Çirkin Cumhuriyet ve Mânâ’sız Maneviyat
By Mehmet Yılmaz on Ağu 10, 2010 in atatürkçülük, Çirkinlik, Güzellik, Kemalizm, Sanat, vicdan
“Ruhunda müzik olmayan, ahenkli bir müzikle duygulanmayan bir adam ancak ihanet, içten pazarlık ve tecavüz için vardır. Ruhunun halleri gece gibi ölümcül bir sessizlik ve hisleri Cehennemlerin Efendisi Erebus gibidir. Kollayın kendinizi böyle bir adamdan! Müzik dinleyelim.” (William Shakespeare, Venedik Taciri, Sahne 20*)
Çirkin Cumhuriyet
Atatürkçülüğün tarih sahnesinden silinmeye yüz tuttuğu şu günlerde insan kendi kendisine “geriye ne kaldı?” diye sormadan edemiyor. Hangi güzellik kaldı geriye Atatürkçülükten?
1923’ten bu yana sanat adına yapılan şeylerin çirkinliği dikkatinizi çekti mi hiç? Atatürkçüler çirkin bir rejim kurdular. Zorla okullarda okutulmasa Cumhuriyet dönemi şiiri, edebiyatı olmayacaktı. “Bayrağım, seni selâmlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım” diye bir şiir vardı meselâ. Vatan sevgisiyle kuş nefretini birleştirebilen bir sanat oldu Atatürkçü sanat. Bunu çocukluğumda (zorla) ezberlemiş ve törenlerde bağıra bağıra okumuştum, sene 1977.
“Önce Vatan” yazılı çıplak tepeler, insan kanıyla çizilmiş Atatürk resimleri ve Türk bayrakları. Rüküş ve çağdaş Atatürkçü kadınlar…
Atatürkçü sanat çirkindir çünkü sanat değildir. Yeme-içmeye, düşmandan korunmaya odaklıdır. Faydaya, faydacılığa dönüktür. İnsanlardan faydalanmak, onları rejim için kullanmak isteyen bir boyacılık, bir propaganda vardır karşımızda. Bu boya-sanat ölüm korkumuza hitap eder başta. Propaganda ve reklâm mertebesindeki Atatürkçü Sanat nefsimizi yani hayvanî yönümüzü diri tutar. Kan, soy, ırk kibrini kamçılar. İntikam alma arzusunu körükler. Ruh’a “gıda” olmaz Atatürkçü sanat. İnsanî yönümüz, aklımız, vicdanımız nasiplenmez.
Peki Gerçek Sanat nedir? Hegel’in Estetiğe Giriş adlı çalışmasında isabetle saptadığı gibi Gerçek Sanat bunun tam tersidir. Natürmort’un konusu olan bir portakal susuzluğumuzu gidermez, kar manzaraları üşütmez bizi. Bir savaş sahnesini seyrederken oklar, mızraklar üzerimize gelmez çünkü. Bir başka deyişle Gerçek Sanat, günlük yaşam ile (fayda-tehdit) aramıza mesafe koymamızı hatta ondan kopmamızı sağlar.
Hegel’in “ironik” (?mecazî) olarak nitelediği bir kopmadır bu. Zira sanatçı katıksız bir biçimde Mânâ’ya işaret etmekte zorlanır. Mecburen maddeden çıkar yola. Kaçıp kurtulmak istediği, fayda-tehdit ortamında geçerli olan algıları kullanır. Bir başka deyişle sanatçı sanatsevere şöyle seslenir: “Hey dostum, hayatta kalmak için kullandığın gözün ve kulağın sandığından çok daha güçlü hatta tılsımlı birer organdır.”(Bkz. Derin Göz Kitabı)
Sanat ehli bülbül ötüşündeki güzelliğin kuş sesinde değil Güzeli seven kulağında bir yansıma olduğunu idrak eder. Aşık Veysel’in işaret ettiği gibi “güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa” düsturunca Hakikî Güzellik “güzel olan” ile “güzel bulan” arasındaki ilişkinin bir vasfıdır. Güzel bir mânâdır, madde değildir. Atatürkçü sanat(!) bunu anlayamaz. Çünkü Atatürkçü pozitivisttir. Keser bülbülün gırtlağını “nereden çıkıyor bu ses?” diye bakar. Atatürkçü için bütün = parça + parça +… diye bir kural vardır. Ölçülemeyen şeyler yoktur onun nazarında. Atatürkçü sanat sonu kazayla söylenmiş fıkra gibidir. Objektiftir, sübjektiviteyi reddeder.
Kâinat’ın Alfabesi ve Sanat
Hz Mevlânâ Mesnevî’de Mecnun’un perişan olmasına hayret eden, “Sende başka güzellerden daha fazla bir güzellik yoktur” diyen Halifeye Leylâ’nın ağzından şöyle cevap verir:
“Sen sus, çünkü, sen Mecnun değilsin!”
Evet, Güzellik’in hakikatı yansımak… Ayrı coğrafyaların, inançların, asırların insanları bunu görmüş ve teslim etmişler. Eflatun’dan Gazâlî Hazretleri’ne, Bergson’dan Kierkegaard’a, Mevlânâ Hazretleri’nden Hegel’e hep bu “YANSIMAYI” görüyoruz.
Müzik ile kulağa veya resim ile göze hitap eden Sanat eseri bu sebeple kısmen hissiyata, algılarımıza dairdir,kısmen akla. Yine bu sebeple aşina olduğumuz ses ve renkleri, Kâinat’ın “alfabesini” yani bizim maddî varlıklara yüklediğimiz mânâları kullanır. Beyaz saflığı, kırmızı tehlikeyi simgeler. Tilki’nin kurnazlığı, dağların yüceliği, kurtların hainliği, kuzuların masumiyeti…Bir sembol, bir remiz dili yazılır (? yaratılır veya var olan dil keşfedilir). Hegel’e göre bir ip, bir merdivendir Sanatçı’nin hedefi. Madde ile Mânâ arasında bir köprü.
Yeme, içme ve cinsel arzu gibi motorları vardır günlük hayatın. Bunlardır insanı sabah yatağından kaldıran, işe, okula götüren. Bu motorlardır “daha iyi bir yaşam” için bizi iten ve çeken. Ama yine bu motorların gürültüsüdür kalbimizin iç melodisini duymamıza engel olan. Bu motorların “sürücüye” efendilik taslamasıdır bizi kendimiz olmaktan alıkoyan. Sanat bizi bu isyancılara, darbecilere direnmeye çağırır. İnsan olduğumuzu hatırlatır. Savaşı anlatan bir yağlı boya tablo zamanı durdurduğu, askıya aldığı için karşısına geçip bakarız. Ve savaşanların göremediği şeyler görürüz. Patates eken, toplayan, yiyen köylülerin tasvirleri o köylülerin bile bilmediği hakikatlere işaret eder.
Mânâ’nın adeta kesafetidir Madde. Yani öyle reddedilecek, önemsiz, aşağılık bir şey değildir. Ama kendini bir aynada seyretmek, kendi anlayışını da anlamak isteyen İnsan bu Madde’yi aşmak, daha “yukarı” çıkmak özgürlüğüne sahiptir Hegel’in ifadesiyle. Sanat bu özgürlüğün aracıdır. Felsefe, Din ve Sanat bu bakımdan aynı zemindedir. Yöntemleri, çıkış noktaları farklı görünse de “dava” aynı davadır.
İşte tam da bu sebeple Hegel’in savunduğu duruş bana Bediüzzaman Hazretleri’nin Besmele’yi açıklamasını hatırlatır. Sözler‘in birinci cildinin hemen ilk sayfalarında anlatıldığı gibi Besmele Uluhiyet’ten Rahmaniyet’e, oradan da Rahimiyet’e uzanan bir merdiven, “yukarıdan aşağıya” uzatılmış bir kurtuluş ipine benzer. Maddiyattan, nefsanî ihtiyaçlardan, yeme içme motorundan kurtuluş… Kanaatimce yine bu sebeple bazı sanat eserleri vardır ki insana namaz sırasında duyulan manevî hazları (Giuliano Carmignola ile ibadet ) hatırlatır. Henri Bergson gibi kimi filozoflar analitik zekânın girEmeyeceği ormanlarda sezgi ile ilerlemeye devam ederler. (Sanat’ın amacı ve Henri Bergson: Sanat’ta Ayrıntı(9) isimli makale okunabilir bu konuda.)
Cumhuriyet neden güzel eserler bırakamadı?
Çünkü Atatürkçü Sanat çirkindir. Bizi Gerçek Sanat’ın “yükselişinden” mahrum bıraktığı için çirkindir. Kiminin Vivaldi dinlerken, bir William Turner tablosu seyrederken, kiminin Eflatun, Hegel, Bergson okurken tutunduğu o insanlık ipine kör düğümler atmıştır Atatürkçü sanat. “Ben kimdir?” diye soramayan sanat ancak ketçap şişesi üzerindeki domates resmi kadar sanattır. Yani boya-sanat vardır karşımızda. Kullanışlıdır. İşlevî bellidir. Ehlileştirilmiş bir hayvan gibi nereye çekersen oraya gider:
“Sanatçının eserleri zamanın akışını durduran tılsımlı bir cisim olmalı, deney ve gözlem yoluyla öğrenme imkânımız olmayan bilgiyi ve bilgeliği bize aktarmalı. Beşerlikten İnsanlık’a giden bir köprü olmalı her sanat eseri.
Biraz açalım şimdi: Bir natürmorta bakarken açlıkla bakmıyoruz. Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün tekilliği ile.
Friedrich Nietzsche’nin (galiba Goethe’den esinlenerek söylediği) bir sözünü hatırlatıyor bize bu gözlem: “Bach’ın müziği Tanrı’nın Dünya’yı yarattığı anda orada bulunduğumuz hissini veriyor insana”. Övgü perdesini aralayıp sözün aslına yöneldiğimizde Nietzsche’nin işaret ettiği şeyin sanatın gücü olduğunu fark etmiyor muyuz? Zamanı ve mekânı iptal eden ve bu kısıtlarla formatlanmış zekâmıza rağmen bize başka bir dünyanın varlığını müjdeleyen?
Deney ve gözleme dayalı (ampirik), doğa kurallarıyla önceden belirlenmiş (determinist) bir dünya dışında VAR olduğumuzun farkına varmak. Immanuel Kant’ın “Ding an sich” terimiyle işaret ettiği ve Saf Aklın Eleştirisi’nde (Kritik der reinen Vernunft) sayfalarca anlattığı şey tam da bu değil mi? Varlık’ın olduğu gibi gibi algılanması.” [Ayıp sanat olur mu? isimli makaleden]
Evet, bize insanlığımızı unutturacak kadar çirkin bir Cumhuriyet’imiz var. İnanmazsanız kendiniz şöyle bir bakın. Türkiye’nin ulusal sınırları dışında tanınan cumhuriyet ressamları yok. Cumhuriyet mimarisi veya müziği de yok. Rejimin dayatmasıyla ayakta duran devlet opera-balesi Avrupalı asıllarının kötü bir kopyası olmaktan öteye gidemedi 80 yıldır. Atatürkçülük kendisine hedef aldığı Avrupa’nın sanat merkezlerinden saygı görmüyor. Paris’teki Louvre Müzesi‘nde İtalyan Rönesansı gibi bir Türk Cumhuriyet Sanatı bölü yok. Viyana’daki konserlerde Mozart’ın yanında ara sıra da olsa Atatürkçü bir bestecimizi neden çalmazlar? Düşünmek gerekmez mi bir parçacık? Gurur duymamız istenen Fazıl Say’a veya İdil Biret’e baktığımızda yine cevapsız(?) sorular geliyor akla: Neden sanatın doruğundaki Türkler hep Atatürkçü Mîllî Eğitim’den uzak kalmış, ABD’deki, Almanya’daki okullarda okumuş gurbetçilerdir ve neden Cumhuriyet Sanatını icra etMEyerek yükseldiler o doruklara?
Atatürkçüler bile evlerini Osmanlı’dan kalma hat ve ebru örnekleriyle, İznik çinileriyle süsüyorlar. İstanbul’un en güzel manzaralarında Mimar Sinan’ın yaptığı camiler var. Yaşadığınız şehre şöyle bir bakın. Cumhuriyet döneminde kurulmuş/büyümüş hemen her Anadolu şehri birbirine benzer. Paralel veya dik iki cadde vardır: Atatürk caddesi ve Cumhuriyet caddesi. Özgün bir Cumhuriyet Dönemi şehircilik anlayışı da yok. Var mı Cumhuriyet döneminden kalma bir Roma, bir Paris, bir Venedik? “Bizim” İstanbul’u bir kenara koyun. Cumhuriyet’in mirası olarak bir Urfa, bir Safranbolu var mı? Türkçe isimler verilen Rum köylerinin, yerle bir edilen Ermeni kiliselerinin yerine ne koydu Cumhuriyetçi sanat? “Önce Vatan” yazılı çıplak tepeler, insan kanıyla çizilmiş Atatürk resimleri ve Türk bayrakları.
Kentinize yurtdışından bir misafir gelse onunla ya Selçuklu ya da Osmanlı döneminden kalma bir eseri ziyaret edersiniz. Müzeye gitseniz Bizans veya daha eski uygarlıkların eserlerini bulursunuz. Ama Cumhuriyetten geriye ne kaldı? Sovyet Rusya’daki anıtmezarların kopyası, çirkin bir Anıtkabir. Dev parmaklıklarıyla Atatürk adına yapılacak askerî darbeleri, işkenceleri, yargısız infazları haber verir gibi!
Hiç bir şeye, hatta Atatürk’e bile benzeMEyen binlerce heykele ne buyurulur? Bunları yapan heykeltraşlardan birinin adını söyleyebilir misiniz? Bir Rodin çıktı mı 1923-2010 arasında?
Nobel ödüllü Orhan Pamuk’un rejim tarafından aforoz edilmiş olması adeta bu saptamaları tasdik eder gibi. Sanat ile, Güzel ve Güzellik ile kavgalı bu Atatürkçü rejim. Çirkin bir rejim. Kendi de çirkin, eserleri de.
Atatürkçü Sanat vicdanlarımızı nasıl susturdu?
Ressam ve filozof Wassily Kandinsky İnsan – Sanat ilişkisini tahlil ettiği “Resim Sanatında Maneviyat” adlı eserinde maddeleşen ,dünyevîleşen sanatı tahlil eder. 1954’te basılan bu denemesi adeta Çirkin Cumhuriyet’in ve çirkinleşen din algımızın da bir özeti gibidir. Sanat’ı uzmanlara ve sanat galerilerine, İslâm’ı da Diyanet’e emanet eden, KAMUSAL ALANI İslam’dan ve sanattan, İyi‘den ve Güzel‘den “temizleyen” Cumhuriyet bize büyük bir “rahatlık” getirdi aslında. Vicdanlarımızın bizi FAZLASIYLA rahat bıraktığı son 80 yılın ışığında Kandinsky’nin şu sözleri özel bir anlam kazanıyor:
“[böyle bir] sanatın nimeti belirli bir seviyedeki insanlar için zehir olur. Küçük dozda alındığında ruhu yavaş yavaş alçaltır. Yüksek dozda sert bir düşüşe sebep olur. Romanlarından birinde Sienkiewicz manevî hayatı yüzmeye benzetir: Yüzmek için sürekli çaba göstermeyen batmaya mahkûmdur. Yetenek denen şey bir lanet, bir uğursuzluk olur sanatçı için. “Alçak” bir takım ihtiyaçların tatmini için kullanılan yetenek güya artistik bir şekil verir kirli bir muhtevaya. Sanatçı zayıflık ve kötülükle insanları aldatır ve kendilerini aldatmalarını kolaylaştırır. Sahtekârdır çünkü manevî susuzluklarını temiz bir kaynaktan doyurduklarına ikna eder onları. […] Sanat’ın nimetinden mahrum kalınan böyle zamanlar manevî hayatın kokuştuğu dönemlerdir.
Bu kör ve sağır dönemlerde insanlar şekilci olurlar ve sadece teknik ilerlemelere önem verirler. Bedene faydası olan şeyler ön plana çıkar. Maneviyat aşağılanır hatta yok sayılır.
Bu körlük döneminde bile görmeye devam edenler alay konusu olur. Ama onlar bu kaba saba iştahlar korosuna rağmen manevî hayatı, ilimi ve terakkiyi inleye inleye aramaya devam ederler.[…] Sanat sadece maddî amaçla kullanılır bu zamanlarda. Nesnelerin tasviri bu sanatın tek endişesidir. Artık “NE?” sorusu kaybolmuş, “NASIL?” sorusundan başka bir şeyle ilgilenmeyen sanat RUHSUZ olmuştur.
Sanatçılardan başka hiç kimsenin anlayamadığı bu sanat halktan uzaktır, sanatçılar halkın ilgisizliğinden yakınmaktadır. NASIL?’a her gün yeni cevaplar bulunur. Dar bir uzman, himayeci, yatırımcı halkası içinde “para-sanatsal” aktivite sürer gider. Amacı da konusu gibi maddîleşen bu sanat parayı bastıranın hakim olduğu, fethedilmesi kolay bir sanattır.”
Kandil simitlerinin susamında kayıp Mânâ’yı ararken…
Kemalist dönem çirkin binalar, çirkin heykeller, çirkin müzik ve şiirler bırakmakla yetinmedi. Adına hâlâ “din” denebilirse çirkin bir din bıraktı geriye. Ölüm’e, Kan’a tapan bir din. Şehitlik mertebesini ALLAH’ın değil Genel Kurmay Başkanı’nın verdiği bir din. Camilerin üzerine Kur’an ayetlerini inkâr eden sloganların yazılmasına karşı duramayan bir din.
Binalarımızın, edebiyatımızın, şiirimizin çirkinleşmesi ile itikadımızın çirkinleşmesi zannederim derinden alakalı. İki kanadıyla “Uçan” bir millet iken “çukurların dibinde sürünen” bir millet haline geTiriliş sürecimiz sorgulanmalı. Bu meşru bir hesaplaşmadır, fikrî ve vicdanî zeminde MUTLAKA yapılmalıdır.Neden?
Çünkü İslâm kandil simidine, Ramazan pidesine, sünnet törenlerine ve biletle girilen Mevlevî ayinlerine(!) sıkıştırılamayacak kadar … İslam’dır. Cumhuriyet döneminde Dersim gibi zulümün üzerine bir din inşa etme neticesinde vardığımız nokta İslâm olmayan ama şeklen benzeyen, yeşil soslu bir folklördür.
Ne demek? %99’u Müslüman olduğu iddia edilen bir ülkede İslâm’a aykırı fiillerin adeta alkışlanması ama diğer yandan da insanların namaza, oruca devam etmesi demektir. İslâmî kitapların basılması, dernekler, siyasî partiler, İslâmi basın vs. Yani şeklen İslâm dini yaşanırken devlet eliyle yapılan bir çok haksızlığa seyirci kalmak, adalet olmadan, zulüm zemininde yaşanan(!) bir İslâm. Fikren ve vicdanen uykuya çekilmiş bir topluluk nasıl olur da “Müslüman” olabilir? Kelime-i şahadeti EZBERLEMİŞ bir papağan veya ezan okuyan “Made in China” saatler gibi mü’min olmak, o seviyedeki şuur(!) ile yetinmek…
Kanaatimce şu anki zahirî kutuplaşmanın aksine Atatürkçü ve Müslüman olmak üzere iki toplum yok Türkiye’de. TABAN TABANA ZITLAŞMA var ama fikir/inanç zemininde, tek tek fertlerin kalbinde ve zihninde. Fertler nefisleri ile mücadele ederek Çirkin Cumhuriyet’in kendilerine dayattığı ırkçılığı, bölünme korkusunu, ordu-perestliği ve daha nice zihin hastalığını yenmek durumundalar. Yani kutuplaşma insanlar arasında değil. Aynı insanın hayatına sığabilen, iç içe geçmiş, birbirine karışarak ötekinin saflığını bozmuş iki ZIT hayat görüşü söz konusu:
- İslâm’dan istifade etmeye çalışan pozitivist bir siyasî proje,
- Mânâsından uzaklaşmaya yüz tutmuş, çokça dünyevîleşmiş bir İslâm anlayışı.
Atatürkçülük İslâm’ı kirletince…
Peki TABAN TABANA ZIT fikirlerin birbirine karışması ve SAFLIKLARININ BOZULMASI uygulamada nasıl oluyor?
Atatürkçülerin önemli bir kısmı aynı zamanda Müslüman olduğunu iddia ederken, isteyerek veya zorla Türkiye’nin her çocuğu Atatürk heykellerine tapmak durumunda. Bunun yanında Sünnî Müslümanlık(?) zorunlu din derslerinde Alevîlere dayatılıyor. Kürtçe yasaklanırken Türkçe eğitime engel olan Bulgaristan veya Almanya lanetleniyor. İsrail’deki üniversitelerde tesettürlü Müslüman kızlar okuyabilirken başörtüsü Türkiye’de meşru(!) darbe sebebi… Liste uzun. Ama Türkiye’nin çarpıklıklarını anlamak istiyorsanız, “Müslümanlar bu zulüme nasıl göz yumdu?” diye soruyorsanız Atatürkçü çirkinlik ile Müslüman suskunluk arasındaki ilişkiyi irdelemekten başka çareniz yok.
