“Helal kazancım, huzur içinde harcarım” derken gerçekten huzurlu muyuz?
Israf nerde başlar acaba?
Israf olmasın diye çöpe ekmek atmaktan şiddetle kaçınırken, lüks evler, lüks arabalar, lüks giyecekler.. israftan sayılmayacak mı?
Hülasa; ‘meşru daire’yi kendimiz uydurup kendimiz oynuyor olmayalım?
Yazan:çuvaldız Tarih: Tem 19, 2010 | Reply
Özlem hanım nefis bir yazı olmuş.. yüreğinizi elinize almış ve bu kez o yaşlı teyzeyi dokunmuşsunuz…bizi de duygularınızı kaleme alarak bu muhabbete şahit kılmışsınız..yazıyı okuduktan sonra benim de suratımda sayenizde bir tebessüm oluştu..kaybolan kıymetli bir şeyi yeniden bulan biri gibi hissettim:)…sağolun
Yazan:Nursel Tarih: Tem 19, 2010 | Reply
İçten bir anlatımla yazılmış. Çok beğendim. Güzel romanları okurken karakterleri gözümde canlandırdığım gibi mendil satan yaşlı teyze ve pastanedeki yaşlı hanım gözümde canlandı. (Neden beyaz başörtülü basma entarili hanımlara teyze deyiveririz de diğerleri yaşlı hanım olur onu da bilmiyorum.)
Yazan:özlem Tarih: Tem 19, 2010 | Reply
bilmem belki biri biraz daha bizdendir. Benim babaannem gibidir mesela. öbürü daha mesafelidir. Hanımefendidir işte:(
Çok sağolun arkadaşlar. Zaman mı değişti bilmiyorum insan biraz daha kişisel ya da duygusal yazıları yazarken tereddüt ediyor. Bugünün dünyasında pek de olmaması gereken yazılar gibi sanki onlar. Şiir, duygular, kişisel anlatımlar… Pek de akıllı olmayan insanların işi gibi:) Ya da size bu duyguyu hissettirenler çok oluyor. O yüzden bu tür teşviklerin yeri değeri çok fazla benim için. Daha soğuk, politik, bilimsel ya da istatistiki verilerle süslü bir yazı yazdığınızda böyle bir şely hissetmezsiniz. Onu yazarsınız işte. İyidir ya da kötüdür. Ama biraz daha duygularla ilgili bir şeyler yazdığınızda deyim yerindeyse babasına ilk şiirini ya da resmini yapıp göstermeye gelen bir çocuk gibi hissediyorsunuz kendinizi. Utanmaya, utandırılmaya, vaz geçmeye çok hazır. Fazlası ile naif. tabi sanırım yazmayı hayatının merkezine oturtmuş yazarlar için değildir böyle. Onlar zbir şekilde aşmıştır bu tür duyguları ama benim gibiler için böyle. O yüzden ayıp mı ediyorum bilmem ama güzel bir ses alınca bu tür yazılardan seviniyorum.:)
Cengiz arkadaşım orası da bambaşka bir dünya. Hayat boyu pek yokluk nedir bilmemdim. Ama lüks hayat nedir onu da bilmem. bir süre önce oğlumun kolejli arkadaşlarının velilerinde haftalık toplantılara katılmıştım bir kaç defa. Onların yaşam standartlarını, yaşadıkları lüksü görünce çok şaşırmıştım. Bazı yakınlarımın da. Bir kaç toplantıdan sonra nefsime ağır gelmeye başladı bu görüşmeler. Kestim ve huzura kavuştum. Aslında bu huzur da kirli bir huzur. İstediğim an gözümün kapaklarını kapatabilir ve beni rahatsız eden şeyleri görmeyebilirim. Böylece çok da etkilenmem. Yinre de inszan baş edemeyeceği durumlarla karşılaştığnda bunu yapıyor. Yapmak zorunda… Ne yapabiliriz ki:(
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Tem 21, 2010 | Reply
Canım sütlaç ve annaneme sarılmak çekti. Teşekkürler
Yazan:özlem Tarih: Tem 21, 2010 | Reply
Ekrem bey bir arkadaş da dün gece sütlaç yaptığını yazmış. 15 kase falan:)
Fırsatınız varsa hiç durmayın. Önce annenize sarılın sonra beraberce sütlaç yiyin:)
Yazan:özlem Tarih: Tem 21, 2010 | Reply
pardon annanenize. Ben de babaannemi ziyaret edeceğim sanırım bu yakınlarda. 95 yaşında kendisi.
Yazan:kerem Tarih: Tem 21, 2010 | Reply
Bence böyle şeyleri hatırlatmamak gerek(!). Olan var, olmayan var, diabet hastaları var…
Yazı çok güzel, vicdanın derinliklerinden sesleniyor, çok da duru bir yazı. Nermin Bezmen’in zikredilen tüm kitaplarını ve kahramanlarını da hatırladım. Ben Özlem Hanım’ın aksine SIR romanını da beğenmiştim. Kurt Seyt ve Shura romanı hiç unutmadığım ve unutamayacağım romanlardan biri olarak zihnimden kazınmayacak.
Bu arada Mehmet Yılmaz Bey, derin siyası düşünceler içerisinde böyle sıradışı yazılara da yer vererek bizleri yoğun siyasi atmosferden bir süre uzaklaştırıyor. Bence iyi de yapıyor… Teşekkürler.
Yazan:Olcayto Tan Haskol Tarih: Tem 22, 2010 | Reply
Yüreğinize sağlık.