İlk Yalan
By Özlem Yağız on Ağu 9, 2010 in ahlak, İnsan
Ömrünün ilk yazını geçirip de kum saatindeki kumların saatin alt haznesinde daha fazla yer aldığını gören kişinin arkasına dönüp yaşadığı hayata baktığında ağzının tadını kaçıran şey nedir?
Acı, tatlı bir çok vaka ile dolu hayatında nice kavgalar, nice ülküler, nice ilkelerden sonra bir gün yaşadığı hayatın içinde kendine ait rolünün çok az olduğunu anladığı an, devasa bir makinada işleyen pek çok çarkın uyumla döndüğü bir panayır meydanında diğer çarkların hareket ettirdiği bütün o harika bebeklerle beraber hareket eden bir bebek olduğunu hissetmenin yaşattığı şoktan daha kekremsi bir tadı hangi duygu verebilir insan ruhuna?
Bu benim hayatım, benim tercihim dediği gün insan ilk büyük yalanını önce kendine söylemiş, ilk suçuna azmetmiştir. Anın bir yerinde kendini içinde bulduğu bir hızlı trende kendi seçtiği hedefe yol aldığı sanrısı ile hareket eden bir yolcuya benzer “onun” hikayesi. Pencereden dışarı baktığında tüm o ışığın ve renklerin bıraktığı anlık izlenimlerden ibarettir “dışındaki” dünya. Trenin içinde varolma halini kendi özgür tercihi, pencerenin dışındaki akan görüntüleri ise hakikatin bilgisi sanmaktadır. Hızla yol aldığı hedef kendi özgür seçimi midir? Varmak istediği nokta mıdır? Trenin içindeki yolcuların birbirleri ile varolma biçimlerini düzenleme savaşı dahi o kadar karmaşık, kıyasıya ve mücadele doludur ki duracak düşünecek ve ne yapıp etmekte olduğunu sorgulayacak fırsatı bulamamaktadır yolcu çoğu zaman. Hırsızına, uğursuzuna, zorbasına karşı koyma mücadelesi sürerken, bir yandan trenin yönetimi, gidilecek hedefe dair fikirler etrafında kimi yolcular da gitgide gruplaşır. Onların hegemonyalarına karşı ayakta durabilmek için yolcu da birilerine tutunmak zorundadır artık.
Tüm o itiş kakış arasında benim fikrim dediği fikirlere, yol arkadaşım diye tutunduğu yoldaşlarına sarılırken farkında olmadan kendisini de kendi eliyle kapattığı bir hegemonik düzen içerisinde bulur bir gün. Grubun hegemonyasına, söylemine aykırı sorular sormaya başladığı anda artık iflah olmaz bir “uyumsuz”dur. Gruplar kesin inançlarla ayakta kalmaktadır çünkü. Şüphe nifak doğurur. Nifak ise cemaati dağıtır.
Yolcu, pencereden dışarı baktığı bir gün hep bir arada koşuyoruz dediği hedef ve dışındaki dünyaya dair inandıkları hakkında kafasında ‘aykırı’ sorular canlanmış, aman vermez bir ‘hastalığa’ yakalanmıştır.
Trenden inip yaptığı yolculuğa dışardan bakma imkanına sahip değildir. Kum saatindeki kumlar hızla akmakta, pencerenin dışındaki ışık ve renkler anlık parıldamalar ile belleğinde yakamoz misali yanıp sönen izler bırakarak durmadan değişmekte, hedefe yol alan trenin içinde ise kıyasıya bir mücadele devam etmektedir. Mücadele azimle yürür. Azim bir arada olduklarına inanmadıkça vücut bulmaz. Böylesi bir yolculuğu yalnız yapmak vahşi bir dünyanın bağrına silahsız atılmak gibidir. Böylesi bir yolculuğu inanmadan itaatle sürdürmek ise “uyumsuz” insana büyük bir yüktür. Dönüp geriye baktığında ben seçtim, benim tercihimdi dediği şeylerin aslında hasbel kader içinde bulunduğu topluluğun yaşama hali olduğunu fark eden kişinin yoluna devam etmesinin tek bir yolu vardır. Kendi bilgisini, sahip olduklarını, pencereden dışarı baktığında gördüğü dünya ile ilgili izlenimlerini, hedefe dair düşünce, korku ve endişelerini sınamak, vagonlarda yer alan diğer uyumlu uyumsuz insanlarla tartışmak ve zihinsel konforu daha az bir dünyada hayatında daha fazla kuşku ve toleransa yer bırakarak devam edebilmek. Kuşkunun olduğu yerde kesin inançlara, kesin inançların zayıfladığı yerde “hakikatin gücü” adına yapılmış zulüm ve baskılara yer yoktur.