Kanaatimizce Atatürkçü çirkinlik ile Müslüman suskunluk birbirine sıkı sıkıya bağlı iki olgu. Hatta belki de tek bir olgunun iki ayrı veçhesi. Türkiye’de yaşayan insanların kaybettiği insanlığın hikâyesi bu. Güzel’den uzaklaşmamızla İyi’den uzaklaşmamızın aynı yıllara tekabül etmesi bir rastlantı değil.
Son zamanlarda “İslâmî çevrelerde” Kürt Meselesi konusundaki kıpırdanmalar, ortak bildiriler, yürüyüşler dikkat çekiyor. Ama insan yine de kendi kendine sormadan edemiyor, Filistin söz konusu olduğunda kıyameti koparanlar neden darbe yıllarında ya da OHAL gibi zulümler karşısında sustular?
Kendisi için istediklerini öteki için iste(ye)meyen bu “Müslümanlar” ne zaman, nasıl üretildi? Doğu Türkistan’daki, Bulgaristan’daki, Kıbrıs’taki Türklerin hakları için çırpınanlar neden Kürtçe yasaklanınca sustular?
Özünde zulme karşı direnmek hatta ölümü göze almak olan bir dinin mensupları nasıl oldu da uyudular, uyuTuldular? Korkarım yanıt (kısmen de olsa) vicdanların siyasî kontrol altına alınması, başta imamlar olmak üzere Müslümanların boynuna dünyevîleşme zincirinin geçirilmesiydi.
“İmparator Constantin tabandan gelen zorlama neticesinde, Hıristiyanlığı din olarak kabul etme ve din özgürlüğünü getirme mecburiyetinde kalmıştı. Gerçi bu Hıristiyanlık üzerinde kontrolü elde tutmak için yapılan bir kabulleniştir. Eğer o günün Hıristiyanları, Constantin’in bu oyununa gelmeyip, daha çok üst yapı ile ilgilenMEselerdi, ihtimal dinlerini bir süre daha koruyabilirlerdi yorumu getirilebilir. Zira Hıristiyanlığın (resmi) din olarak kabul edilişi, Hıristiyanlara indirilen büyük bir rehavet darbesi olmasının yanında, iktidar sahibi zalim ve jakoben yöneticilerin, dini ve siyasi gücü kontrol altında tutma maksadıyla, baskıcı ve despotik yönetimlerinin ilk nüvesini oluşturacaktı. Tabii Hıristiyanlığın resmi din olarak kabul edilişin ardından, Hıristiyanların bir kısmı eski gerilimlerini (hassasiyetlerini) kaybedip, kelepir sevdasına düşmeleri ayrı bir araştırma ve inceleme konusu olabilir.” (Mehmet Bahadır‘ın Din ve Vicdan Özgürlüğü II adlı makalesinden alıntı)
Müslümanlar dinlerinin, kitaplarının tahrif edilMEmiş olmasıyla övünüp dursunlar, Türkiye’de yaşandığı şekliyle siyasete alet edilen din(!) artık diyanetizm halini almış. Başörtüsü yasağına en büyük desteği veren kurum Türk Silahlı Kuvvetleri iken zorunlu askerliğin boykot edilMEmesi ne kadar da düşündürücü. Böylesi bir boykot çağrısı yapamayan bir Diyanet’in bayramlarda, kandillerde barış, kardeşlik vb mesajları yayınlaması ister istemez bir Vatikanizm havası estiriyor. İslâm değil islâmsı, ehlileştirilmiş, dizginlenmiş hatta kafeste kuş gibi beslenen bir iman ve vicdan var. Sultan Ahmet Meydanı’nda turistlere Japonca, Almanca Kur’an dağıtılması ile tamamlanan “acıklı-komik” tabloda ilâhî mesaj artık tamamen ürünleşmiş, paketlenmiş, ambalajlanmış.
Hakikî İslâm ve Hakikî Hıristiyanlık ne kadar birbirine yakın ise Vatikanizm ve Diyanetizm de o kadar yakın birbirine. Hakikat’i arayan ve bu arayışla hayata ışık tutan, insanlara gerçekten mutluluk veren bir din yok. Onun yerine kostümlere, ritüellere, tütsülere, sımsıkı tutunan ama zulme seyirci kurumlar. Dünyevî kaygıların Ahiret’i unutturduğu, bu unutuşun bizzat ilahlaştığı bir süreç.
Bildiğiniz gibi Hıristiyan kelimesini bile Hz İsa (AS) hiç kullanmadı. Domuz yemezdi, namaz kılar, oruç tutardı. İnsanlara boşanmayı yasaklamadığı gibi din adamlarına da evlenmeyi yasaklamadı. Tanrı’nın oğlu olduğunu iddia etmedi. Bugün Hıristiyan İncil’i diyebileceğimiz kitabın (aslında kitapLARın ki sayısı her mezhebe göre değişir ve 40 civarındadır) yazıldığı Yunanca ve Latince’yi Hz İsa (AS) hiç öğrenmedi, konuşmadı, yazmadı.
Sonuç
Atatürk’ün bir sözü vardır: “sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir”. Düzeltelim. Bizce doğrusu sanatsız kalan bir milletin hayat ile bağı kopmuş demektir!
Yazımızın başında Hegel’den ve Bediüzzaman Hazretleri’nden örneklerle işaret ettiğimiz o merdiveni, o bağı kopardığı içindir ki Atatürkçü rejim Anadolu’da yaşayan insanların Hayat ile bağını da koparmıştır. Güzel ile, iyi ile, Maneviyat ile bağlarımızın kopuş sürecidir Çirkin Cumhuriyet. Hırant Dink öldürüldüğünde “bir Ermeni eksildi” diyebilen “Türklerin” üretilme sürecidir. Çirkin Cumhuriyet’in çirkin sanatı istediği formatta, ehlileştirilmiş bir Müslüman(!) güruh üretmiştir. Bayraklar ve sloganlarla cenaze törenlerinde cami avlularını stadyuma çeviren, ellerini köpek şekline sokup havada sallayan hatta köpek gibi uluyan, kan kokusu duyunca heyecanlanan bir tetikçi güruhu.
Atatürk’ün ısmarladığı “fikri hür, vicdanı hür yeni nesil” yerine sahibinden başka herkesi ısıran, robotlaşmış, bu tetikçi nesil… Evet, çirkindir.
(*) Orijinal metin aşağıdaki gibidir [Serbest çeviri bana ait, Türkçe metinler kitapçılarda mevcut]:
“The man that hath no musicke in himselfe,
Nor is not moued with concord of sweet sounds,
Is fit for treasons, stratagems, and spoyles,
The motions of his spirit are dull as night,
And his affections darke as Erobus,
Let no such man be trusted: marke the musicke.”
114 Yorum
Yazan:Cb Tarih: Ağu 11, 2010 | Reply
yapmayın MY bu kadar dolu dolu yazmayın, nihayetinde et göz ayrımını halen otomatige baglayamamis bir fakire yapmayın.
sahuru beklerken ne hoş gitti bir bilseniz. insan; ey yanilgilarim ve ayarı ile oynanmış algılarım bana huzurun resmini çözebilir mısın? diye sormak istiyor
sanırım sanat biraz da, çirkin tezahürü güzelin başka bir alemde adı olan sanat ile boyama islemidir; sibgatullah/ subhanallah
Yazan:hülya Tarih: Ağu 11, 2010 | Reply
içinizde ne kadar çok nefret var, yazık
Yazan:Mekin Tarih: Ağu 11, 2010 | Reply
Atatürk’e bu kadar dil uzatacak kadar size imkan verildiği için uykuya dalan insanlarımıza kızıyorum. Ne çok derdiniz varmış be MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’le.
Yazan:Salihcan Tarih: Ağu 11, 2010 | Reply
“Rüküş ve çağdaş Atatürkçü kadınlar…”
Bu tip bir pejoratif bakış da “sıkmabaş” veya “penguenin” karşı cephede karşılığı galiba.
Yazan:emir koşaner Tarih: Ağu 11, 2010 | Reply
1) Bakın bakalım oslmanlı devletinden ayrılmış olan diğer devletlere ve bunların benzerlerinin durumuna.
Suriye? İran? Irak?Bunların dünya sanatındaki yeri nerededir acaba? ne gibi eserler vermiştir bu coğrafya 20.yyda.Hatta soralım, islam coğrafyası ne gibi bir sanatsal veya bilimsel bir katkıda bulunmuştur dünya entellektüelitesine 20.yy’da.
2)Ülkenin insanları karınlarını doyuramıyorken, bu insanlardan nasıl sanat yapmasını , sanatla ilgilenmesini veya sanattan zevk almasını bekliyorsunuz?
3)Anadolu köylüsün ne gibi bir entellektüel birikimi vardı ki yaratıcılığı Kemalist rejim tarafından bastırıldı veya yönlendirildi.
İyice şaşırdınız artık, düşünmeden araştırmadan sadece saldırmak için yazıyorsunuz.
Bu insanlar ağaç kovukları ile besleniyordu , sizin şu konuştuğunuz şeye bakın.
hayranı olduğunuz islam coğrafyasına bakın bakalım.
orada tecavüze uğrayan kadınlar öldürülüyor, kadınlar mirastan 1/5 pay alıyor, insanlar taşlanarak öldürülüyor, inançsızlar ölüme mahkum ediliyor.ayrıca ölüm, şiddet savaş başka bir şey o hayranı olduğunuz kokuşmuş kültürün coğrafyasında.
peki ya kendinize bir bakın bakalım, bu yazıyı okuyorken mutemelen sıcak simitinizi pınar peynirinize banıyorsunuz, bir yandan bu devletin kurucularını yerden yere vuruyorsunuz, hadi bunları gidin iranda yapmayı deneyin bakalım
Yazan:Beşir Eymen Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
Mekin bey doğru ben de kızıyorum MYye..Neden bu kadar söz sarfediyor Hz.Atatürk’e pervasızca anlamış değilim..Ne derdi var bu ülkeyi bize armağan eden adamla. Dediğiniz gibi asmak lazım kesmek lazım Hz.retlere laf atanları..Hakk-ı Hayatı ellerinden almak lazım. Hatta gçrevlilerimizin uyumaması lazım dil uzatanları perişan etmeleri için. Ne yapalım Mekin Bey..Hayat böyle işte.. Bir Atatürk’ümüzün manevi mirası Ulu Cumhuriyetimiz kalmıştı..Ona da laf atar oldular..Hey haat..Şaşarım ben bu şaşkınların(!) aklına..
MY bey özür dilerm size bu kadar laf attığım için..Bağışlayın(!)
Yazan:sevim Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
80 yıldır yutturulan yalanlar gün yüzüne çıkıyor.yazarın ellerine sağlık.hayır bu halk güdülecek koyun değildir,görünen köy kılavuz istemez.gerçekler bal gibi meydandadır.yeter artık oligarklar düşsün yakamızdan.ideolojik yalanlarla yaşamak istemiyoruz!onurumuzla ve hakça yaşamak bizim de hakkımız.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
Birisi de çıksın “hayır, Cumhuriyet sanatı bahsettiğiniz gibi değildir” desin diye bekledim ama boşuna. Her zaman olduğu gibi “ne yani İran, Arabistan farklı mı?” teranelerinden, “Atamıza hakaret, neden nefret ediyorsunuz Atamızdan?” yaygaralarına klişe söylem sürüp gidiyor.
Bir de, “fakir halk nasıl sanat yapsın?” komedisi var ki oruçlu halimle pek gülesim yok.
Atatürk Cumhuriyet’inin sanatı bizlere Bedri Baykam’ın tenasül uzvunu sürttüğü peçeteden maada pek bir şey kazandırmamıştır. Ve çirkin heykeller, büstler; ve estetik yoksunu binalar. Zaten ortada bir “yeni estetik” ortaya çıkarmak tutkusu hiç olmamış ki. Hedef muasır medeniyet seviyesi olarak gösterilmiş ve en büyük faziletin onları taklit olacağı söylenmiş. “Sanat” öğrensin diye Avrupa’ya adam gönderilmiş. Eskiye ait her şey kötülenmiş. Hala da kötülenmeye devam etmektedir. Konservatuarlarda Türk müziği ile çok sesli müzik karşılaştırılır ve meşk usulüne dayanan Türk müziği aşağılanır. Ortaokul, lisede hala çocuklara Batı enstrümanlarıyla Batılı melodiler öğretilir. Lise mezunu bir çocuk tambur nedir, bendir neye benzer, rebab ne menem bir şeydir bilmez. Usül, makam deyince çok yabancı şeylerden bahsediyormuş gibi aval aval bakar. Hala Kemalist zevksizliğin tarassutu sürüyor, geçmişte olup biten bir şeyden bahsetmiyoruz ki…
Yazan:ismailş Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
Bu benim okuduğum en güzel en doyurucu yazıydı ve bekliyordum bin türlü bahane ve insafsız eleştiri almasını ama Osmanlı dan kopan ülkelerle mukayese etme çapsızlığı bu beklentimin dahilinde değildi… Ha bu arada İran ne vakitler Osmanlı toprağı oldu da tarih mi yazmadı bilemiyorum…
Ama yazarı eleştirirken biraz insaf be güzel kardeşim Mustafa Kemal Atatürk bize onlarla yarışın mukayesenizi onlara göre yapın demediki…
Hedef Avrupa ve Ameri kanın yani batının ulaştığı muasır medeniyet seviyesi değil miydi yoksa onu da mı yanlış biliyoruz biz…
Siz daha iyi bilirsiniz tabi sevgili Atatürk çü Kemalist kardeşim…
Yazan:ismailş Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
Allah ım artık alışmalıyım şaşıröaöalıyım diyorum ama her seferinde o isyan etme ölesiye çıldırma hali beni yakalıyor…
Üstad ın sözleri geliyor aklıma
Kuyruğu etrafında dönen kedi hayrette…
Alim ki hayreti yok ne boş yere gayrette…
Ben alim değilim tabiiki ama bu kadar sığ bu kadar yüzeysel olabilmeyi başarmış insanlar benim zihnimi hercü merce gark ediyor her seferinde alışamadım bi türlü belki de kabullenmek istemiyorum bu düzeysizliği…
İran da sıcak simidimizi bilmem ne peynirine banmanın mümkün olamıycağı iddiasından hareketle bunu yapabildiğiniz ülkenin muktedirlerine sövmeyiniz hatta mümkünse arkalarından fatihalar şükür namazları eda ediniz ve oturunuz mabadınızın üzerinde mealli inanmış söylemler hem sıcak odada klima da yok beni benden almakta…
Allah ım sen bizi onlar derecesinde şaşıranlardan olmaktan koru yoksa oruçlarımızda zayi olacak…
Yazan:hülya Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
Ekrem Bey, google a cumhuriyet sanatı diye yazıp arasaydınız karşınıza çıkardı. Kimse sizi ikna et İlk çıkanı yolluyorum. Şöyle yanlış bir kanaat var.1923 de yeni bir nesil doğmadı. 1950 lere kadar yaşayan nesil Osmanlı aydınının devamı idi. Tanzimattan beri yapılan modernleşmede bu aydınında katkısı vardır. Beğenmediğiniz karaladığınız aslında modernleşme gayretidir. Bu nesil cumhuriyetide modernleşmeyide benimsedi ve üretti. Bu arada ramazan günü günü gamalı haçlı cami resmi hiç olmamış. Çok yakışıksız nasıl gönlünüz razı oldu.
Cumhuriyet Döneminde
Sanat Eğitimi
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Büyük Önder, �Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.� diyerek, yeni devletin kültürel temeller üzerine kurulduğunu vurgulamıştır.Atatürk, kültürün insan, toplum ve ulus hayatındaki rolünü çok iyi biliyordu.Geniş kültür birikimi ve şaşmaz sezgi gücüyle yine çok iyi biliyordu ki kültürün önemli bir boyutu da sanattır.Çünkü güzel sanatlar, kültürün tadını ve rengini oluşturur, insan hayatına renk katar.
1. Sanata Karşı Resmî Tutumlar
Cumhuriyet döneminde sanata karşı resmî yaklaşımlardan söz ederken, Atatürk�ün sanata karşı tutumu, hükûmet programlarında sanata verilen yer ve millî eğitim şûralarında sanat gibi konular üzerinde durulabilir.
a.Atatürk ve Sanat
Büyük Önder, yeni ve millî bir devlet kurarken kültür ve sanat konularıyla da çok yakından ilgilenmiş, devletin görevleri arasına bu konularla uğraşmayı da katmış, sanata ilgiyi devlet politikası hâline getirmiştir. Daha 1923 yılında:�Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin gerektirdiği şeyleri yapmaz açık söyleyelim ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur.� diyerek, resim ve heykel gibi sanat dallarının önemini ve teknolojinin yanındaki yerini çarpıcı bir şekilde açıklamıştır. Çünkü yaratıcı bir toplum demek, düşünce ve sanat alanında yeni ürünler ortaya koyabilen, bilim ve teknolojide, sanat ve kültürde verimli eserler üretebilen toplum demektir.Ve onun biricik hedef olarak gösterdiği �çağdaş uygarlık düzeyi�ne, ancak bu niteliklere sahip olabilen toplum ulaşır.
Bütün bunların bilincinde olan Atatürk, sanata ve sanatçıya gösterdiği yakın ilginin ve çeşitli yerlerde yaptığı çarpıcı konuşmaların yanı sıra, sanatta kurumlaşma çalışmalarını başlattı.Bu konuda 1923�ten sonra köklü ve yaygın girişimlere tanık oluruz. 1924�te açılanMusiki Muallim Mektebi�nden sonra birçok kültür ve sanat kurumu açılır.Girişilen bütün çalışmaların temel amacı, ülkemizi ileri ülkelerin düzeyine getirmektir.
İnsanı başka varlıklardan ayıran özelliklerin başında, onun yaratıcılığı, güzeli araması ve yaratması gelir.Bu yaratıcılık ise kendini en çok sanat alanında gösterir.Bundan dolayı tarihçiler, tarihte gelmiş geçmiş devletler üzerinde yargıya varırken, onların siyasal örgütlerinden ve hareketlerinden çok, sanat ürünlerini gözönünde tutarlar. Çünkü sanat, gerçeklerini ve özelliklerini toplumdan alır, toplumu yüceltmeye çalışır. Bu ulusun kültür düzeyini, en çok, yetiştirdiği sanatçılar ve yarattığı sanat eserleri belirler.Bunun farkında olanAtatürk, ünlü Onuncu YılNutku�nda, �Yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir.� diyor. Ölümüne kadar da sanata ve sanatla ilgili çalışmalara büyük yakınlık duymuş, sanatçıları korumuş, onları çevresinden eksik etmemiştir.
b.Hükûmet Programlarında Sanat
Yeni başkent Ankara�da kurulan ilk�millî hükûmet�, kültür ve sanat sorunlarına önemle eğilmiştir.Bunu, ilk hükûmetin 9 Mayıs 1920 günlü programında açıkça görüyoruz.Onu izleyen hükûmet programlarında sanat konusu, özellikle Atatürk döneminde özel bir yer tutar, �millî yaratıcılık ve sanatın gelişmesi� üzerinde ısrarla durulur.En eski sanat eğitim kurumu olan GüzelSanatlar Akademisinde köklü değişiklikler yapılır, konservatuvar ve tiyatro çalışmalarına girişilir. Müzik ve resim başta olmak üzere, sanatın çeşitli dallarında öğrenim yapıp yurda dönmeleri için Avrupa�ya öğrenciler gönderilir.Bu elemanlar yurda dönüşte, sanat eğitim kurumlarında öğretmenlik ve yöneticilik yaparlar.
Cumhuriyetten sonra bütün hükûmet programlarında da kültür ve sanat konuları yer alır.Yeni kurumlar açılır, çok yönlü yaklaşımlar benimsenir. 1739 sayılı Millî EğitimTemelKanunu da sanat ve yaratıcılığa yer verir.
c. Millî Eğitim Şûralarında Sanat
1939�da toplanan ilk millî eğitim şûrasında, devlet resim ve heykel sergisi, basım ve yayın gibi konulara yer verilir.Daha sonra yapılan millî eğitim şûralarından bazılarında da sanat ve kültür konusu önemli bir yer tutar.Bu arada, sanata çeşitli yönleriyle ve sanat eğitimiyle birlikte özel bir ağırlık tanıyan VII.Millî EğitimŞûrası (5-15 Şubat 1962) ile, millî eğitimi yeniden düzenlemek amacıyla toplanan ve lise programlarında �güzel sanatlar�ın önemle yer almasını öngörenX. Millî EğitimŞûrası (23-26 Haziran 1981)�nı özellikle anmak gerekir.
2. Sanat Eğitimi
Cumhuriyet döneminde güzel sanatlar eğitiminden söz ederken, başlıca sanat eğitim kurumlarını ele almak, örgün sanat eğitim kurumları ile yaygın yani okul dışı sanat etkinlikleri üzerinde durmak ve başlıca sanat dallarıyla ilgili eğitim-öğretim çalışmalarını incelemek gerekir. Burada, sayılan konuların bir kısmına kısaca göz atılacaktır.
a. Örgün Eğitim
Cumhuriyet döneminde sanat eğitimi yapan kurumlar, önce iki gruba ayrılabilir:
1.Daha önceden açılıp da Cumhuriyetten sonra yeni bir düzene ve uygulamaya giren kurumlar:GüzelSanatlarAkademisi,İstanbul Belediye Konservatuvarı,İstanbulŞehir Tiyatrosu…
2. Cumhuriyetten sonra yeni açılan kurumlar:Musiki MuallimMektebi, konservatuvarlar,DevletTiyatrosu, Devlet Opera ve Balesi, öteki kurum, kuruluş ve okullar. Bütün bu kurumlar, örgün sanat eğitim kurumları ve yaygın sanat eğitim çalışmaları olmak üzere iki bölümde incelenebilir.
Örgün sanat eğitim kurumlarının başında, 1883 yılında öğretime başlayanGüzelSanatlarAkademisi (Sanayi-i Nefise Mektebi) gelir.Bu akademi, Türkiye�de bütünüyle sanat eğitimine yönelmiş en eski ve en köklü sanat eğitim kurumudur. Cumhuriyetle birlikte yeni bir düzen ve işleyiş içine girdi, hızla gelişti, bünyesinde zaman zaman önemli reformlar yaptı. Resim, mimarlık, heykel ve süsleme sanatları alanında, Tük sanat tarihinde büyük yeri olan çok sayıda sanatçı yetiştirdi.Ona bağlı birçok yüksek okul, kürsü, bölüm ve enstitü kuruldu. 2547 sayılı YükseköğretimKanunu uyarınca hazırlanan ve 20 Temmuz 1982 günü yürürlüğe giren�YükseköğretimKurumları Teşkilâtı Hakkında Kanun Hükmünde Kararname� ile İstanbul�da kurulan Mimar Sinan Üniversitesinin çekirdeğini oluşturdu.
Müzik eğitimi yapmak üzere 1917�de Darülelhan adıyla kurulmuş olanİstanbul Belediye Konservatuvarı, Cumhuriyetten sonra yeni çalışma dönemine başladı. 1927�de Belediye�ye bağlandı ve büyük gelişmeler gösterdi.Şehir orkestrası, şehir korosu,Türk sanat müziği ve folklor topluluğu da oluşturan bu kurum, çok yönlü çalışmalarını bugün de sürdürmektedir ve çok sayıda sanatçı yetiştirmiştir.
Müzik alanında ilerlemek için müziğin bilimsel ve çağdaş yöntemlerle ele alınması gerekiyordu.Bunun temeli, müzik eğitimi yapan ve müzik öğretmeni yetiştiren okul olacaktı. Böyle bir okul, hem öğretmen yetiştirmeli hem de müzik sorunlarımızla ilgili araştırmalar yapmalıydı.İşte bu amaçlarla, 1 Kasım 1924�te, Ankara�da bir Musiki Muallim Mektebi açıldı.Bu okul, 1925�ten sonra gittikçe gelişti, programlar ve eğitim-öğretim kadrosu bakımından güçlendi.�Millî musikiyi işlemek, yükseltmek, yaymak, sahne sanatlarının her kolunda gerekli elemanları yetiştirmek, musiki öğretmeni yetiştirmek� yolunda çalışmalar yaptı. 1936�da bu okulun yerine Ankara DevletKonservatuvarı kuruldu.
Millî Eğitim Bakanlığına bağlı bir müzik ve sahne sanatları okulu olarak çalışmalara başlayanAnkara DevletKonservatuvarının temel amacı, müzik ve sahne sanatları alanında batılı anlayışla eğitim-öğretim yapmaktı.Bu arada yabancı sanatçılardan yararlanıldı, konservatuvara bağlı birTürk HalkMüziği Arşivi kuruldu (1937).
Atatürk�ün ölümünden sonra da Konservatuvarın gelişmesi devam etti.Müzik ve sahne sanatları alanında çok sayıda değerli sanatçı yetiştirdi.Bu okulu bitiren sanatçılar, devlet sahnelerinde, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasında, çeşitli orkestralarda, özel tiyatrolarda, radyo ve televizyonda çalışmaktadırlar. Konservatuvar, 20 Temmuz 1982 tarihli Kararname ile Hacettepe Üniversitesine bağlanmıştır.
Ankara Devlet Konservatuvarından çok sonra, 1958�de İzmir�de, 1971�de ise İstanbul�da DevletKonservatuvarları açıldı. 1975�te İstanbul�da bir de TürkMusikisi Konservatuvarı açıldı. Bunlar da, yukarıda adı geçenKararname ile üniversitelere bağlandı.
Bütünüyle sanat eğitimi yapan bu tür kurumlardan başka, kuramsal veya hem kuramsal hem de uygulamalı sanat eğitimi yapan birimler de vardır. Bunlardan birkaç isim verelim:Gazi EğitimEnstitüsü Resim-İş (1932) ve Müzik(1937) Bölümleri, etkili bir biçimde sanat eğitimi yapan birimler arasında yer alır.Bu bölümler, orta dereceli ve yüksek okullara çok sayıda öğretmen yetiştirmiş ve sanat eğitimine büyük hizmetlerde bulunmuştur.Şimdi de, Gazi Üniversitesi Gazi EğitimFakültesine bağlı olarak çalışmalarını sürdürmektedirler. Resim-İş ve Müzik bölümleri olan daha başka eğitim enstitülerinin de bu alanda önemli çalışmaları oldu ve onlar da üniversitelere bağlandı.
1964 Yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine bağlı birTiyatro Kürsüsü ve 1970�te Tiyatro Araştırmaları Enstitüsü kuruldu.Üniversiteye tiyatronun girmiş olması ve bunun ilk olarak, temelini Atatürk�ün attığı bir kurumda gerçekleşmesi,Cumhuriyet döneminin ileri ve önemli adımları arasında yer alır.Adı geçen birim, kurumsal ve dışarıya da açılan uygulamalı çalışmaları ile dikkati çekmektedir.
Ankara Üniversitesine bağlı olarak 1965 yılında kurulan Eğitim Fakültesinin ilk ve temel kürsülerinden biri de GüzelSanatlarEğitimi Kürsüsü idi. 981�de �Bölüm�e dönüşen ve daha sonra �AnabilimDalı� olarak çalışmalarını sürdüren bu akademik birimde, kuramsal nitelikte sanat ve edebiyat eğitimi yapılmakta, lisans, yüksek lisans ve doktora programları, tez ve seminer çalışmaları yürütülmektedir.
1975 yılında Ege Üniversitesine bağlı bir GüzelSanatlarFakültesi açıldı ve aynı yıl eğitime başladı.Bugün Dokuz Eylül Üniversitesine bağlı olan bu fakülte, güzel sanatların değişik dallarında kuramsal ve uygulamalı sanat eğitimi ve ilgi çekici çalışmalar yapmaktadır.
Bunlardan başka, üniversitelerin sanat tarihi, resim, el sanatları, müzik bölümleri veya birimleri, mimarlık fakülteleri, kız meslek liseleri gibi daha birçok kurumda da kuramsal ve uygulamalı olarak sanat eğitimi yapılmaktadır. 2547 sayılı YükseköğretimKanunu�nun 5. maddesinde yer alan �Türkçe ve GüzelSanatlar dallarından biri zorunlu ders olarak tüm yüksek öğretim kurumlarında okutulur.� hükmü, yüksek eğitim düzeyinde ele alınacak sanat eğitimi plânlaması için gerekli yasal dayanağı da getirmiş, sanat eğitiminin alanını genişletmiştir.
Ortaokul ve lise ders programlarında da resim, müzik, sanat tarihi dersleri büyük ölçüde yer alıyor. Ancak bu uygulamanın, gerek kapsadığı okul tipleri ve gerekse işleyiş düzeni bakımından yeterli olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. 1978 yılında liselere konan�sanat eğitimi� dersi de yürütülemedi.
Yeri gelmişken, önemli bir adımdan söz etmekte yarar var.Millî Eğitim Bakanlığı da bu konuyu yeniden ele alma gereğini duymuş ve 17.3.1982 gün ve MEYDK Bşk./83 sayılı Bakan onayı ile bir�GüzelSanatlar Eğitimi Çalışma Grubu� kurulmuştur. Üniversitelerin ilgili öğretim elemanları, MillîEğitimBakanlığı ilgilileri ve sanatçılardan oluşan bu Çalışma Grubu, �Örgün ve yaygın eğitim programlarımızın güzel sanatlar eğitimi açısından incelenmesi ve buna göre önlemler alınmasına yardımcı olunması çalışmalarını� yoğun olarak yürütmüş ve �Türkiye�de GüzelSanatlarEğitimi� adlı bir rapor hazırlamıştır. (1) Bu rapor, daha sonra çoğaltılarak, bütün üniversitelerin ilgili fakültelerine gönderildi, konuyla ilgili görüş ve önerileri alındı. Adı geçenÇalışma Grubu,Bakanlığın ilgili uygulayıcı birimlerinden temsilci üyelerin de katıldığı ikinci aşama çalışmalarına 3 Şubat 1983�te başlayarak, önce, üniversitelerden gelen görüş, eleştiri ve önerilerin genel bir değerlendirmesini yapmış, sonra da bu değerlendirmeler ışığında daha ayrıntılı bir çalışma yaparak somut öneriler geliştirmiştir. Böylece,�Türkiye�de Güzel Sanatlar Eğitiminin Geliştirilmesine Yönelik Öneriler� (2) adlı ikinci rapor oluşmuş ve bu rapor, 20 Haziran 1983 günü yapılan Yüksek Danışma Kurulu toplantısında görüşülerek kabul edilmiştir. Söz konusu öneriler, okulöncesi eğitim, temel eğitim, ortaeğitim ve yüksekeğitim kurumlarını ayrı ayrı fakat bir bütünlük içinde ele almaktadır. Bu çalışmaların uygulamaya konması ve benzeri çalışmalarla daha da geliştirilmesi çok yararlı olacaktı.
b.Yaygın Eğitim
Cumhuriyetten sonra, yaygın sanat eğitimi yani okul dışı sanat çalışmaları bakımından da büyük bir hız, canlılık ve yaygınlık görülür.Bu dönemde okul dışı sanat eğitim çalışmaları iki bölümde incelenebilir:1. Musiki ve sahne sanatları 2. plâstik sanatlar. 1932�de kurulan, Güzel Sanatlar Kolu, Temsil Kolu, Müze ve Sergi Kolu gibi çeşitli �kol�ları içeren ve özellikle Atatürk döneminde yaygın çalışmalar yapmış olan Halkevleri ile 1973�te başlayan Uluslar Arası İstanbul Sanat Festivali ve TRTgibi kurum ve kuruluşlar, her iki alanı da kapsar.
Musiki ve sahne sanatları alanında yapılan yaygın sanat eğitim çalışmaları deyince, akla Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası,Devlet Opera ve Balesi,Devlet Tiyatrosu, çeşitli orkestra, opera ve korolar, resmî ve özel tiyatrolar… gelmektedir.Plâstik sanatlardan söz ederken de, Devlet resim ve heykel müzeleri, müzeler, sergiler, resmî ve özel galeriler, sanat kongreleri,İstanbul Sanat Bayramı, basın-yayın gibi çeşitli etkinlikler üzerinde durulabilir.Cumhuriyet döneminde, bütün bu sayılan alanlar bakımından da önemli gelişmelere tanık olmaktayız ve birtakım sorunlar bulunmakla birlikte bu gelişmeler sürmektedir.
c. Yeni Gelişmeler
Bilindiği gibi, 1990 yılında Ankara�da bir güzel sanatlar lisesi açıldı. Bugün ülkemizdeki güzel sanatlar lisesi sayısı 8�dir.Aynı şekilde, devlet üniversiteleri ile vakıf üniversitelerine bağlı 10 kadar güzel sanatlar fakültesi var ülkemizde. Bundan başka, 1997 yılında yeniden yapılandırılan eğitim fakültelerinde yani öğretmen yetiştiren kurumlarda sanat eğitimi dersleri önemli bir yer tutuyor.
Sanat eğitimi konusunda 1998 yılında yeni ve önemli bir adımla daha karşılaşıyoruz. İstanbul�da Yıldız Teknik Üniversitesine bağlı yeni bir fakülte olarak�Sanat ve Tasarım Fakültesi� kuruldu.Devlet üniversiteleri içinde ilk ve tek olan bu fakülte, sanata bütüncül açıdan bakmayı ve disiplinler arası çalışmaları, sanatla yaşamı birleştirmeyi temel ilke edinmiş durumda. Başlıca programları, müzik, sahne sanatları, iletişim tasarımı, fotoğraf ve video, sanat yönetimi.
Bütün bu kurumlarda yürütülen programların nitelikleri, uygulama ve sanat eğitimine katkı yönleri tartışılabilir, programlar verim bakımından irdelenebilir. Daha iyisi, daha güzeli için elbette çeşitli görüşler öne sürülebilir.Ama ne olursa olsun, bu tür zenginliklerin bir canlılık ve olumlu gelişmeler olarak algılanması gerekir.
Sonuç ve Öneriler
Burada, Cumhuriyet Dönemi güzel sanatlar eğitimi üzerinde kısaca duruldu.Konuya ilişkin genel bir değerlendirme yapınca şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz:
1. Yeni Türkiye�nin mimarı Atatürk, Cumhuriyeti kültür ve eğitim temeline oturtmuş, güzel sanatlara büyük önem vermiştir.Bugün çalışmalarını sürdüren bütün sanat eğitim kurumları, kaynağını ondan alır.Kültürün önemli bir ögesi olan güzel sanatlar, büyükÖnder�in gerçekçi yaklaşımı, yakın ilgisi, büyük desteği ile ülkemizde kökleşti ve gelişti. Çünkü güzel sanatlar gelişmezse toplumun kısır kalacağını çok iyi biliyordu.
2. Sanat eğitim kurumlarından, ünü yurt dışına da taşan değerli sanatçılar, öğretim elemanları ve öğretmenler yetişmiştir. Bu arada, güzel sanatların her dalında çalışan ve çalıştığı alana güç katan seçkin kadın sanatçılarımız yetişti.
3. Çeşitli dallarıyla güzel sanatlar, Cumhuriyet döneminde önemli gelişmeler gösterdi. Artık Türk sanatçısı, aktarmacılık, özenti ve taklit peşinde değildir.Hemen her dalda kendimize, yerli kaynaklara ve millî değerlere dönme eğilimi ağırlık kazanmaktadır.
4. Göze çarpan önemli bir nokta, sanatla ilgili çalışmaların giderek yaygınlaşmakla birlikte, henüz geniş yığınlara seslenemediği, sınırlı çevrelerde kaldığı gerçeğidir. İşte burada devlete ve sanat eğitim kurumlarına büyük görevler düşüyor. Bunların başında, daha geniş ve etkili bir sanat eğitimi gelmektedir.Daha önce de belirtildiği gibi, Millî Eğitim Bakanlığının gerçekçi bir yaklaşımla konuya el atması sonucu başlayan çalışmalar ve hazırlanan raporlar, bu konuya hem örgün hem de yaygın eğitim açısından yeterince ışık tutmaktadır.Böylesine önemli bir konuya, bütünlük, tutarlılık, süreklilik, yaratıcılık, çok yönlülük, sanata ve sanatsal çevreye duyarlılık, yaygınlık gibi temel ilkeler açısından eğilen bu çalışmaların uygulamaya konması çok yarar sağlayacaktır.Çünkü çirkinin ne olduğunu anlamak ve çirkinliklerden uzaklaşmak için, kişi ve toplum olarak güzeli bilmek gerekir.Bunu da ancak güzellik eğitimi, etkili bir sanat eğitimi sağlar.
Belirtmekte yarar var ki, sanat eğitimi derken amaç, herkesin sanatçı olması değildir. Zaten bu düşünülemez. Ama iyi bir sanat izleyicisi olmak ve güzeli aramak da büyük önem taşır.Sanat eğitimi, ustalık ve beceri kazandırmak değil, estetik duyarlığın geliştirilmesidir.Bilindiği gibi çağımızın insanı, yarattığının tutsağı olma durumundadır ve duyarsızlaşmaya başlamıştır. Oysa gerçek anlamda çağdaş insan, duyan, düşünen, yaratan, güzeli arayan, insanı ve doğayı seven varlıktır.İşte sanat eğitimi, bu nitelikler açısından değer taşır.
Yazan:hülya Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
CUMHURİYET DÖNEMİNDE GÜZEL SANATLAR
(RESİM-HEYKEL-MİMARİ)
Resim
15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet, İtalyan sanatçı Gentile Bellini�yi bugün Londra National Gallery�de sergilenen kendi portresini yaptırtmak üzere çağırmasına rağmen Batı tarzı resim, Osmanlı İmparatorluğu�nda benimsenmemiş bunun yerini genelde minyatür sanatı almıştır. Geçen süre zarfında Osmanlı İmparatorluğu�na gelerek çalışmalarda bulunan Batılı bazı sanatçıların olduğu bilinse de bu sanatçıların saray ve çevresinden büyük destek gördükleri dönem, Osmanlı�nın Avrupa ile ilişkilerini arttırdığı Batılılaşma dönemi olmuştur. Ayrıca Osmanlı minyatür sanatının geleneksel çizgisinden ayrılmaya başlaması da yine aynı döneme rastlamaktadır.
18. yüzyıl, Osmanlı sanatı açısından bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Bu yüzyılda ülkemizde yabancı sanatçıların resim ve mimari alanında etkinlikleri sürerken III. Selim(1789-1807) dönemi ıslahatları arasında Batı yöntemlerine uygun eğitim yapan askeri okulların kurulması kararlaştırılmıştır. Bunlardan 1794 yılında eğitime başlayan Mühendishane-i Berîi Hümayun adını taşıyan askeri okulda askeri amaçlı ilk resim dersleri verilmeye başlanmış, fakat bu dersler içinde perspektif, ışık-gölge gibi kurallar da yer almıştır. III. Selim�in başlattığı ıslahata II. Mahmud(1808-1839) devam etmiş ve yine çağdaş anlamda eğitim veren Harbiye, Tıbbiye, Bahriye gibi askeri okullar açılmıştır. II. Mahmud, aynı zamanda kendi resmini çoğaltarak devlet dairelerine astırarak yeni bir geleneğin başlatıcısı da olmuştur. Askeri okullarda eğitim gören ve resim yapmaya ilgi duymuş olan sanatçılarımız çağdaş Türk resim sanatının bir bakıma öncülüğünü yapmışlardır. Genel olarak Asker Ressamlar Kuşağı olarak adlandırılan bu dönem ressamları arasında en etkin olanları Kolağası Hüsnü Yusuf Bey, Ferik Tevfik Paşa, Osman Nuri Paşa, Ferik İbrahim Paşa, Hüseyin Zekâi Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid Bey, Hoca Ali Rıza ve Halil Paşa�dır. Resimlerinde genel olarak peyzaj, natürmort gibi konulara ağırlık veren asker ressamlardan Şeker Ahmet Paşa�nın kendini paleti ve fırçasıyla resmetmiş olduğu Kendi Portresi ise bu dönem için figür alanında yapılmış en önemli çalışmadır. Bu arada İstanbul�da gerçek anlamda ilk resim sergisi Şeker Ahmet Paşa�nın çabalarıyla 27 Nisan 1873 tarihinde açılmıştır. Etkinlikleri 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürmüş alan asker ressamların çağdaş Türk resim sanatına bir diğer katkıları da Tanzimat(1839) ve Islahat(1856) fermanlarıyla ortaya çıkan bilim ve sanat alanındaki gelişmeler doğrultusunda müfredata alınan resim derslerini de vermiş olmalarıdır.