İnanç, inançsızlık, ideoloji, gelenek, ahlak, modernleşme, modernleşme karşıtlığı vb. adına bir çok cinayetin, baskının ve zulmün hayatın arka bahçelerine kurulmuş sokak aralarında, dağ başlarında, şehrin kıyısındaki varoşlarda ya da “huzur dolu yuvalarda” sürüp gittiği, nice hayatın yok olduğu, saatin son kumlarının düşüşüne kadar insanların büyük bir uyumla durup düşünmediği, sınırları, duvarları, doğruları sınayıp yıkmadığı bir dünyada uyumsuz olmak belki o kadar da kötü bir şey değildir. Tüm kitlesel cinayetler uyumla işlenir. Depresyon ve yıkım, kalabalık uyumlu topluluklarda altın tepside sunulan bir ziyafettir hayatlarımıza. Bazen kalabalıklaştıkça yalnızlaşır, “doğru insanlar” oldukça hakkın kafasını kırarız. Egemenlerimize başkaldırıyoruz dediğimiz anda daha başka bir egemenliğin deli gömleğini, güce karşı savaşıyorum dediğimiz anda gücü sevmeyi ve hükmetmeyi öğrenmişizdir. İngeborg Bachmann’ın dediği gibi faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar. Bir varolma halini alır zamanla. Kimi zaman hükmedebilmenin getirdiği gücün sevgisi iki insanın aşkından çok daha tatlıdır.
Yalnızlık yolcunun en azından yolculuğun bir bölümünde katlanması gereken bir merhaledir. Etrafındaki kalabalığı dağıttıkça başka kalabalıklara bakmasına olanak veren, gettonun duvarlarını yıktıkça insanı zenginleştiren, yalnızlaştıkça çoğaltan bir merhale. Bir kaçış değil bir nefes alma anı.
Artık ilk yalanın kefaretini ödeme zamanı gelmiştir.
2 Yorum
Yazan:aziz yılmaz Tarih: Ağu 10, 2010 | Reply
Peki,ya büyüsüne kapıldığımız “yalan”ların sonu hiç gelmeyecekse?Bu sınırı nihayetlendirecek kesin bir çizgi var mıdır?Zira “ilk yalan”ın farkına varıldığı o gerçeklik anı’nın başka bir zamanda-gelecekte- başka bir “yalan”a dönüşmeyeceğinin bir garantisi yoktur.Tıpkı bir zamanlar anlam ifade eden bir ideal/algı/varoluş şeklinin yer değiştirerek bilincimizde anlam değişikliğine uğraması gibi,zamanın akışı insan denen varlığın duygu ve düşünce dünyasını dönüştürmeye açıktır.Zamanın ruhunda saklıdır bu sihirli potansiyel.Zaman mefhumunun barındırdığı bu güçlü etki bizi başka yollara,başka kavşaklara,başka sapaklara sürükleyebilir.Mesela kesinliğne duyulan bir doğru neden birden bir kuşku adacağı yaratır zihnimizde?Ya da yaşamla kurulması doğru bulunan bağ acaba neden yeniden sorgulanmaya başlanır?Değişen biz miyiz yoksa içinde yaşadığımız koşullar mı?Koşullar mı bizi değiştirir yoksa biz mi koşulları?
İşte bu noktada benim şahsen bilincim bloke oluyor.Kum tanecikleri her bir yere aktığında bir şeyler içiçe geçerek beraber yürüyor.Biz tam olarak neresindeyiz bunun?bunu kestiremiyorum.Sadece anın farkındalığıyla birer gözlemci olarak varolduğumuzu düşünüyorum.Bize yansıdığı şekliyle görüyor,duyuyor ve hissediyoruz.Belki de olması gerektiği gibiyiz;O “uyumun” bir parçası olmayı reddetmeyi seçtiğimizde bile.Çünkü redderek dönüştürmeye çalıştığımız o varolan dinamiklerdir bizi ideallerimize koşturup var eden.Doğru ve iyi adına takipçisi olduğumuz her davranışımız aslında bizi çevreleyen dış dünyanın hem bir yansıması hem de sonucudur.
İnsanın içsel yoculuğuna dokunan güzel bir yazı olmuş.Düşünce konforumu bozarak ama keyifle okudum,emeğiniz için teşekkürler Özlem Hanım.
Yazan:özlem Tarih: Ağu 10, 2010 | Reply
Aziz bey,
sorularınız ağır sorular. Bir insanın bunun cevabı şudur diyebileceği gibi değil. Ne diyebilirim ki. Gerçekten üstünde düşünmeyi hak ediyor.Bildiğim kesin inançlılık pek iyi bir şey değil. Ama neyi ne kadar yapısöküme uğratacaksınız bunun sonu sınırı ne. Haydi yeniden başlayayım her şeye dedğiniz anda kendinizi yok etmek de mümkün. Sanırım bu kadar keskin kırılmalar değil benim de özlemini duyduğum. Dediğim gibi belki bir nefes alma anı.
Ben teşekkür ederim en azından romayı yakmadan önce bir durup düşünmek lazım, katılıyorum:)