Asker ressamların etkinliklerini sürdürdüğü yıllarda bir grup ressamın yapmış olduğu ve aynı fırçadan çıkmış izlenimi veren manzara resimleriyle karşılaşmaktayız. Türk resim sanatı içinde Primitifler olarak da adlandırılan, bir kısmı askeri okul kökenli veya Darüşşafaka gibi sivil okullarda eğitim görmüş Necib, Kasımpaşalı Hilmi, Şefik, Salih Molla Aşkî, Şevki, Lofçalı Ahmed, Ahmet Ragıp, Giritli Hüseyin, Fahri Kaptan, Selâhattin, Cemal, Ahmet Şekür, İbrahim adlı sanatçıların imzalarına rastladığımız bu resimlerde, Yıldız Sarayı, Yıldız Camii, Kağıthane, Ihlamur Kasrı ve benzeri yapıların çeşitli görünümleri sıkça işlenen konulardır. Bu arada 19. yüzyılın ilk yarısında icat edilen fotoğraf makinesi, icadından kısa bir süre sonra ülkemize girmiş ve özellikle İstanbul�da çok sayıda fotoğraf atölyesi açılmıştır. Ortak manzara geleneğine dahil tabloların, halen İstanbul Üniversitesi Kitaplığı�nda bulunan Yıldız Fotoğraf Albümleri�nde fotoğrafları saptanmış ve bunların mevcut fotoğraflarından yararlanılarak yapıldıkları belgelenmiştir.
Cumhuriyet�in ilanından önce güzel sanatlar alanında yaşanan en önemli gelişme 3 Mart 1883 tarihinde Sanayi-i Nefise Mektebi�nin eğitime başlamasıdır. Askeri okullar dışında akademik anlamda ilk resim derslerinin verildiği bu okul, ressam, arkeolog ve aynı zamanda ilk Türk müzecisi olan Osman Hamdi Bey(1842-1910) tarafından kurulmuştur. Osman Hamdi Bey, 1860 yılında Paris�e hukuk eğitimi için gitmiş olmasına rağmen burada hukuk eğitimini bırakarak dönemin ünlü ressamlarının atölyelerinde çalışmıştır. 1869 yılında yurda dönüşünden sonra çeşitli alanlarda önemli görevler üstlendiği de görülen Osman Hamdi Bey�in günümüze ulaşan çok sayıda tablosu bulunmaktadır. Eserlerinde özellikle büyük boy figür kullanımı açısından başarılı olduğu gözlemlenen sanatçının üslubunun Oryantalizm�e yakın olduğunu söyleyebiliriz.
1908 yılında II. Meşrutiyet� in ilan edilmesinin ardından tüm kurumlarda oluşan özgürlük ortamı sanatta da kendini hissettirmiştir. 1909 yılında büyük bölümü Sanayi-i Nefise Mektebi mezunu sanatçılarca kurulan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti bu ortamdan etkilenerek oluşturulmuş bir birliktir. Yarı resmi niteliğe sahip birlik üyeleri, ülkemizde resim sanatının gelişiminde önemli rolü bulunan Galatasaray Sergileri�nin 1916-1952 yılları arasında düzenli olarak açılmasını sağlamışlardır. Bunun yanında bu birlikçe yayınlanmaya başlayan fakat yanlızca on sekiz sayısı basılabilmiş olan �Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Gazetesi� ülkemizdeki ilk düzenli sanat dergisi olması açısından önem taşımaktadır. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti, 1921 yılında �Türk Ressamlar Cemiyeti�, 1926 yılında �Türk Sanayi-i Nefise Birliği� daha sonra ise �Güzel Sanatlar Birliği� adı altında faaliyetlerini sürdürmüştür.
Aynı yıllarda Sanayi-i Nefise Mektebi�nde eğitim gören bir kısım sanatçı, bu okulun sınavını kazanarak veya kendi imkanlarıyla Paris�e resim öğrenimi için gitmiştir. 1914 yılında I. Dünya Savaşı�nın başlamasıyla birlikte yurda dönen ve Türk resim sanatına çağdaş akımları getiren bu sanatçılar 14 Kuşağı veya Çallı Kuşağı olarak adlandırılmaktadır. Grubun ilk akla gelen isimleri arasında İbrahim Çallı, Avni Lifij, Nazmi Ziya Güran, Namık İsmail, Feyhaman Duran, Hikmet Onat, Mehmed Ruhi Arel, Ali Sami Yetik, Ali Sami Boyar bulunmaktadır. Genel olarak figürlü kompozisyon ve portre alanında izlenimci tarzda eserler meydana getirdikleri gözlenen bu sanatçılar arasında büyük ölçüde portre ressamlığına yönelmiş olan sanatçımız ise Feyhaman Duran(1886-1970) olmuştur. Feyhaman Duran�ın İstanbul Üniversitesi�ne bağışlamış olduğu Beyazıt�taki evinin 2001 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından restorasyonu tamamlanmış ve içindeki eşyalar aslına uygun biçimde düzenlenerek �Feyhaman Duran Kültür ve Sanat Evi� olarak hizmete açılmıştır. 1914 kuşağı sanatçıları, çağdaş Türk resim tarihi içinde Şişli Atölyesi olarak bilinen ve Harbiye Nazırı Enver Paşa�nın isteği ile Viyana ve Berlin Sergileri için konusu savaş ve kahramanlık olan resimler yaptırmak amacıyla Şişli�de açılan atölyede de çalışmışlardır. Cumhuriyet döneminde de etkinlikleri sürmüş olan bu sanatçılar, toplumsal konulu eserler yanında Atatürk ve devrimlere bağlılığı konu alan resimler yapmışlar, aralarında eğitimci yönleri bulunanlar ise Cumhuriyet dönemi resim sanatçılarının yetişmesinde önemli rol üstlenmişlerdir.
1914 yılında güzel sanatlar alanında yaşanan bir başka önemli gelişme ise kız öğrencilere güzel sanatlar alanında eğitim olanağı sağlamak üzere Beyazıt�taki Zeynep Hanım Konağı�nın bir bölümünde(Bugün İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakülteleri�nin bulunduğu yer) İnas/Kız Sanayi-i Nefise Mektebi açılmasıdır. Bu okulun müdireliğini de yapan ilk kadın ressamlarımızdan Mihri Müşfik Hanım�ın ilk kez çıplak kadın modelini atölyeye getirmiş olması dönemi açısından önemli bir gelişmedir. Mihri Müşfik Hanım�dan sonra müdür olan Ömer Adil�in yapmış olduğu Kızların Resim Atölyesi adlı tablosu bu okul hakkında önemli bir belge niteliğindedir. İnas/Kız Sanayi-i Nefise Mektebi, Cumhuriyetin ilanından sonra Sanayi-i Nefise Mektebi ile birleştirilmiştir.
1923 yılında Cumhuriyet�inilan edilmesinin ardından başta Atatürk olmak üzere diğer devlet adamlarının en çok üzerinde durdukları konulardan biri Türkiye Cumhuriyeti�ni bilim, teknik ve sanat alanlarında çağdaş devletlerin seviyesine ulaştırmak olmuş ve bu hedef doğrultusunda büyük çaba sarf edilmiştir. Özellikle Cumhuriyet� in ilk yıllarında bu alanlarda yetişmiş kişilerin bulunmaması dikkate alınarak yurt dışına yetenekli gençler gönderilerek yetişmeleri sağlanmıştır. Cumhuriyet�in ilanından kısa bir süre sonra 1924 yılında yurt dışına gönderilenler arasında beş ressam bulunması güzel sanatlara verilen önemin bir göstergesidir. Bu uygulama diğer yıllarda da devam etmiş, yalnız resim sanatçılarına değil güzel sanatların başka kollarında yetenekli gençlere de yurt dışında eğitim olanağı sağlanmıştır.
Cumhuriyet döneminde sanatın halk arasında yaygınlaşmasında ve sanatçının devlet tarafından desteklenmesinde devlet tarafından açılan sergilerin katkısı büyük olmuştur. Özellikle 1939 yılından itibaren düzenli hale getirilen Ankara Devlet Resim ve Heykel Sergileri�ne katılan sanatçıların kurulan jürilerce yapıtları ödüllendirilmiş ve eserleri devlet tarafından satın alınmıştır. Cumhuriyet�in 10. yılı etkinlikleri kapsamında Ankara Halkevi�nde pek çok sanatçımızın Kurtuluş Savaşı�nı ve Cumhuriyet Devrimleri�ni konu alan resimleriyle katıldıkları İnkılap Sergisi ise 1937 yılına kadar aynı adla açılmaya devam etmiştir. Bu ve benzeri diğer sergilerin yanı sıra ülkemizin ilk güzel sanatlar müzesi olan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi deyineAtatürk�ün emriyle 1937 yılında Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi�nde açılmıştır. 1937-1944 yılları arasında Cumhuriyetin Halkçılık ilkesi doğrultusunda sanatın geniş kitlelere yaygınlaştırılması amaçlanmış ve Türkiye�nin 63 iline 58 ressam gönderilerek, ülke gerçeklerini, genel ve kültürel özellikleri yansıtan 675 tuvalden oluşan bir koleksiyon elde edilmiştir. Dönemin Güzel Sanatlar Akademisi müdürü olan Namık İsmail�in Cumhuriyetin 10. yılı münasebetiyle 1933 yılında ilgili bakanlığa hazırlamış olduğu, sanat yaşamındaki eksiklerin ve sanatın yaygınlaştırılması için yapılması gerekenleri içeren raporu dönemi açısından büyük önem taşımaktadır. Cumhuriyet döneminde yurt dışına sanat eğitimi için öğrenciler gönderilmesinin yanı sıra ülkemizde güzel sanatlar eğitiminin yaygın hale gelmesine de çalışılmıştır. Cumhuriyet�in ilanından önce açılmış olan ilk güzel sanatlar okulu olan Sanayi-i Nefise Mektebi�nin adı 1928 yılında Güzel Sanatlar Akademisi, 1964 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olarakdeğiştirilmiş, 1969 yılında ise �Devlet Güzel Sanatlar Akademileri� kanunu ile bilimsel özerkliğe kavuşturulmuştur. 1930 yılında Atatürk�ün teşvikiyle Ankara�da açılan Gazi Eğitim Enstitüsü resim-iş bölümü, resim eğitimini yaygınlaştıran ve özellikle orta dereceli okullara resim öğretmeni yetiştiren önemli bir kurum olmuştur. Daha geç bir tarihte İstanbul�da 1957 yılında eğitime başlayan Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu güzel sanatlar eğitimi alanındaki boşluğu dolduran bir diğer okuldur.
Cumhuriyet dönemi resim çalışmalarına bakacak olursak Cumhuriyet�in ilanından önce kurulmaya başlayan resim birliklerinin Cumhuriyet döneminde de kurulmaya devam ettiğini görürüz. Cumhuriyet döneminin ilk sanatçı topluluğu 1929 yılında kurulan Müstakil Ressam ve Heykeltıraşlar Birliği�dir. Kurucularının bir kısmı devlet tarafından yurt dışına gönderilmiş Refik Ekipman, Cevat Dereli, Şeref Akdik, Mahmut Cûda, Nurullah Berk, Hale Asaf, Ali Avni Çelebi, Ziya Kocamemi, Muhittin Sebati, heykeltıraş Ratip Aşır Acudoğlu ve dekoratör Fahrettin olan bu birliğin üyeleri İzlenimci tarzdan uzak durmuşlar, bunun yerine geometrik desen kuruluşlu(kübist) eserler yapmışlardır.
1933 yılında Müstakil Ressam ve Heykeltıraşlar Birliği�nin üyelerinin etkinlikleri sürerken bu gruptan ayrılan Nurullah Berk, Abidin Dino ile birlikte Zeki Faik İzer, Elif Naci, Cemal Tollu ve heykeltıraş Zühtü Müridoğlu�Türk resim tarihi içindekurulan dördüncü birlik olmalarından dolayı- D Grubu adını verdikleri yeni bir sanatçı birliği oluşturmuşlardır. Modern sanatı tanıtmayı da görev edinen D grubu üyeleri, bu nedenle açmış oldukları sergilerde, modern sanatı tanıtan konuşmalara ve tartışmalara da yer vermişlerdir. Çağdaş Türk resminin modernleşme sürecini hızlandıran sanatçılar, temelinde kübizm olan teknik yönü kuvvetli eserler üzerinde yoğunlaşmışlardır.
1935 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi müdürü olan Burhan Toprak tarafından 1936 yılında resim atölyesi şefliğine getirilen Fransız sanatçı L.Levy�nin atölyesinde yetişmiş olan Nuri İyem, D grubundan ayrılan Abidin Dino, Turgut Atalay, Mümtaz Yener, Haşmet Akal, Faruk Morel, Avni Arbaş, Selim Turan tarafından 1941 yılında kurulmuş olan Yeniler Grubu üyeleri, D grubunun biçimciliğine karşıt olarak toplumsal konulardan oluşan yapıtlarla karşımıza çıkmaktadırlar. Fakat bu grubun bazı üyeleri baştaki çizgilerinden zamanla ayrılmışlardır.
Güzel Sanatlar Akademisi�nde Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinde yetişen Orhan Peker, Nedim Günsür, Turan Erol, Nevin Çokay, Mehmet Pesen, Mustafa Esirkuş, Leyla Gamsız� ın aralarında bulunduğu sanatçılarca 1946 yılında kurulan Onlar Grubu üyeleriise Batı resmindeki soyut akımlarla geleneksel motiflerimizi sentezleme çabası içine girmişlerdir.
II. Dünya Savaşı sonrası tüm dünyada olduğu gibi Türkiye�de de önemli sosyal, kültürel ve ekonomik değişimler meydana gelmiş, bu değişim resim sanatına da yansımıştır. Özellikle dış kaynaklı sanat yayınlarının ülkemizde çoğalması Batı sanat çevreleriyle ilişkileri daha bilinçli hale getirmiş, buralardaki son çalışmalardan kısa sürede haberdar olunmuştur. 1930�lu yıllarda Müstakiller�le başlayan modern resim çalışmaları 1950�li yıllardan sonra gerek bahsettiğimiz bu nedenlerden gerekse bu yıllarda yurt dışında eğitim görmüş ressamlarımızın etkisiyle hız kazanmıştır. 1953 yılında Ankara Üniversitesi, Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi�nde Adnan Çoker ve Lütfü Günay�ın açmış oldukları sergi Türkiye�de açılmış ilk soyut resim sergisidir. Yine 1954 yılında İstanbul Şehzadebaşı�nda Kuyucu Murat Paşa Medresesi�nde(Bu bina günümüzde İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü Güzel Sanatlar Bölümü Başkanlığı olarak hizmet vermektedir.) açılan sergiye katılan sanatçılar �Halkımıza Çağrı� başlığı altında soyut sanatı benimsetmek amacıyla bir bildiri yayınlamışlardır. 1950�li yıllardan sonra Türk resminde etkin olan soyut resme bazı sanatçılarımız moda gözüyle bakmışlar ve geleneksel tarzlarına devam etmişlerdir. Bunu takip eden yıllarda Türk resim sanatı içinde toplumsal gerçekleri yansıtan natüralist eserlerle birlikte soyut tarzda resim yapan pek çok ressam yer almıştır. Yine 1970�li yıllardan sonra resim sanatçılarının bu iki alanda yoğunlaştıkları görülmektedir. Cihat Burak, Neşet Günal, Nedim Günsür, Orhan Peker, Yüksel Aslan gibi figüratif alana yönelmiş sanatçıların yanında Adnan Çoker, Sabri Berkel, Ömer Uluç, Ferruh Başağa, Nejat Devrim soyut alanda başarılı eserler meydana getirmişlerdir. Soyut sanat kavramı dışında 1960�lı yıllardan sonra basit ve fantastik öğelerin çarpıcı renklerle ifade edildiği Naif resimler de çağdaş Türk resim sanatında önemli bir yer tutmaktadır.
Cumhuriyet�in ilk yıllarından itibaren, yurt dışına gerek kendi gerekse devlet imkanlarıyla giden sanatçılarımızdan bir kısmı sanat yaşamlarına yurt dışında devam etmişlerdir. Buna rağmen Fikret Mualla, Abidin Dino, Avni Arbaş, Hakkı Anlı, Selim Turan, Burhan Doğançay ve Erol Akyavaş varlıkları ülkemizde de hissedilen sanatçılar olmuşlardır.
Tüm bu gelişmelerin yanı sıra 1970�li yıllarda çeşitli objelerle birlikte mekanın da kullanıldığı sanat eserleri oluşturulmaya başlanmıştır. 1977 yılından Devlet Güzel Sanatlar Akademisi tarafından düzenlenen �Soyut Eğilimler Sergisi� bu tür çalışmaların değerlendirildiği bir sergi olmuştur. Bu ve benzeri sergiler 1990�lı yıllardan itibaren İstanbul�da iki yılda bir düzenlenen Bienal�lerin ilk adımını oluşturmaktadır.
Çağdaş Türk resim sanatının gelişmesinde en önemli eğitim kurumumuz olan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, 1982 yılında Mimar Sinan Üniversitesi�ne bağlı Güzel Sanatlar Fakültesi olarak eğitimini sürdürmektedir. Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu ise aynı tarihte Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi�ne dönüştürülmüştür.
Heykel
Ülkemizde 19. yüzyıl sonlarına kadar heykel sanatı dinin de etkisiyle mimariye bağlı taş süslemeciliği şeklinde gelişme göstermiştir. Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu�nda resim sanatında Batılılaşma etkisi sonucu yaşanan gelişmeler heykel sanatında karşımıza çıkmamaktadır. Bu dönemde adından bahsedebileceğimiz Türk heykel sanatçısı olmadığı gibi, 19. yüzyılda Osmanlı topraklarında çalışan çok sayıda ressama karşılık heykeltıraşa rastlamayız. Yanlızca yeniliklere açık bir padişah olan Sultan Abdülaziz, Viyana seyahati sırasında gördüğü heykellerden etkilenerek kendi heykelini yaptırmak istemiş ve bunun üzerine C.F. Fuller isimli bir heykeltıraşı İstanbul�a getirterek bugün Beylerbeyi Sarayı�nda yer alan at üzerindeki heykelini yaptırtmıştır. Fakat 1871 tarihli bu heykelin döneminde büyük tepkiler aldığı bilinmektedir. Aynı dönemde açılan askeri ve sivil okullarda da heykel üzerine bir eğitim verildiğine dair bir bilgimiz yoktur.
Ülkemizde heykel sanatının başlaması ve gelişmesi resim sanatında olduğu gibi kuşkusuz 1883 yılında açılan Sanayi-i Nefise Mektebi ile gerçekleşmiştir. Sanayi-i Nefise Mektebi�nin ilk heykel hocası ise Roma�da heykel eğitimi almış olan Osgan Yervant(1855-1914)�dır. Cumhuriyet öncesi dönemde Sanayi-i Nefise� de öğrenim gören heykel sanatçıları arasında hakkında yeterli bilgi sahibi olabildiğimiz başarılı isimler olarak İhsan Özsoy(1867-1944), İsa Behzat(1875-1916) ve MehmetMahir Tomruk(1885-1949)�ugörmekteyiz. Heykel alanında Cumhuriyet öncesi dönemde yetişmiş önemli bir isim olan Nijad Sirel(1897-1959)ise Sanayi-i Nefise� de öğrenim görmeden kendi imkanlarıyla Almanya�ya heykel öğrenimi için gitmiş ve eğitimini tamamladıktan sonra yurda dönmüştür. Bu sanatçılardan Avrupa�da da eğitim almış olan İhsan Özsoy, 1908 yılında Osgan Yervant�ın yerine Sanayi-i Nefise�de hocalığa başlamıştır. Çağdaş Türk Heykel Sanatı�nın bu ilk öncüleri, genel olarak klasik heykel formlarında natüralist eserler, özellikle büstler meydana getirmişler ve malzeme olarak çoğunlukla alçı, taş ve bronz kullanmışlardır.
Cumhuriyet�in ilan edilmesinin ardından 1924 yılında devlet tarafından yurt dışına gönderilen öğrenciler arasında heykel sanatçısı bulunmamaktadır. 1925 yılında ise Müstakil Ressam ve Heykeltıraşlar Birliği(1929) kurucularından olan Ratip Aşir Acudoğlu,devlet tarafından Paris�e heykel eğitimi için gönderilen ilk heykel sanatçısı olmuştur. Sonraki yıllarda akademi öğrencilerinden Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Nusret Sumangibidevlet bursu kazanarak yurt dışına giden sanatçılarımızın ülkemizde heykel sanatının gelişmesinde büyük payları olmuştur. Sabiha Bengütaş ise ilk Türk kadın heykel sanatçılarımızdandır.
Cumhuriyet öncesi heykel çalışmalarının akademi ile sınırlı kalması, Türk halkının heykel sanatına karşı ön yargılı tutumunu devam ettirmiştir. Cumhuriyet�in ilanından önce Atatürk, 22 Ocak 1923 yılında Bursa�da yapmış olduğu konuşmasında bu alandaki endişeleri giderici şu sözlere yer vermiştir;�…Dünyada uygarlığa ulaşmak, ilerlemek, gelişmek isteyen herhangi bir ulus ister istemez heykel yapacak ve heykelci yetiştirecektir. Anıtların şuraya buraya tarihsel anılar olarak dikilmesinin dine aykırı olduğunu ileri sürenler, şer�i hükümleri gereği gibi araştırıp incelememiş kişilerdir. … heykelciliği en yüksek derecede ilerletecek ve yurdumuzun her köşesi atalarımızın ve bundan sonra yetişecek çocuklarımızın anılarını güzel heykellerle dünyaya ilan edecektir….� Atatürk�ün konuya duyarlı yaklaşımı sonraki yıllarda da devam etmiş, heykel sanatının yaygınlaşması ve halka benimsetilmesi amacıyla önemli meydanlara konulmak üzere, yaşanan zaferleri ve değerli komutanları konu alan anıt heykellerin yaptırılması düşünülmüştür. Fakat ülkemizde anıt heykel yapımı için gerekli teknik imkanların olmaması ve anıt heykel yapımı konusunda yeterli tecrübeye sahip sanatçıların henüz yetişmemesi üzerine bu alanda ilk yabancı sanatçılara görev verilmiştir. Bu sanatçılardan Krippel�in yapmış olduğu İstanbul Sarayburnu Parkı�nda bulunan 1926 tarihli Atatürk Anıtı ülkemizdekiilk anıt heykeldir. Yine ülkemizde çok sayıda eseri bulunan bir diğer sanatçı olan Canonica�nın yapmış olduğu eserler arasında en bilineni 1928 tarihli İstanbul, Taksim Cumhuriyet Anıtı�dır. Yabancı sanatçıların yanı sıra 1930�lu yıllardan sonra, öncülüğü Kenan Yontuç, Ratip Aşir Acudoğlu, Hadi Bara, Nijad Sirel�in yaptığı anıtlara günümüze kadar geçen sürede başarılı diğer heykeltıraşlarımızın eserleri eklenmiştir. Bu heykellerden İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası önünde yer alan Gençlik Anıtı Yavuz Görey tarafından 1955 yılında yapılmıştır.
Cumhuriyet döneminde açılan sergilerde resim sanatçılarının yanı sıra heykel sanatçılarına da rastlanmaktadır. 1932 yılında Zühtü Müridoğlu�nın Gülhane Parkı içindeki Alay Köşkü�nde açmış olduğu sergi ise ülkemizdeki ilk heykel sergisi olarak kabul edilmektedir.
1937 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Atölyesi şefi olan Belling, Akademi�de görev yaptığı 1955 yılına kadar figüre dayalı klasik eğitim vermeyi tercih etmiştir. Belling�in öğrencisi olan bazı sanatçılar akademiden sonra eğitimlerini yurt dışında devam ettirmişler ve bu eğitimleri sırasında çağdaş akımlardan etkilenerek yurda dönmüşlerdir. Böylelikle 1950�li yıllardan sonra heykel sanatımızın modern akımların etkisinde kaldığına tanık olmaktayız. Çağdaş akımların Akademi�de öğretilmesi ise 1950 yılında Ali Hadi Bara ve Zühtü Müridoğlu�nun atölye hocaları olarak görev almasıyla başlamış, Akademi�deki eğitimlerinden sonra gittikleri Paris�te soyut çalışmalardan etkilenen İlhan Koman ve Şadi Çalık�la bu dönem hız kazanmıştır. Cumhuriyet döneminde heykel sanatımızın gelişmesinde ve yaygınlaşmasında Hüseyin Özkan, Yavuz Görey, Zerrin Bölükbaşı, Hüseyin Gezer, Kuzgun Acar, Ali Teoman Germaner, Gürdal Duyar�ın yapmış oldukları çalışmalar da önemli yer tutmaktadır.
Çağdaş Türk Heykel Sanatı�nın, başladığı noktadan itibaren hızlı bir gelişme göstermiş olduğu açıktır. Cumhuriyet döneminde yetişmiş sanatçılar, ilk heykel sanatçılarımıza oranla daha bağımsız ve kişisel uslüplarını ortaya koyabilen eserler meydana getirmişler ayrıca erken dönemdeki büstler yerini önemli meydanlarımızda yer alan anıtlara ve soyut heykellere bırakmıştır. Bu gelişmeler yalnız bunlarla sınırlı kalmamış kullanılan malzemede de kendini göstermiştir.
Mimarlık
Klasik Osmanlı mimarisi, 18. yüzyıldan itibaren büyük değişim içine girmiş, bu değişim özellikle yapıların süsleme programlarında açıkça hissedilmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısı ise tüm dünyada Milliyetçilik akımlarının önem kazandığı yıllardır. Bu akım kısa süre içinde Osmanlı İmparatorluğu�nda da benimsenmiş ve 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet�le birlikte giderek güç kazanmıştır. Toplumda etkin olan siyasi ve sosyal yaşantının sanata yansımaları kaçınılmaz bir gerçektir ve Osmanlı İmparatorluğu�nun son yıllarında ortaya çıkan bu akım doğal olarak dönemin mimarisini de etkilemiştir. Genel olarak I. Ulusal Mimari olarak adlandırılan dönem, yaklaşık olarak 1930 yılına kadar devam eder. I. Ulusal Mimarlık, Klasik Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin plan ve süsleme özelliklerinin günün şartlarına göre yeniden gündeme getirilmesi şeklinde özetlenebilir. Özellikle yapıların cephelerine büyük önem verilmiş, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde uygulanan kemerler, çini süslemeler ve mermer sütunlar cephe tasarımlarının vazgeçilmez elemanları olmuştur. Yoğun olarak İstanbul, Ankara, İzmir �de örneklerine rastladığımız I. Ulusal Mimarlık dönemi yapılarına aynı yoğunlukta olmamakla birlikte Türkiye�nin hemen hemen her eski yerleşme yerinde rastlamamız mümkündür. Başta Mimar Vedat Tek ve Mimar Kemalettin olmak üzere Arif Hikmet Koyunoğlu, Ali Talat, Muzaffer, Mehmet Nihat, Ahmet Kemal, Tahsin Sermet, Necmettin Emre, Fatih Ülkü ve Gulio Mongeri dönemin en önemli mimarlarıdır.
Adı geçen mimarlar arasında Mimar Kemalettin Bey(1870-1927), bu akımın prensipleri dahilinde yoğun biçimde yapı üreterek döneme damgasını vuran mimardır. İstanbul�da yaptığı eserler arasında Bebek Camii(1913), Bostancı Camii(1913), Beyoğlu Kemerhatun Camii(1911), Eyüp Sultan V. Mehmet Reşat Türbesi(1911-1912) dışında Vakıf Hanları diğer bir önemli grubu oluşturmaktadır. Bunlar Sultanhamamı Birinci Vakıf Hanı(1918), İkinci Vakıf Hanı, Beyoğlu Üçüncü Vakıf Hanı, Bahçekapı Dördüncü Vakıf Hanı(1916-1926), Şehzadebaşı Vefa Erkek Lisesi Yatakhanesi olan Beşinci Vakıf Hanı�dir. Beyazıt Medreset-ül Kuzat(1913- Bugün İstanbul Üniversitesi Eski Eserler Kitaplığı), İstanbul Guraba Hastanesi, Laleli Harikzedegân/Tayyare Apartmanları(1922) İstanbul�da yaptığı diğer eserleridir. Aynı mimarın Ankara�da yapmış olduğu eserler içinde Ankara Palas( Mimar Vedat Tek ile 1924-1928), Devlet Demir Yolları Baş Müdürlüğü (1928), Vakıf Evleri(A. Hikmet Koyunoğlu ile-1927), Gazi İlk Muallim Mektebi(1927-1930), Vakıf Apartmanı(1928-1930) sayılabilir. Döneme damgasını vurmuş olan diğer bir isim, Mimar Vedat Tek�in(1873-1942) eserleri arasında Sirkeci Büyük Postane(1909), Haydarpaşa Vapur İskelesi, Ankara Eski Büyük Millet Meclisi Binası(İkinci Meclis Binası-1924), Ankara Çankaya Gazi Köşkü(1924) en bilinenleridir. Mimar A. Hikmet Koyunoğlu�nun yapmış olduğu Etnografya Müzesi(1927) I. Ulusal Mimarlık prensipleri dahilinde inşa edilen diğer bir eserdir.
1923 yılında Cumhuriyet�in ilanıyla birlikte her alanda köklü değişimler başlamıştır. I. Ulusal Mimarlık akımına bağlı mimarlar çalışmalarını sürdürürken Atatürk�ün asıl hedefi Anadolu şehirlerini Batılı anlamda planlı bir biçimde imar ve inşa ettirmektir. Bu nedenle 1927 yılında endüstriyi geliştirmek amacıyla çıkarılan Teşvik-i Sanayi Yasası doğrultusunda aralarında şehir planlamacısı ve mimar da bulunan çok sayıda yabancı uzman ülkemize çağrılmıştır. Çoğunlukla kamu yapılarında görev alan bu mimarlar, çağdaş mimarlık prensipleri dahilinde, yapının kullanım amacını da dikkate alan çok sayıda eser tasarlamışlardır. Uluslararası Mimarlık olarak da adlandırabileceğimiz bu dönem yapılarında I. Ulusal Mimarlık yapılarının özenli cephelerinin aksine daha sade cephe tasarımları uygulanmıştır. Düz çatıların kullanılması da dönemin genel özellikleri arasındadır. Değişim sadece tasarımda değil kullanılan malzemede de görülmektedir. Artık yerel malzeme kullanımı azalmış, demir ve çimento ile birlikte camın da kullanımı artmış, sonuç olarak betonarme yapılar çoğalmıştır. Değişik dış etkilerle biçimlenen bu dönem 1940 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.
Uluslararası Mimarlık döneminde inşa edilen yapıların çoğunluğunu yabancı mimarlarca tasarlanan kamu yapıları oluşturmaktadır. Bunlar arasında Sayıştay(1928-30), Mülkiye Mektebi(Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, 1935-36), Milli Savunma Bakanlığı(1928-30), Genelkurmay Başkanlığı(1929-30), Cumhurbaşkanlığı Köşkü(1931-31), Büyük Millet Meclisi(1938-60), Ankara Üniversitesi, Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi(1937) sayılabilir. Yabancı mimarlar ülkemizde bulundukları süre içinde yanlızca mimar olarak çalışmamışlar, eğitim kurumlarında görev alarak çağdaş mimarlık prensipleri dahilinde eğitim vermişlerdir. Yabancı mimarların yanı sıra Sedat Hakkı Eldem, Seyfi Arkan, Şevki Balmumcu ve Bedir Uçar gibi Türk mimarları da bu yeni oluşumda yer almıştır. Bunlar arasında Seyfi Arkan(1903-1966), Çankaya Hariciye Köşkü�nün(1933-34) yapımı için açılan yarışmada birinci olmasından sonraAtatürk�ün özel mimarı olmuştur.
1938 yılında Atatürk�ün ölümü ve ardından 1939 yılında II. Dünya Savaşı�nın çıkmış olması Türkiye Cumhuriyeti�ni her alanda olduğu gibi mimari alanda da etkilemiştir. Savaş nedeniyle yurt dışından getirilen yapı malzemelerinin getirilememesi yanında bu dönemde yabancı mimarlara karşı tepkilerin de artması mimaride yeniden geleneksel değerlere dönülmesi sonucunu ortaya çıkarmıştır. 1940 ve 1950 yıllarını kapsayan bu dönem II. Ulusal Mimarlık olarak isimlendirilmektedir. Fakat I. Ulusal Mimarlık, Osmanlı ve Selçuklu yapılarını örnek alırken bu dönem temel çıkış noktası olarak Türk konut mimarlığını esas almıştır. Genel olarak kesme taş malzemenin kullanılmış olduğu II. Ulusal Mimarlık dönemi yapılarının en karakteristik özelliği simetri ve anıtsallıktır.
Dönemin adından en çok söz ettiren mimarları Mimar Sedat Hakkı Eldem ve Emin Onat�tır. Sedat Hakkı Eldem�in yapmış olduğu tasarımlar arasında yine en bilinenleri İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakülteleri(Emin Onat ile, 1944-52), İstanbul Adalet Sarayı ( Emin Onat ile, 1949), Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi(1943)�dir. Dönemin en ünlü yapısı ise Emin Onat ve Orhan Arda tarafından 1942-53 yılları arasında yapılan Anıtkabir� dir. Bunlar dışında İstanbul Radyoevi ve Çanakkale Anıtı bu dönemin anlayışında inşa edilen diğer yapılardır.
1940�lı yılların sonunda savaş sonrası dünyada yaşanan teknolojik ilerlemeler ülkemizde de hissedilmeye başlanmış ve II. Ulusal Mimarlık akımının etkileri yavaş yavaş yerini gelişen teknolojinin gereği çağdaş mimarlık ilkelerine bırakmıştır. İthal malzeme kullanımının artması, yurt dışına mimarlık eğitimi için giden gençlerin yurda dönmeleri, yabancı mimarların ülkemizde yeniden etkin olmaları mimaride değişimi hızlandıran nedenlerden bir kaçıdır. Aynı zamanda bu yıllardan itibaren mimarlık eğitimi veren kurumların sayısı artmaya başlamış, eğitimin yaygınlaşması ile birlikte mimarlık büroları da çoğalmıştır. Dünyadaki gelişmelerden kısa sürede haberdar olmaya başlayan mimarlar, bir noktaya bağlı kalmaktan ziyade özgün tasarımlara yönelmişlerdir. Sonuç olarak 1950�li yıllardan sonra karşımıza çıkan tasarımları önceki dönemlerde olduğu gibi kesin çizgilerle birbirinden ayırmamız imkansızdır. Bu yeni mimari oluşumun ilk örnekleri arasında İstanbul Hilton Oteli (1953), İstanbul Belediye Sarayı(1953), İstanbul Sheraton Oteli(1959), Ankara Kızılay İşhanı(1959) sayılabilir. Ayrıca 1950�lı yıllardan önce yoğun olarak konut ve kamu yapıları tasarlanmasına rağmen bu yıllardan itibaren fabrikalar, büro ve şirket binaları gibi farklı yapı tipleri dönemin anlayışına göre inşa edilmiştir.
Yazan:hülya Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
1923’ten Günümüze (Cumhuriyet Dönemi) TÜRK TİYATROSU
Cumhuriyet döneminde tiyatroda Batı modelini benimseyen Türkiye, gerek tiyatronun kurumsallaşması, gerekse oyun yazarlığının gelişmesi bakımından önemli atılımlara sahne oldu.
Tiyatroyu Türkiye’de çağdaş bir sanat alanına dönüştürme yolunda ilk büyük katkı ünlü tiyatro ve sinema adamı Muhsin Ertuğrul’dan geldi. 1927’de, Darülbedayi’nin başına geçen Ertuğrul, yerli yazarları yüreklendirmesiyle, izleyiciye sunduğu çağdaş çeviri oyunlarla, sahneleme, oyunculuk ve dekor kullanımında güncel anlayışı yerleştirmesiyle, yetişmelerine katkıda bulunduğu kadın ve erkek oyuncularla bugünkü Türk tiyatrosunun temellerini attı.
Eğitim görmüş tiyatrocuların yetişmesinde büyük hizmet vermiş olan Ankara Devlet Konservatuvarı ise, Musiki ve Temsil Akademisi’nin bir bölümü olarak açıldı. Burada, ilk mezunların çıktığı 1941’de Tatbikat sahnesi oluşturuldu. Bu hazırlık aşamalarından sonra da 1949’da Devlet Tiyatroları resmen kuruldu.
1950’den sonra tiyatro kuramlarının gelişmesi bakımından önemli atılımlar gerçekleştirilmeye başlandı. Tiyatronun yaygınlaştırılması yolunda devlet eliyle sürdürülen çabalar sonucunda Devlet Tiyatroları, Ankara,İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Trabzon ve Diyarbakır gibi kentlerde perdelerini açarak ve turneler düzenleyerek Türkiye’nin her yanında izleyiciye ulaşır hale geldi. Yetmiş yılı aşan tarihi boyunca çeşitli iniş çıkışlar yapan İstanbul Şehir Tiyatroları da çeşitli semtlerde beş sahneye sahip oldu. Türk tiyatrosunun gelişmesinde her zaman önemli rol oynamış olan özel tiyatroların sayısında 1960’larda büyük bir artış görüldü. Etkinliklerini 1960’lardan bu yana sürdüren özel topluluklar arasında Kent Oyuncuları, Ankara Sanat Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu ve Dostlar Tiyatrosu sayılabilir. Oyunculuk ve sahneleme açısından Batı modelini izleyen ödenekli ve özel tiyatrolar yanında, ortaoyunu ve tuluat tiyatrosunun oyunculuk tarzını sürdüren özel topluluklar da oldu. 1970’lerin ortalarında pek çok özel tiyatro kapandı, yeni açılanların bir bölümü de başarılı olamadı. 1980’lerin ortalarından bu yana İstanbul’daki özel tiyatrolar yeniden bir canlanma dönemine girdiler.
Türk oyun yazarlığı, Cumhuriyet döneminde Batı modelini uygulayan tiyatronun kurumsallaşması yolunda yapılan atılıma koşut olarak gelişme gösterdi. Gerçekçi Avrupa tiyatrosundan büyük ölçüde etkilenen Türk yazarları, gerçekçi doğrultuda yazdıkları oyunlarda öncelikle, Osmanlı toplumundan modern Türk toplumuna geçilirken yaşanan sancıları dile getirdiler. Bu geçiş dönemini yansıtmakta en başarılı olmuş yapıtlar Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü (1930) ve Ahmet Kutsi Tecer’in Köşebaşı’sı (1984) idi. Çok üretken bir yazar olan Cevat Fehmi Başkut ise toplumsal eleştirel yaklaşımını çoğunlukla güldürü çerçevesi içine yerleştirdi.
Türk oyun yazarlığında Cumhuriyetin ilk 30 yılında ağırlık kazanan eleştirel gerçekçi yaklaşım etkisini günümüze değin sürdürdü. 1950’lerden çok partili döneme geçildiğinde devlet yönetimine ilişkin siyasal sorunlarda tiyatro sahnesinde gündeme getirildi. Aynı zamanda, toplumsal sorunları yansıtma aşamasından, bu sorunların kaynak ve nedenlerini irdeleme aşamasına geçildi. Bu dönemde Türk tiyatrosu yeni yazarlar kazandı. Aziz Nesin ve Haldun Taner bildik gerçekçi dram kalıplarını zorlayarak yeni biçim denemelerine giriştiler.
1960’lar Türk tiyatro edebiyatı içinde parlak bir dönem oldu. Siyasal, ekonomik, kültürel açılardan önemli bir bilinçlenme aşamasının yaşandığı bu dönemde tiyatro, işçi ve köylü kesiminin sorunlarına eğildi. Bir yandan, orta sınıftan ailelerin yaşadığı toplumsal ve ekonomik sorunları irdeleyen gerçekçi oyunlar yazılırken, köy ve gecekondu ortamı da yaşama ve giyinme biçimi ve dil özellikleriyle sahneye getirildi.
Bu dönemin en yaygın türlerinden biri de konularını Osmanlı tarihinden, halk kahramanlarının yaşamlarından ve mitolojiden alan, şiir diliyle yazılmış oyunlardır. Güngör Dilmen, Orhan Asena, Turan Oflazoğlu, Necati Cumalı bu doğrultuda yapıtlar verdiler. 1960’ların sonlarına doğru siyasal içerikli belgesel oyunlarda yazılmaya başlandı. Sermet Çağan’ın, Brecht’in epik tiyatro yöntemini doğrudan uyguladığı Ayak Bacak Fabrikası (1964), bu dönemde toplumcu gerçekçi yaklaşımın bir örneği oldu.
Türk oyun yazarlığına öz ve biçim açısından kişiliğini kazandırma yolunda önemli bir katkı 1960’larda Haldun Taner’den geldi. Ahmet Kutsi Tecer’in 1940’larda geleneksel Türk tiyatrosunun gevşek dokulu oyun yapısını ve göstermeci anlatımını kullanarak yazdığı Köşebaşı oyununun ardından, 1950’lerde ve 1960’ların başlarında göstermeci anlatımı kullanma ve tiyatroda açık biçim anlayışını benimseme yolunda oyun denemeleri yazmış olan Taner, 1964’te Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu tarafından sahnelenen Keşanlı Ali Destanı’yla geleneksel Türk tiyatrosunun belirleyici özelliklerini çağdaş anlamda toplumsal siyasal bir içerikle birleştiren yeni bir yerli türün, yerli epik müzikalin yaratıcısı oldu.
1970’lerde pek çok topluluk ağırlıkla politik tiyatro üstünde durdu. Bu dönemde sık sık yerli ve yabancı siyasal-belgesel oyunlar sahnelendi; bir yandan da gerçekçi köy oyunları, tarihsel oyunlar, geleneksel Türk tiyatrosunun özelliklerine dayalı müzikli oyunlar, kabare oyunları, epik oyunlar yazıldı. Ülkede yaşanan toplumsal siyasal çalkantılardan tiyatronun da olumsuz bir pay aldığı bu dönemin en başarılı oyunlar, geleneksel Türk tiyatrosunun anlatım biçimlerini kullanmayı sürdüren Turgut Özakman’ın aynı biçemi benimseyen Oktay Arayıcı’nın ve Asiye Nasıl Kurtulur? Oyunuyla üne, gene epik türde yazdığı toplumcu gerçekçi oyunlarla pekiştiren Vasıf Öngören’in ürünleridir.
1980’lerde ise oyun yazarlığı nicelik ve nitelik açısından bir durgunluk yaşadı. Bu dönemde Refik Erduran, Orhan Asena, Turan Oflazoğlu, Necati Cumalı, Melih Cevdet Anday, Turgut Özakman, Sabahattin Kudret Aksal, Recep Bilginer, Güngör Dilmen, Başar Sabuncu, Dinçer Sümer gibi 1950’lerden yada 1960’lardan bu yana oyun yazmayı sürdüren yazarlar dışında, 1970’lerde yazmaya başlayan Bilgesu Erenus ve Tuncer Cücenoğlu’nun, yapıtlarıyla 1980’lerde gündeme gelen Murathan Mungan, Ülkü Ayvaz, Ferhan Şensoy ve Mehmet Baydur gibi yeni yazarların oyunları sergilendi.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
hülya hanım,
Allah aşkına bize google’dan copy/paste lise kompozisyonlarını andıran “Atatürk’ün sanata verdiği önem” yazılarını göndermeyin. Otorite ile “sanata önem verileceeek, ver!” demekle sanat ortaya çıkmaz. Nitekim çıkmamıştır. Bu, elbette Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan Batıcı İttihadçı kadronun işbaşına gelmesinin ve Batı’nın ideal olarak benimsenmesinin bir sonucudur.
Şu soruların cevaplarını verin bana, google’dan aratmak serbest:
1. Atatürk radyoda Türk müziği yayınını yasaklatmış mıdır, yasaklatmamış mıdır?
2. Okullarımızda Türk müziği adı altında ne öğrendiniz?
3. Tüm dünyada kabul gören ve eserleri birçok dile çevrilen “tüm” edebiyatçıların rejim muhalifi olması tesadüf müdür? Bunların tümü ya sürülmüş ya da öldürülmüştür. Doğru mu, yanlış mı?
4. Cumhuriyet tarihine damga vurmuş, estetiğiyle göz dolduran “1” (yazıyla bir) mimari eser ismi yazınız.
5. Cumhuriyet sanatını temsil eden 3 ressam ismi yazınız.
6. Cumhuriyet döneminin en meşhur heykeltıraşı kimdir? En meşhur eseri nedir?
7. …
İlkokuldan itibaren tektipleştirilen ve kafasına “farklı düşünme, geniş düşünme, hümanizm” yerine “farklıyı ezme, aynı doğrultuda düşünme, iyi vatandaş olma” gibi kavramların pompalandığı bir eğitim sisteminde başka türlü olması düşünülemez. Sanat “fikri hür, vicdanı hür” nesiller ister. Cumhuriyet neslinin ise farklı bir şey duymaya dahi tahammülü yok.
Yazan:Furkan Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
Atatürk türk müziğinin çalınmasını ve dinlenmesini yasaklatan insandır. Yeni sanatçılarımız kendi milli değerlerine dönmeye başladıklarına göre (bknz yukarıdaki yorum madde 3) demek ki atatürk’ün yaptığı yanlışın farkına varmışlar. Demek ki neymiş, atatürk de yanlış yaparmış. Bu sitede yapılan da bu yanlışları söylemekten ibarettir. Kendilerini atatürkçü olarak görenlerin anlayamadığı nokta şu: kafalarındaki atatürk imajı öyle boyutlara ulaşmış ki, neredeyse bir adım sonra tapmaya başlayacaklar. Eğer ilahi dinlerin mesajının ulaşmadığı bir dönemde ve coğrafyada yaşıyor olsaydık atatürkçülerin ona tapınmaya başlayacağından en ufak bir kuşkum yok. Çünkü neredeyse tamamının zihin profili otoriteye sorgulamadan boyun eğen, güce tapan insan profilinde. Dindar insanlar da bir güce tapar doğru ama onların taptığı tapılmaya layık olan tek varlık olan Yaratıcı’dır. Kula kulluk etmezler bir başka deyişle. Çünkü bütün kulların Yaratıcı’nın kulu olduğunu bilirler.
Yazan:hülya Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
Ekrem Bey, bu kadar nefreti değiştirmek için oturup makale yazmaya vakit harcamam. Edebiyatıda yollayacaktım ama bu tavrınız karşında vaz geçtim yollamıyorum. Sanat eleştirisi dönem üzerinden değil eser üzerinden yapılır. Yukarıda ilkokul seviyesindeki metinde eser isimleri var. Çirkin bulduklarınızı yazarsınız. Hepsini çirkin buluyorsanız diyecek bir şeyim yok. Sizler bir sanat eseri ortaya koyun bakalım neye gücünüz yetiyor. Eğer gerçekten ortada bir çile olsaydı bir kaç tanede Yusuf olması gerekmez mi idi. Bu kuyudan/çileden hep mi nefret, kin çıkmış. Ciddi sanat eleştirisi görürsem yazarım yoksa kimsenin ateşine odun taşımaya niyeyim yok. Sağlıcakla kalın.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
hülya hanım,
Keşke siz beğendiğiniz eserleri yazsaydınız da öğrenseydik. Ben Bedri Rahmi’nin resimlerini beğenirim, İbrahim Çallı da iyidir… İyi birer taklitçidirler.
Sabahattin Ali’nin eserlerini çok beğenirim, rejim tarafından önce hapsedilmiş, sonra öldürülmüştür, bilirsiniz “aldırma gönül aldırma” şiirini Atatürk’e hakaret sebebiyle tutulduğu hapishanede yazmıştır; şimdi Cumhuriyet mitinglerinde söyleniyor, hey Allahım ! Aziz Nesin’i severim, hep yasaklı olmuştur, rejimle kavgalıdır, Nazım Hikmet’i beğenirim, sürülmüştür…
Keşanlı Ali destanını okumuştum, beğenmemiştim. Bildiğim iyi bir tiyatro eseri yok doğrusu. Son döneme kadar göze batan bir piyano/keman virtüözü veya hanende de bilmiyorum. Heykeltraş da öyle. Siz de büyük ihtimalle alıntıladığınız metinde geçen isimlerin kim olduğunu bilmiyorsunuz.
Biraz insafla objektif bir gözle cumhuriyet sanatına bakabilirseniz ne kadar acınacak bir durumda olduğuna hak vereceksiniz ama ne yazık ki buna cesaretiniz yok. Çünkü köhne bir imparatorluktan güneş gibi doğan mükemmel bir cumhuriyet kurgusu beyninize endoktrine edilmiş, buna inanmak konforlu geliyor.
Bendeki nefret işte buna; anlatıyorsunuz, anlatıyorsunuz, anlıyor, ama kabul etmiyor. Çünkü bildikleri inandıkları şeyler değil, iman ettikleri şeyler… Dolayısıyla benim rolümü de vesvese veren şeytan olarak görüyor. Dinden çıkmamak için kaçmak/kulak tıkamak en iyisi.
Zaten Kemalizm dininde benim gibi olanlar için yaftalar hazır, “gerici, yobaz, dahili, harici bedhah, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit eden hain…” Say say bitmez.
Benim tek amacım var, müthiş Türk cumhuriyetini yıkıp şeriat getirmek; kadınları çarşafa sokmak, hırsızların kollarını kesmek… Beyin öyle kodlanmış…
Cumhuriyetin en büyük başarısı işte bu… Eğitim sistemi tornası çok başarılı. Bunu takdir etmemek elde değil.
Yazan:hülya Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
Ekreme Bey tahsiliniz sanat tarihi üzerine galiba, sanat tarihi ve sanat üzerine yazdığınız makalelerin, kitapların isimlerini yazında biz de istfade edelim. Beğendiklerinizin sonuna muhalif oldukları için beğenir diye eklemişsiniz. Bu tarz bir beğeni/estetik anlayışını ilk sizden duymadık malesef. Rahmetli Cem Karaca bir programında kutuplaşmayı anlatmak için bir anısını anlatmıştı, hatırladığım kadarıyla şöyleydi “O hale gelmişti ki sahneye bir saz üstadı çıkar sadece kahrolsun faşizm derdi ve salon yıkılırdı”. Mantalite aynı. Estetik tecrübe ideolojik bakıştan başka birşeydir. Aristodan, sokratesten beri üzerine ciltlerce kitap yazılmış, düşünülmüştür. Sanat eserlerini sizin etiketlediğiniz şekilde etiketleyip saf dışı bırakmak ilkelliktir. Bu bakışın gideceği yer Afganların Buda heykellerine yaptığıdır ki onlar da bir dinin, hatta sadece bir dinin ilkel/ideolojik bir yorumundan yola çıkarak bu eserleri yok etmişlerdi. Neticeyi onayladığınızı düşünmek dahi istemiyorum.
Yukardaki isimlerin çoğunu ya seyretmişimdir, ya da okumuşumdur. Bilmediğim konularda ukalalık etmem.
Yazan:MY Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
Hülya Hanim Türk Tiyatro oyun yazarlarindan olup da Comedie Française‘de izleyebilecegimiz örnekler söyler misiniz?
Fransizlar acaba Türk düsmani olduklari için mi Aziz Nesin veya Haldun Taner’e yer vermezler? Yoksa bizim “sanatçilarimiz” birer icraci ve/veya taklitçi olmaktan öteye gidemedikleri için mi?
Ben size aci-komik bir örnek vereyim, “yiyin efendiler yiyin, aksirincaya, tiksirincaya kadar yiyin” diye bir metin vardir. Bilin bakalim kim yazmistir orjinalini ve hangi Türk sanatçisi(!) araklayip ün kazanmistir?
Yazan:sq Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
“cumhuriyet sanatı” deyince, “kanıyla Atatürk resmi yapan” bir psikoz vakasını alıp örnek vermek çok enteresan. Kusura bakmayın ama buraya yazılan yorumlar dahil, sanat tarihinin, sanat kuramlarının hiçbirşeyin ucundan ötesinden geçmiyor. Sadece propaganada sanatı bağlamında bir kemalizm eleştirisi olabilir.
Cumhuriyet sanatı modernisttir evet, totaliter rejimlerin sanatları ile benzerlik gösterir, hatta bununla ilgili bir sergi olmuştu bir kaç sene evvel. 20.yüzyıl başlarındaki propaganda posterleri gösterilmişti. Rusya ve Almanya gibi. Ama bu kadar da içi boşaltımazki. Sedat Hakkı Eldem gibi insanlar varken, cumhuriyet sanatı deyince aklınıza kanıyla Atatürk resmi yapan biri geliyorsa ilginç.
Modernist, totaliter sanat, cumhuriyet estetiği eleştiriliyor, kabul, haklı noktalar var, ama o işler öyle değil. Cumhuriyet sanatı olarak sadece devletin propaganda sanatını alamazsınız. Gidin bir gün Beşiktaş’ta Resim ve Heykel Müzesi’ni ziyaret ediverin. Sonra İstanbul Modern’de retrospektifler oluyor, hadi yetmedi iki tane dergi alıverin! Bu ülkeden çok değerli sanatçılar geldi geçti. Biraz ciddiyet lütfen.
Bir kere böyle bir yazı yazılıyorsa, sorarlar adama peki postmodern sanat hakkında ne düşünüyorsun diye? Ana Mendiata’nın kendi kanını kullanarak yaptığı performans nedir misal? Öyle Bedri Baykam’a laf atmakla da olmuyor, Manzoni’nin sanatçı dışkısını müzeye koymasını da sorabilirler. Sanat hakkında yazmak, pek öyle ideoloji eleştirisi yapmaya benzemez, ciddi birikim gerektir, riskli iştir. Artık sanat tarihine sosyalist bakış açısıyla bakmak bile geçerliliğini yitirdi, bu tarz yaklaşımlar korkunç zayıf kalıyor.
Yazan:sq Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
Bedri Rahmi’yi de “taklitçi” yaptınız ya. Adam Fransa’da Kübist Lhote’un atölyesinden çıkıyor!
“taklitçi” ve “icracı” ne demek bu arada?? Fotorealist resim yapanlar bile “taklitçi” sayılmayabilir bağlama göre, nereden çıkartıyorsunuz bu tanımları?
Yazan:MY Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
@SQ,
Dışkısı ile, keçilerin kafasina çekiçle vurarak sanat(!) yapan insanlardan bahsetmis ve TASViR ile SANAT arasina kalin bir çizgi çekmistik bir süre önce.
Sizin de okuyup yorumladiginiz AYIP SANAT OLUR MU? isimli makaleye bakmak yeterli. Yukaridaki yorumunuzu okuyunca makaleyi okuMAdiginizi düsündüm. Keske resimlere, ara basliklara bakmakla yetinmek yerine tamamini okuyup yazinin maksadina uygun bir elestiri getirebilseydiniz 🙁
Amacimiz ideoloji elestirmek ya da sanat üzerinden kemalist dövmek degil, onlar zaten birbirlerini döverek siliniyorlar tarih sahnesinden.
Amacimiz Güzel’in kaybi ile Iyi’nin kaybi arasindaki eklemlemeyi sorgulamakti. Yazinin ikinci yarisi “islamci-müteyeddin” tayfaya dönük bir özelestiridir ki kemalistlere batirdigimiz igneden daha büyük bir çuvaldizi kendimize batirdik aslinda…
“Sanat hakkında yazmak, pek öyle ideoloji eleştirisi yapmaya benzemez, ciddi birikim gerektir, riskli iştir” seklindeki sözleriniz tam bir düs kirikligi oldu benim için.
Sizin gibi bir sanat yönetmeni böyle kenardan bakip dudak bükmek yerine yepyeni açilimlar getirebilirdi.
Üstelik özel yazismalarimizda size defalarca teklif etmistim Sanat ve Güzel konusunda bizi aydinlatacak yazilar yazmanizi. Tipik Türk-Sol aydini gibi “istemezüük!” demeyi tercih ettiniz. Caniniz sagolsun.
Yazan:MY Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
“Bedri Rahmi’yi de “taklitçi” yaptınız ya. Adam Fransa’da Kübist Lhote’un atölyesinden çıkıyor!(SQ)
Türkiye’deki atölyelerden çikan Fransiz sanatçilari taniyor musunuz? Neden hep “bizimkiler” gitmis oraya? Cumhuriyet’in isiklari neden italyan, ingiliz ve fransizlari çekmemis?
“taklitçi” ve “icracı” ne demek bu arada?? Fotorealist resim yapanlar bile “taklitçi” sayılmayabilir bağlama göre, nereden çıkartıyorsunuz bu tanımları?” (SQ)
Dogayi taklid etmekle batili sanatçilari sirf daha uygar(!) diye, bati’dan çiktilar diye taklid etmek arasinda fark var. Hele bu taklitçiler halk tarafindan hiiiç taninmayan, sevilmeyen tipler ise. Ve o asagiladiklari halkin vergileriyle ayakta duran devlet kurumlardan ekmek yiyorlarsa…
Sanat tarihi veya boya teknigi ile Sanat’i düsünmeyi/konusmayi karistirmasak artik nasil olur?
Yazan:oturanboga Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
“Comedie Française” de bir eserin oynaması şart mıdır?Ya da Brodway’de. Burada oynayanları sanat eseri oynamayanları taklit, işe yaramaz mı kabul ediyorsunuz? Bu nasıl bir aşağılık kompleksidir.
Sanat eserini sanat eseri yapan dehadır, orijinalliktir. İdeoljiyi içinde barındırabilir de, barındırmayabilirde; ısmarlamada olabilir, olmayabilirde. Neticede sanat eseri izliyicisinde estetik tecrübe yaşatıyorsa, orijinallik taşıyorsa vardır. Ne Nazım Hikmet ideolojik olduğu için bir şey kaybeder, ne de Aşık Veysel olmadığı için kaybeder. Rusyanın 1917 den 1980’e sanat eseri namına bir şey üretmediğini söylemek cüret ister. Tarkovsky, Bolşoy, Potemkin derler. Amerikan sinamasında Amerika propagandası yapmayan kaç film vardır.
Modenleşme süreci sancılıdır, hatalar olmuştur, olacaktır. Nur Baba, Kiralık Konak, Huzur, Yaprak Dökümü hep bu sancıları anlatır. Taklit derler diye hiç roman yazılmasaydı bu eserlerden bi haber olactık. Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi bir şaheserden habersiz olacaktık. Cumhuriyet aydını modernleşme üzerine kafa yormuş, sancıları üzerine roman yazmış, neyi muhafaza etmeliyiz ne değişmeli üzerine kafa yormuşlardır, memleketin ne şartlar altında kurulduğunu bizzat yaşamışlardır. Yazıdaki gibi propagandacı, emir komuta altında yaşayan insanlar değildir. Bu onların hatırasına saygısızlık olur. Bir tek Yahya Kemal bile tek başına bir zirvedir.
Yazan:MY Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
Hayir, degildir. Ama siyasi propaganda malzemesi olmaktan öteye gidemeyen bir Boya-Sanat var ortada. Kendi vatandaslarini Kürt diye, Ermeni diye, basörtülü diye öldüren, süründüren bir rejim var. Bu rejime boyacilik eden sanatçi bozuntulari var.
Bu sanatçilar(!) %100 Safkan Türk kani tasimayanlara da hitap edebildiklerini ispat etmelidirler. Comedie Française veya Broadway yerine Peru’nun bir dag köyünde insanlar Cumhuriyetçi Tiyatro seyretseler o da olur. Veya Madagaskarli balikçilar Atatürk Oratoryosu dinlerken aglasalar onu da kabul ederiz 🙂
Yazan:sq Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
Sayın MY,
Yanlış anlaşılmasın, birikim gerektirir ve riskli iştir derken kendimi de buna katıyorum yani lafım tamamen size değil, hepimize. Kalp kırdıysam özür dilerim. Ben sanat otoritesi değilim, dudak bükmek ne haddime .:(
Yazınızın özelliği daha çok bir propaganda sanatı olarak Kemalist sanatı eleştirmek. Cumhuriyetten sonrası çöptür gibi bir sonuca ulaşmak ise biraz garip olur.
Ben edebiyat kısmını çok bilmiyorum, resim ve mimariden gidersek, devletin resmi ideolojisini yansıtan mimari elbette modernist keskinliği ve dönemin özelliği mesafeyi, totaliterliği barındırıyor. Bu günün Dubai esintili, çakma Osmanlı, plastik palmiyeli, fıskıyeli yapıları mı daha kötü bakanlık binaları mı bilemedim. Aslında çirkin çok değişken, 1835’te Türkiye’ye gelen Miss Pardoe için 2.Mahmud zamanında yapılan Dolmabahçe Sarayı’nın eski hali tam bir zevksizlik ve rüküşlük örneği.
Türkiye’deki atölyelerden neden Fransız sanatçı çıkmadığı ise biraz batılı anlamda resmin Türkiye’deki serüveni ile ilintili. Türkiye’de batılı anlamda, ışık, gölge, kompozisyon, perspektifli resmin öğretilmesi(yoksa saraya gelen yabancı ressamlar var) askeriyeden çıkıyor aslında. Dönemin ressamlarının çoğu Harbiyeli paşa, bkz. Şeker Ahmet Paşa. Halife Abdülmecit de bu tarzda resimler yapıyor tabi.
Bir de tabi, osmanlı’da bu tarz bir burjuvazi de yok, yani yapılan resimleri saray satın alıyor, Fransa’daki Güz Salonu’nda olduğu gibi resim satışı yok, öncesinde de evine bilmenne temalı resim yaptıran kişiler de yok. Resmin gelişmesine destek verecek bir Medici ailesi yok. İslam dininde olan tasvir yasağının da buna etkisi çok büyük. Mimaride ise en iyi taş ustaları Ermeniler. Geriye batılıların “süslemeci”olarak değerlendirdikleri ve küçümsedikleri İslam sanatı kalıyor. Oysa kaligrafi müthiş birşey bence, müthiş bir yazı tasarımı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı olanı modernleştirmek, köklerinden kopmadan yeniyi üretmek gibi bir yaklaşım da var aslında. Sedat Hakkı Eldem buna iyi bir örnek. Modernizmin o hep ya hiççi keskinliğinde bir çok şey deneniyor. Hakkını bu kadar yememek lazım.
Ortada sancılı bir süreç var ve yeni bir çağ başlıyor.
Tasvir ve sanat arasına hangi bağlamda çizgi çektiğinizi bilmiyorum, ben olsam çekemezdim gibi geliyor sanki. O kısmı okumadığım için yorum yapmayayım. Bir de boya-resmi biraz daha farklı birşey, boyacı daha çok boya materyaline önem veren anlamında kullanılıyor aslında.
Katman katman boya kullanmak, boya izleri vb. gibi.
Bir de nacizane fikrim, sanatı “güzel” olan ile değerlendirmek yerine “yaratım” olarak değerlendirmek daha doğru geliyor. Bizim köyde, b.knu çıkarıp “kreatiflik” olarak sundukları şey, güzelden ziyade içinde yaratma zekası olanlar hatırlanıyor. Aya Sofya’nın kubbesine bakıp şaşırmamız gibi.
Yazan:Kemalist Muhammed Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
@ Mehmet Yılmaz;
Atatürkçülük olmazsaydı, Türkiye hala Ortaçağ karanlığında yaşıyor olacaktı. Güzel ülkemizin karanlığa gömülmesine bizim gönlümüz razı değil. Sizin gönlünüz razıysa bilmem.
Atatürk’ün heykellerini Atatürkçüler dikmedi, Heykel mantığı 12 Eylülcülerin zihniyetidir.
Yazan:oturanboga Tarih: Ağu 12, 2010 | Reply
MY ben ne yazdım sen yazıyorsun. Herşeyi rejim düşmanlığına bağlamak zorunda mısın yahu. Sabit fikir olmuş sende bu
Yazan:elif yüce Tarih: Ağu 13, 2010 | Reply
öncelikle yazınız ıcın tesekkur edıyorum,atalarının ızınden sasmadan yuruyen dıktator rejımın sadık kolelerı bu yazınıza sımdıden kızmaya basladılar,kızarken de bır yandan yerı geldıgınde Allahta baskasına kulluk etmeyın,kutsal olan ovulmeye layık olan ancak O dur dıyen bır kıtaba ınanıyor olmaları ne yaman bır celıskıdır…ınanmayanlar Allah dıye atalarına tapanlarsa ne buyuk korluk ıcındelerkı,fasızmın tohumlarını bu topraklara eken ve yeserten,mıllet adına kendı ıstedıgı adamları meclıse mıllet vekılı dıye atayan ,muhalefetın bu despotık polıtıkaya karsı cıkıslarını ıstıklal mahkemelerde sonduren ve buna yasasın demokrası dıye alkıs tutturan bır tanrılarının yaptıkları ve yaptıklarını nıteleyen kelımler arasındakı ucurumu goremıyorlar…ınsaları tek tıplestıren zıhnıyete lanet olsun…ozgurluk dıye korku polıtıkasıyla ıslerını yuruten devlet adamlarına lanet olsun….
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 13, 2010 | Reply
hülya hanım,
Tartışma ortamında en klişe çıkış yoludur: “Sen otorite misin ki fikir yürütüyorsun?” lafı… Fikir sahibi olmak için otorite olmak gerekmez. Bilgi sahibi olmak yeterlidir diye düşünüyorum. Referans olacaksa bir ressam çocuğuyum ve bebekliğim tuvaller, paletler üzerinde emekleyip, fırça dişleyip guaj boyaları emmekle geçti. Dolayısıyla kakamla ürettiğim sanat eserleri sayısı epey çoktur.:)
Herkeste ortak bir estetik duygusu vardır ve “büyük sanat yapıtı” dediğimiz şeyler bu “ortak” estetik duygusunun tezahürüdür. Bazılarında bu daha ön plandadır, bazılarında hiç yoktur. Ama genelde herkes Mona Lisa’ya baktığı zaman bunun bir sanat eseri olduğunda hemfikir olur.
Dolayısıyla pekala bu estetik duygusuna sahip herhangi bir insan, aynı formda olmalarına karşın şu ikisi arasındaki bariz sanat farkını ayırt edebilir:
http://www.derinsular.com/im/2006/0624-cumhuriyet-ve-sanat.jpg
http://www.artquotes.net/masters/picasso/picasso_weeping1937.jpg
Veya bir insan Süleymaniye’yi ve Anıtkabir’i gezip bir mimari kıyaslama yapabilir. “Herşey görecelidir efendim, birine göre sanat eseri olan, diğerine göre değildir” şeklinde bir yaklaşım bana doğru gelmiyor. O halde mesela Gauguin’in tablolarını indirip Kenan Evren tabloları da asabiliriz Louvre’ün duvarlarına.
Ankara’da resim-heykel müzesini gezerken bir resim önünde durmuş inceliyordum. Kurşun kalemle telefonda konuşurken kağıda çiziktirdiğimiz gibi ileri geri çizgiler vardı ve “acaba benim göremediğim bir şey mi var?” diye dikkatlice tabloya yaklaşmıştım. Liseli bir kız bana dönüp “biz aynısını yapsak resim dersinde sınıfta bırakırlar” demişti. Dönüp “sen otorite misin, ne biçim konuşuyorsun, birileri sanat değeri verip burada sergilediğine göre vardır bir bildikleri, hem sanat hakkında yorum yapılmaz, o kutsal bir şeydir” diyecektim ki arkadaşım kolumdan çekip “gel oolum şurda çok güzel iki fıstık var” diye sürükledi beni. “Ne malum güzel oldukları, hem güzellik göreceli bir şeydir” diyecektim ki…
Her neyse. Cumhuriyet sanatı çok başarılıdır, bizim haberimiz yoktur. Ne de olsa bu konuda diplomamız yoktur. Göz var, nizam var ama bunlar akademik çevrelerde kabul görmüyor netekim. Susmak lazım…
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 13, 2010 | Reply
12 Eylülcüler Atatürkçü değil miydi yani anlamadım?
Yazan:MY Tarih: Ağu 13, 2010 | Reply
Okunmasinda fayda var:
DEVAMI
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 13, 2010 | Reply
işte bu… neden söylemekten bu kadar çekiniyorsunuz ki?
Ermenilerin ve Rumların kaybı sanat açısından da çok büyük kayıp. Osmanlı’da musiki ve mimariye Ermeni katkısı çok büyük. Aslında Cumhuriyet dönemi tiyatrosu da varlığını büyük ölçüde tek tük kalan Ermenilere borçlu.
Ülkedeki zenginliğin bağrına hançer vurup tektipleştirmenin, “Anadolu’daki yabancı unsurların kökünü kazımanın, kalanları da baskı altında tutma”nın etkileri bunlar. Bir bütün. Bütün damarları parçalayıp “Sanatı olmayan milletin damarlarından biri kopmuş demektir” olmuyor işte.
Evet, aynı şeyden bahsediyoruz. Batı özentisinden sıyrılıp rejime “rağmen” geleneksel üzerine yeni bir şeyler inşa edenler başarılı oldular. Ne yazık ki böyle insanlar hep azınlıkta kaldılar.
Yazan:MY Tarih: Ağu 13, 2010 | Reply
Aslinda Immanuel Kant’in “Yargi Yetisinin Elestirisi” adli eserinden esinlendim. insan “güzel” ve “iyi” diye yargilarda bulunur. Dikkat ederseniz bunlarin ikisi de maddî anlamda FAYDASIZ seylerdir. Yani:
Biz insan olarak bu iki konuda YARGI üretiriz. Güzellik ve Adalet duygumuz 5 duyumuz kadar gerçek. Eklemlenmeyi tam olarak çözemedim henüz ama Güzellik’ten uzaklasan Türkiye insani ayni dönemde Iyilik’ten de uzaklasti. Bunu sorgulamak mühim.
Cumhuriyet kurulmadan baslamis bir çirkinlesme süreci var. Bu dogru. Zaten 1915 Ermeni katliami da 1923’ten önce. Ama ittihatçi kirlenme zaten modern avrupanin, ulus devletin, irkçilik ve fasizmin alaturka versiyonu degil mi? Dünya kirlenirken Türkiye temiz kalamadi.
Tamam ama bunlar hep tasvir ile ilgili. Resmetmek, tarif etmek. “Para” demekle zengin olunmuyor, “ates” demekle insanin dili yanmiyor. (Hz Gazali) Demek istedigim Sanat derken, Güzellik derken insan daha bunlari düsünürken bile güzellesmeli. Plotinus’un dedigi gibi “Günesi gören göz günes gibi olur 🙂
çok önemli bir noktaya temas ettiniz. Burjuvazi olmadan Fransiz Devrimini yapmaya kalkan, ulus devlet kurmaya çalisan ittihatçilarin TARiHi hatasi söz konusu. Türkiye’ye özgü bir handikap. Sanat ile Siyasetin nasil eklemlendigini görüyor musunuz? Yagli boya tablo siparis edecek kentsoylu, orta zengin, bilgisi, kültürü sarayla yarisan bir kesim yok. Sanati tasiyacak olan bu kesim ayni zamanda Kemalist Devrimi de tasiyacakti. Ama yok. Onun için bizde askerler ve bürokrasi tasiyor Kemalizmi. Asiyor kesiyor. Cumhuriyeti de asker tasiyor. Halk istedigi için degil asker uygun gördügü için laik olduk. Kürtçe yasagi, Ermenilerin kilise, yetimhane vb elkonmasi… Bunlar hep BURJUVAZi-SiZ bir devrimin sonuçlari.
Okudunuz mu bilmiyorum, Sanat’ta mânâ üzerine bir kitap hazirladim bir kaç ay önce: Derin Göz
Hat, bezeme, çini hatta ebru. Bunlar soyut sanatlar. Müslüman sanatçi ötekilere benzemiyor. Ressam ve filozof Kandinsky’nin (1910) isabetle belirttigi gibi somuttan uzaklasarak soyutu güçlendirecegini asirlar önce kesfetti. Isviçreli ressam Escher’in endülüs sanati konusundaki çalismalarina ve mülakatlarina da basvurulabilir bu konuda.
Yine Fransiz ressam Cézanne sanat üzerine çok düsünmüs ve konusmus bir insandir. Onunla yapilan mülakatlar da soyut-somut ekseni üzerine çok faydali fikirlerle dolu.
ben size su satirlarla cevap vereyim:
“Türkiye’de yazdıkları yüzünden hapse tıkılan onca yazar varken, hiçbir ressam ya da heykeltraşın ‘eserlerinin ifade ettiği (veya halkta uyardığı) duygu ve düşünceler’ yüzünden hapse girmesinin pek duyulmuş şey olmaması, belki de sanat dostu resmi ideoloji yanlılarının sanattan anlamamalarıyla ilgilidir. Kimbilir… Eğer Ayn Rand’in sahip çıktığı romantik realist sanat felsefesinin öngördüğü şekilde insanı ‘olduğu gibi’ değil, ‘olması gerektiği gibi’ yansıtan bir heykele baktığında ifade edilmek isteneni anlayan ve bu ifade karşısında kendi insanlığından utanan bireylerden müteşekkil bir toplum olsaydık, belki o zaman heykeltraşları da içeri tıkmak gerekecekti.” (TAMAMI)
Bu konuda yazida link verdigim AYIP SANAT ve DERiN GÖZ’ü okursaniz çok sevinirim. Yoksa birbirimizi anlamamiz zor 🙂
Bence bu çok riskli bir durus. Analitik zekâdan kopMAmis bir sanat sanat olmaz. Yepyeni bir kimyasal silah da bir “yaratim” degil midir?
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 13, 2010 | Reply
Bedri Rahmi’ye haksızlık ettiğimi itiraf ediyorum. Kendisi akademide modern resim ile Türk motiflerini birleştirip bir Türk ekolü kurmaya uğraşmış. Özür diler, müteveffaya Allah’tan rahmet dilerim.
Yazan:Mekin Tarih: Ağu 13, 2010 | Reply
Yazımı nerenizle(yanlış anlaşılmasın kalbinizlemi,beyninizlemi vb) okuduğunuz belli oluyor ben asmak kesmek gibi ifadeler kullanmadım.Atatürk hakkında bu kadar alaycı bir ifade kullandığınıza göre sanırım bir yüksek düzeyde bir hazımsızlık sorununuz söz konusu.Ama büyük önder bursa nutkunda yıllar öncesinden bahsetmişti bu tip konulardan.Valla ne diyeyim artık sizlere sadece gülüyorum ama şunu unutmayın keser döner sap döner gün gelır hesap döner
Yazan:ismailş Tarih: Ağu 13, 2010 | Reply
Şu keser fantizisi sahiplerini anlamıyorum keser de sap da hesap da dönmeye başlayalı kısa bir süre oldu bunca nesilden sonra kusura bakmayın keserin de sapın da bir dahaki dönüşünü ne siz ne de biz görebiliriz…
Hala dönüşümü ve dünyanın nereye doğru yol aldığını idrak edemediğinizi görüyorum…
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 13, 2010 | Reply
Mekin bey,
Yazınızı nerenizle (yanlış anlaşılmasın elinizle mi vb) yazdığınızı bilemediğimiz için Atatürk’ün Bursa nutkundan hareketle, kendisi asayişi Kemalist gençlerin eline alıp asıp kesmelerini öğütlediğinden hareketle pek isabet ettiğimizi görüyorum. O keseri alıp münasip bir yere (yanlış anlaşılmasın kimseye zarar vermeyeceği güvenli bir yere anlamında) koyunuz lütfen. Gülmeniz güzel. Yüzünüzdeki kasları hareket ettirir, sizi gençleştirir. Her gün sabahları Bursa nutkunu, akşam yatmadan da Gençliğe Hitabe’yi okursanız, hatta ninni niyetine 10.yıl marşı dinleyerek uyursanız Atamızı rüyanızda bile görebiliyormuşsunuz, öyle diyorlar. Zaten bulutların arasından size bakıp Mekin evladıyla gurur duyuyordur emin olun. Ayrıca Atamızın sesi ince değil, Agah Ün gibi kalınmış müjdemi isterim. Tanrılığına zarar veriyordu çünkü iyi oldu.
Yazan:sq Tarih: Ağu 13, 2010 | Reply
Ekrem bey,
Bir şey söylemekten çekinen yok, 20.yüzyıl başlarındaki binalara bakarsanız pek sıcaklık göremezsiniz zaten. Bugün kim Rus konstrüktivistlerinin ya da -Nazilere karşı çıkmış bile olsa-Bauhaus tarzı binaların sıcak olduğunu söyleyebilir ki? Kaldı ki Osmanlı’nın son zamanlarındaki devlet binaları da oldukça asık suratlı.
20.yüzyıl başlarını değerlendirirken çağın ruhuna bakmak lazım, problem olan bugün aynı anlayışın sürmesi olabilir, tarihin en modernist kesitini bu şekilde yargılamak biraz garip kaçabilir.
Yazan:sq Tarih: Ağu 13, 2010 | Reply
Sayın MY,
Postmodenizm ile beraber sanatta “güzel” tanımının öneminin kaldığını pek sanmıyorum. Sanat tamamen “yaratıcı fikir üreten eylem”e dönüştü.
Marcel Duchamp, bir klozeti alıp “çeşme” adıyla sergilediği zaman bu pek güzel bir şey değil, estetik hiç bir tarafı yok, kimsenin ruhunu huşuyla doldurmaz büyük ihtimalle-çeşitli anlamlar yüklemediyseniz-
Oysa ortada bir fikir var.
Fluxus, Body Art vb.vb. hangi birine bakarsanız, önemli olan “güzellik” değildir.
Cezanne’ı ele alalım, onun yaptığı alışılagelmiş perspektifleri bozmak, formu değiştirmek, burada güzel kaygısı yok, keşif ruhu var. Büyük bir kapı açar Cezanne, tabi tuzu kurudur, kapatır kendini kendini keşiflere verir. Picasso’nun Avignon’lu Kadınları’ı güzel falan değil, hatta oldukça rahatsız edici ama “devrimci” bir duruşu var. Modernizm bu dönemde “analitik”ten kopuk değil zaten “Analitik Kübizm” diye bir dönem var. Formu kesip, biçip, yıkıp yeniden yaratıyorlar ve güzellik olgusu burda amaç değil, amaç yeni birşeyler ortaya koymak.
Kandinsky’nin bahsettiği soyut da buna dahil. “Müslümn
Ama “yaratım” sadece analitik zekayla açıklanabilecek bir şey değil, çünkü yaratım hayal gücü de gerektirir. insanlık var oluşundan beri yaratıcı enerjiyi barındırıyor, bu bir akış, çıkacak kanal bulunca akıyor.Gerçekten de damarlardan akan akışkan bir sıvı gibi. Damar tıkanıklığı ölümcüldür ne de olsa.
Çatalhöyük’de bulunan koca göğüslü, kalçalı, şişman tanrıça heykelcikleri, mermerden kusursuz Venüs heykelleri yanında oldukça kaba saba ve çirkin kalıyor oysa önemli olan o Neolitik dönem insanının yaratıcı enerjisi.
Yazan:Olcayto Tan Haskol Tarih: Ağu 14, 2010 | Reply
Aynı dönemde ABD’de bir kültür yükselmiş, Broadway
Hollywood rock&roll Amerikan rüyası kültürü dönemi içinde ölçerken bu da referans alınabilir.
Yazan:Mekin Tarih: Ağu 14, 2010 | Reply
Yazımı evet elimle yazdım ben okumak için beynimi,gözlerimi ve yine yazmak için beynimi ve gözlerimi kullanırım.Merak etmeyin keseri nereye koyacağımı ben iyi bilirim.Cumhuriyeti savunmak için elimden ne gelirse yaparım.Ben gülerim tabi sizin gibilere merak etmeyin ben gencim zaten gençleşmeye filan ihtiyacım yok.Atatürk hakkında daha usturuplu konuşmaya davet ediyorum sizi diyecektim ki vazgeçtim malum gözler ve eller yani anlamazsınız.
Yazan:sevim Tarih: Ağu 14, 2010 | Reply
yazık,gerçekten çok yazık!yukardaki alıntı hesapta yorum diye onaylanıp geçmiş.ya hu adam edepsizce laf sokuyor resmen.düşünce magandaclığı yani.bu magandalarla ne diye kirletiliyor site.hem bunlar özgür düşünceden falan da anlamazlar.böyle fırladıkları gibi gelip kendi ırkçı faşist sitelerine çevirmek istiyorlar buraları.ve dahası en pespaye dili kullanarak yapıyorlar bunu.bu emellerine izin verilmemeli bence.burası dingonun ahırı değil.
ha bu arada cevap falan yazmayacağım.ben sadece editörü uyarmak istedim.umarım bu tür virüslere karşı daha dikkatli olunur.
Yazan:MY Tarih: Ağu 14, 2010 | Reply
insanlik Güzel’in önemini unuttuysa veya kaybettiyse bu bir degisim/evrim degil de kayiptir kanaatimce. Yolunu kaybetmis yolcu, Yol’un umurunda mi? :))
Bu tür “sanat” kanaatimce sanat degil, tasvir. eline çekiçle vurulan bir insanin “ARGH!” diye bagirmasi kadar sanat. Bir tür refleks-sanat, tepki-sanat. islevi var. üretene iyi geliyor, rahatlatiyor geçici olarak.
Tuvalet duvarlarina yazilan pornografik sözler ve çizimler bir islev sahibi olabilir. Yaratici degil bence. Cinsel sorunlari olan biri kendini ifade edince rahatliyor. “Ben varim” diyor. Zaten agaçlara, banklara “XXX buradaydi 5.ocak.2010” diye yazanlar da bu varlik kaygisiyla iz birakmiyorlar mi?
iki düya savasindan sonra hakim olan ideolojiler ve ardindan soguk savasin bitimi, iNSANA zaten yetersiz olan ideolojilerin de ölümü insanligi bir bosluga itti. Bu boslukta ifade bulan bir tür nihilizm bu.
Nedir bu yetersizlik? insanlar Komünizm veya Fasizm gibi sistemlerde “ugurunda yasanabilecek ve hatta ölünebilecek” bir sey gördüler. Bunlarin bitimi, paranin, maddî hazlarin ilahlasmasi da incelenmeye deger.
Dikkat edin, ABSÜRD’ün dogusu da insanin sordugu TEMEL sorular neticesindeki cevapsizligidir. Ben kimdir? Neden varim? Varlik nedir? Ölümden sonra ne bekliyor beni? Bir yaraticim varsa beni terk mi etti? Yoksa benden bekledigi, yapmam gereken seyler mi var?
Bu baglamda sanat… Evet, bir düsünme ve anlama disiplini olarak görülebilir. Ama Güzel’den kopmus bir sanat düsünemiyorum çünkü insan güzeldir :))
Yazan:MY Tarih: Ağu 14, 2010 | Reply
haklisiniz ancak yazinin konusu “çirkinlik” oldugundan çirkinler de kendilerini gösterince iyi bir örnek teskil ediyor. Tenzih yoluyla Güzel’i anlamaya vesile oluyor. Denizdeki baliklar ne suyu bilir ne de tuzu. Ne zaman ki bir akarsu agzina varirlar, tussuz bir suyun içine girerler, o zaman hem tuz hem de su hakkinda daha iyi fikir sahibi olurlar.
Yazan:Cengiz Cebi Tarih: Ağu 14, 2010 | Reply
“Atatürk’e dil uzatmak”!!
Öyle ya.
“Ulu Önder”i eleştirmek kimin haddine?
Adı üstünde “ULU”.
O dönemde bir de “Tanrı Uludur” türküsü var malum.
Başka ulular da var mıydı bilmiyorum.
Konuşamazsınız ‘ulular’ hakkında.
Konuşuyorsanız; kafir, zındık, hain filansınızdır.
Peki ne olacak?
Hiçbir şey.
Tavşan dağa zındık diyecek, dağın haberi olmayacak.
Okuyan ve düşünen insanlar arttıkça bu tür martavallar azalacak.
Yazan:Kemalist Tarih: Ağu 14, 2010 | Reply
@ Ekrem Senai;
Yaniliyorsunuz.
Her Ataturk resminin onunde oturan burokrat-siyasetci Ataturkcu degildir.
Yani Kenan pasa hazretlerine ataturk smokini giydi, ataturk ismini kullani diye mi ataturkcu diyorsunuz? Alakasi yok.
Ataturk sag olsaydi Kenan Evreni asardi.
Yazan:Olcayto Tan Haskol Tarih: Ağu 14, 2010 | Reply
Atatürk sağ olsaydı beni de asar mıydı?
Şapka kanununa muhalefet eden dönemin liberal muhaliflerini bir güzel asmış.
Yazan:Cengiz Cebi Tarih: Ağu 14, 2010 | Reply
1. İdam cezası yok şu anda.
2. Olsaydı bile Kemal hakim ya da cellat filan değildi, cumhurbaşkanıydı.
Ee, nasıl olacaktı bu ‘asma’ işi?
Yazan:şathiyat Tarih: Ağu 15, 2010 | Reply
İnsan’ı yaratılmış olarak gördüğünüzde evet, güzeldir.
Ama insana pek çok maymun eskizinden sonra varılmış bir sonuç gibi bakılırsa eğer “insan, fikir ürete(bile)n bir eylem(ci)dir”.Klozet gibi üzerindeki düğmeye basıldığında içinde ne var ne yoksa hepsini “yaratıcı fikir” diye boşaltabilir. Bu açıdan değer(!)lendirildiğinde maymundan evrilmiş bir eskizin fikir üretebilmesi önemlidir. Üretilen de sanat eseri değil “akıl” ürünü “fikir”dir. Bu “ürün” karşısında ruhun(?) huşu dolmasına “gerek” yoktur tabii ki. Sadece bir “gelişme” olarak görülüp takdir edilmesi yeterlidir; aklımıza şükür, maymunla aramızdaki farkı bu “fikir” sayesinde biraz daha açtık :)) Ölçülebilir IQ !
Sanatın, yaratıcı fikir üreten eyleme “dönüşmesi”ne sebep olan fikri zemin ne ola ki?
İnsan, “Yaratıcı fikri”nden dolayısıyla “yaratılmış olmak” bilgisinden uzaklaşıp, yaratıcılığa öykündükçe sanatın tanımı “yaratıcı fikir üreten eylem” olarak değişmeye başlamış olabilir mi?
İnsan ruhu boşalınca klozetten de çeşme olur.
Çirkin yoktur diyebilmek için güzel-sanat üzerinden bunca uzun yol katedip, fikir dolandırmaya ne gerek vardı ki!
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 16, 2010 | Reply
Kemalist,
Atatürk hakkında sürekli “asardı” sözünün kullanılması da ilginç. Demek ki herkesin gözünde bu despot özelliği belirgin. Çeşitli versiyonları var: “Atatürk olsaydı bu Kürtlerin hepsini imha ederdi”, “Atatürk olsaydı bunlar böyle konuşamazdı” vs. Yani belli ki hepimiz Atatürk’ün pek de demokrat olmadığı konusunda hemfikiriz demek ki.
Size katılıyorum. Atatürk olsaydı Kenan Evren’i asardı. Müteveffa, biraz daha yaşasa İsmet İnönü’yü bile astıracaktı netekim.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 16, 2010 | Reply
sq,
Sanatın da pozitivizmden etkilendiğini düşünüyorum. Ruh’un ve aşkınlığın ölmesi, sanatı da zihnin bir ürünü haline getirdi. Müzikte de oldu bu. 70-80’lerde dinlediğimiz muhteşem aşk şarkıları yok artık mesela. Duygularla birlikte sanat da kayboluyor. Mimaride de aynı. Kreatif olsun, orjinal olsun, farklı olsun düşüncesi hakim. Sufiler aklın, kalbin bir parçası olduğunu düşünürler. Evet, sanatta yaratıcılık önemli ama bundan ibaret bir şey olmasa gerek. “Ne kadar daha önce yapılmamış saçma bir şey yaparsam o kadar iyi sanatçıyım”. Kafa bu…
Yazan:sq Tarih: Ağu 16, 2010 | Reply
Aslında uzun zamandır dikkatimi çeken bir şey var, insanlar sanat’ı kutsallaştırıp, aralarına mesafe koyuyorlar, tabulaştırıp dokunulmazlaştırıyorlar aynı zamanda. Oysa sanatçı sanat kavramını yıkar, bozar, inşa eder.
Burada yorumları yazanlar, muhtemelen sanat adına pek birşey üretmiyorlar, (bunu küçümsemek için yazmıyoum, tersine herkesin içinde sanata katkıda bulunacak bir enerji olduğunu düşünüyorum) zira tersi olsa, “yaratıcı” olanın en başat şey olduğu pek tartışılmazdı sanırım. Sanat “huşu” ile bakılacak, mucize eseri ortaya çıkan, seyirlik objeler üretmek değildir, bu salt dekorasyon olur. Sanat eğitimi alanlar bilirler, usta-çırak ilişkisinde de, akademik eğitimde de, sanat aynı zamanda disiplin işidir, rejenere olup kendini sürekli üretmeyi, yenilemeyi gerektirir.
Evren makro kozmos, insan mikro kozmos ise, insan pekala yaratıcıdır, bu cürete sahiptir. “yaratılmış olmak bilgisinden uzaklaşmak” korkusu, ego patlamasında korkunç olabilir tabi ama Leonardo Da Vinci’nin, Dali’nin bugün cüretine hayranlık duyuyoruz.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 16, 2010 | Reply
Sanat, kutsal bir şey değil tanımından hareketle burada yorum yazan herkes sanatla bir şekilde ilgilidir diye bir sonuca ulaşmamız lazım halbuki. Hani dokunulmaz bir şey değil, araya da mesafe koymayacağız ya o halde, zamanında eşimi tavlamak için yazdığım ve “reca ederim bana böyle şeyler yazma, hiç hoşlanmam” şeklinde mukabele ettiği şiirim, veya komşuların ben çalmaya başlayınca gezmeye gittikleri gitarımla yarattığım harikalar, banyoda ekolu ortamda farklı tonlarda icra ettiğim “nihansın dideden ey mest-i nazım” şarkısı,ya da pasta üstüne krem şantiyle çizdiğim civciv resmi, yahut ne bileyim 62’den mamül tavşan resimlerim sanattan sayılmalı. Valla, ben anlamam. Yaratım mı yaratımın daniskası…
Yazan:sq Tarih: Ağu 16, 2010 | Reply
@Ekrem Senai,
“sanata katkıda bulunacak enerji”diye yazdım özellikle, herkesin “sanatçı”olduğunu söylemeyi fazla iddialı buluyorum çünkü yetenek, “geliştirildiği” sürece bir anlam ifade eder bence, salt dahi olmak bile bahsettiğim rejenerasyona sahip değilseniz pek işe yaramayacaktır.
Joseph Boeuys 62’den tavşan yapıp sergilese, bunun bağlamını kuracaktır muhtemelen:)
Araya mesafe koymak derken sanatı bağlam bağlamında değil, “seyirlik-huşu nesnesi” olarak görüp, keşfe çıkan sanatçıyı da sanata ihanet etmiş gibi düşünmeyi kastetmiştim.
Şimdi burada, reklamcılığı da geç kapitalizmin sanatı olarak gördüğümü yazsam (sanatın dark side’ı olmadığını kim söyledi?) bir çok kişi -tabusuna saldırılmış gibi-itiraz edecektir ve temiz, tertemiz birşeyi, ideayı savunmanın “huşu”sunu hissedecektir. Bu bir çeşit konformizm değil de nedir?
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 16, 2010 | Reply
Huşu hissetmek için yazıyorum, yanlış anlaşılmasın 🙂 Reklam sanatın safiyetini bozan bir şey, çünkü onu kullanıp paraya tahvil etmek amaç. Başkasının “siparişi” üzerine sanat mı olur Allah aşkına? Bırak reklamı, sergide tabloların üzerinde fiyat küpürü görünce bile üzüntü duyuyor insan. Ressam olsaydım herhalde hiçbir eserimi satmazdım. Bizim arka yüklük 62’den tavşan resimleriyle dolu mesela. Ama yuvarlaklığı çok düzgün ve hiç taşırmadan boyanmış ! Asla satmam !
Yazan:sq Tarih: Ağu 16, 2010 | Reply
Başkasının “siparişi” üzerine sanat mı olur Allah aşkına?
Avrupa kiliselerindeki resimleri papalık, evlerdekileri Avrupa aristokrasisi ya da burjuvazisi siparis etti. Michalengelo, Sistine Şapeli’ni öyle içinden geldiği için resimlemedi:)
Vermeer’i anlatan İnci Küpeli Kız’ı izlemenizi tavsiye ederim ya da Medici ailesi hakkında bir iki araştırma yaparsanız hamiliğin çok yaygın olduğunu göreceksiniz.
Diego Rivera bile sipariş üzerine New York’ta Rockefeller Center için resim yaptı. O zaman bu insanların hiçbirine sanatçı demememiz gerekiyor.
İşte bahsettiğim yoktu, aslında bu tavrı, “safiyeti” koruma koruma arzusuyla “anneliği” aşırı kutsallaştırıp, kadın doğasını gözden kaçırmaya benzetiyorum. 🙂
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 16, 2010 | Reply
Parasız olmuyor bu işler diyorsunuz yani. Eyvallah ! Michalengelo’yu anlatan bir belgesel izlemiştim, adam sürekli kendisine dayatanlarla kavga halindeydi, hiç öyle “şurası olmamış mikocum, rengi biraz daha açıver; bizim cemaat böyle daha egzantrik şeyler bekler, şuraya birkaç çıplak kadın melek figürü ekleyiver..” tarzında olmamış yani. Tamam sanata, sanatçıya destek hoş, ama bu desteğin daha fazla eser ortaya çıkmasına katkısı bir kenara, keyfiyeti etkileyip etkilemediği de tartışılır. Diego Rivera, mesela Rockefeller ile papaz olmuş Lenin suratını kaldırmak istemiyor diye, sonra adamın sanat eserini hepten imha ediyor dallamalar. Zaten baştan da istememiş ya, allem edip kullem edip ikna etmiş Rocky amcamız. Yani özetle sanatçılar da çok sevdikleri için değil, çoğu zaman mecbur kaldıkları için bu “sipariş üzerine eser” durumunu kabul etmişler. Yoksa genel tavır özgürlük ve işlerine kimsenin karışmaması şeklinde. Yani anlayacağınız reklamcıların sanatçılardan cevaz alma durumu pek yok, üzgünüm.
Yazan:sq Tarih: Ağu 16, 2010 | Reply
Ekrem bey bu konu çok uzar:)
Başka bir başlık altında tartışırız umarım.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 16, 2010 | Reply
Tartışmayız umarım 🙂
Yazan:sq Tarih: Ağu 16, 2010 | Reply
O kadar mı sıkıldınız Ekrem bey, aşkolsun:))
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 17, 2010 | Reply
Tartışmadan konuşuruz manasında… Yoksa sizden çok şey öğreniyorum, keyfim yerinde yani.
Yazan:MY Tarih: Ağu 18, 2010 | Reply
Sevgili SQ;
Kanaatimce burada yaniliyorsunuz (yoksa yollarimizin ayrildigi nokta mi demeliydim? :))
Yazida çevirisini verdigim Kandinsky’nin NE? ve NASIL? ayrimina dikkatinizi çekeyim.
Kisaca söylersem ulvî olmayan sanat sanat degildir ki. “NE?” diyemeyen, ontolojik sorgulamalara kapi açamayan sanati neyleyim? ister yagli boya olsun, ister italyan mermeri, isterse kan ile boyasin. Zaten insanlarin iyice sapitip kan, çis ve kaka ile sanat(!) yapma sebebi de bu NASIL? kisminda girdikleri çikmaz sokak degil mi? halbuki Escher’in basit bir kursun kalem ile yaptigi saheserlere bakin. Veya Bach’in ayni temayi tekrar ederek insa ettiklerine, Ravel’in müzikal “fractallerine”… NE? ile ugrasan hakikî sanatçi islik çalarak bile NASIL? ile ugrasanin senfonilerini sollayabilir. Arkasina MUTLAK’i, SONSUZ’u alan ile malzemede, sekilde, renkte YARATICILIK arayan bir olur mu? Neyse… Kandinsky ile bitirelim:
Yazan:cade Tarih: Ağu 18, 2010 | Reply
Bu yazının altına İMZAMI atarım.
Atatürkçülük neyin üstünü örtüyor yavaş yavaş ortaya çıkıyor TSK nın hali gözler önünde YARGININ hali perişan….
Yazan:barış Tarih: Ağu 22, 2010 | Reply
12 eylülcüler darbeye kılıf olarak Atatürkçülük’ü, başka deyişle sizin aşağılama amacıyla kullandığınız “Kemalizm”i seçmişlerdir. Bu yüzden de Atatürkçü Düşünce militarist zihniyetle bağdaştırılır olmuştur, ama aslında militarizmin kurbanı olmuş, bu yazıyı yazan insan gibi insanların Atatürk’e ve kurduğu cumhuriyete nefret etme seviyesine gelmelerine sebep olmuştur. Türkiye’nin asıl sorunu Atatürkçülük’ün arkasına saklanan militarist zihniyettir. Atatürk’ün kendisi ve yaptığı işler değildir. Atatürk, o zamanın koşullarına göre kafasında oluşturduğu projeyi uygulamış ve bir seviyeye kadar başarılı da olmuştur. Bu projenin ana ilkelerini modern dünyaya bakarak belirlemiş, hiçbir zaman basmakalıp kurallara bağlamamış, zamanın şartlarına göre değişebileceğini söylemiştir. Ancak bu projenin devamı getirilememiş çoğu kesim yanlış algılamış ya da kendi amaçları için kullanmaya çalışmıştır. Sonuç olarak Atatürk’ün hedefinde bir demokratik cumhuriyet vardır ve şuan bu insanlar böyle yazılar yazıp insanları etkilemeye çalışabiliyorlarsa ve bu insanların karşısında durabilecek, doğrusuyla yanlışıyla onun asıl amacını algılayabilmiş yaklaşık %35’lik kemik bir halk kitlesi yaratılabilmiş ise Atatürk bu amacına ulaşmıştır diyebiliriz. Peki Atatürk ne yapsaydı; ülkeyi kurtarıp sonra saltanatı Osmanoğulları’na bırakıp eski hamam eski tas devam etseydi de bi 10 yıl sonra yine yokolmanın eşiğine mi gelseydik? Ülkenin o duruma gelmesine sebep olan sisteme geri mi dönseydik?
Yazan:Cengiz Cebi Tarih: Ağu 22, 2010 | Reply
İlginç bir tespit.
Bir sözcüğün evrensel karşılığını kullanmak demek ki bir aşağılama amacı taşıyor.
Peki bunu değil de ötekini kullanmak bir ‘ululama’ amacı taşıyor mu?
Tabi övmemek, sevmemek, eleştirmek vb. otomatik olarak “nefret etmek” anlamına geliyor.
Siz sevmediğiniz herkesden nefret ediyorsunuz galiba?
Üstelik burada sözkonusu olan toprağa karışmış olan bir şahıs değil.
Burada “kemalcilik” adı altında yapılmış olanlar konuşuluyor.
Kimin neyi, ne için vb. yaptığını tespit etmek gibi ‘tanrısal’ bir işe girişilmiyor.
Ezber bozmak diye bir deyim var Türkçede.
Budur burada yapılan.
Bozan bozar, bozmayan devam eder.
Yazan:ilayda Tarih: Ağu 22, 2010 | Reply
Atatürk hiçbir zaman ölmez, sen ölürsün kalpazan tayyip ölür fetullah ölür o ölmez belki 17. Türk devleti kurulur bu materyelizme ait olan her olgu bir gün biter ama düşünce yok olmaz geçmiş yok olmaz nasıl fatih sultan mehmet hala hatırlanıyorsa Atatürkte kıtamete kadar hatırlancaktır. bu site anladığım kadarıyla hem teröre hem bağnazlığa hemde Kur’an ı kerimde olmayan çarpıtılmış canavarlaştırılmış bir şeriata yakınlık sahibidir
Yazan:ilayda Tarih: Ağu 22, 2010 | Reply
son derce cahil bir işe yaramaz bir atatürk düşmanı diyorki:—-Atatürk hakkında sürekli “asardı” sözünün kullanılması da ilginç. Demek ki herkesin gözünde bu despot özelliği belirgin. Çeşitli versiyonları var: “Atatürk olsaydı bu Kürtlerin hepsini imha ederdi”, “Atatürk olsaydı bunlar böyle konuşamazdı” vs. Yani belli ki hepimiz Atatürk’ün pek de demokrat olmadığı konusunda hemfikiriz demek ki.
Size katılıyorum. Atatürk olsaydı Kenan Evren’i asardı. Müteveffa, biraz daha yaşasa İsmet İnönü’yü bile astıracaktı netekim —
Ata-Türk Ata=dede baba gemiştekiç aile soyu demektir yani Atatürk Türklerin babası demektir bu yüzden her akıllı türk insanının anlıycağını
Yazan:barış Tarih: Ağu 23, 2010 | Reply
Bu yazıyı Ekrem Bey’in
sorusuna cevaben yazmıştım. Doğrudan altında gözükeceğini düşünmüştüm. Bağlantı kurma açısından belirteyim.
Tabi ki bir sözcüğün evrensel karşılığını kullanmak bir aşağılama amacı taşımaz. Ama bu ve bunun gibi “Kemalizm“le derdi olan sitelerde bu kelime aşağılayıcı bir anlam içerecek şekilde kullanılıyor.
Tabi ki eleştireceksiniz ayrıca yukarıdaki yazıda geçen çoğu konuya da hak veriyorum. Yazdıklarımı görünce “al işte “kemalist”in biri çıktı yine” diyerek cevapladıysanız eğer yanılmışsınız. Sadece bazı konularda haksızlık yapıldığını düşündüğüm için yazıyorum.
Mesela yazıda geçen
bunlar cumhuriyet rejiminin sevilmediği hatta “nefret etme seviyesine” gelindiğini göstermiyor mu? Dikkat edersen doğrudan nefret etmeyle aynı anlam çıkmıyor.
çok da “tanrısal” bir iş değil bu. Biraz araştırıp olayları da günün şartlarını da düşünerek sentezlemeye çalışırsanız sizin de yapabileceğinizi tahmin ediyorum.
Böyle ufak ayrıntılara takılacağınıza genel bir yorum beklerdim. Atatürkçü düşünceye saygısı olan ama eleştirel yaklaşan birini görünce bir ezber bozulması da sizde yaşandı galiba.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 23, 2010 | Reply
sayın ilayda,
Son derece cahil bir işe yaramaz atatürk düşmanı olarak beni “Ata-Türk Ata=dede baba gemiştekiç aile soyu demektir yani Atatürk Türklerin babası demektir” sözlerinizle ihya ettiniz. Atatürk Türklerin babası olduğuna göre anası kimdir diye bir sual de tevcih olabilir? Bu durumda üç “boş ol!” ile talak ettiği Latife hanımın pek bir şansı yok; Fikriye hanımı da sanatoryuma göndermiş, sonra intihar etmiş kadıncağız, annesi Makbule hanım desek onunla da arası hiç iyi olmamış, başka biriyle evlendi diye evi terketmiş ya. Hatta Selanik’teki Atatürk’ün evi dedikleri de aslında cici babasının eviymiş, Atatürk orada hiç kalmamış ya…
Ata-Türk, Türkmenbaşı, Ölümsüz lider Kim-il Sung gibi ifadeler de genelde otoriter yönetimleri ayırt etmek için kullanılırmış. Bir insanın kendi imzasını Atatürk diye atması, onun ego-santrik kişiliğine remizmiş. Hem eğer öyle değil, bu sadece soyadı ise M.Kemal’in soyadı Atatürk iken, nasıl oluyor da mesela kız kardeşinin veya üvey kardeşlerinin soyadı farklı olabiliyormuş?
Neyse, sizin Ata’ya imanınıza vesvese getirmek istemem. Bu gazla devam ediniz…
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 23, 2010 | Reply
Bu site Kemalistler için çok tehlikelidir, aman dikkat. Fazla dolaşmayın mazallah bir canavar çıkıp sizi ham yapabilir.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 23, 2010 | Reply
barış bey,
Doğrusu Atatürk’ün getirdiği rejimin demokrasiden çok saltanata yakın olduğunu düşünüyorum. Ne yani bıraksaydı da Osmanlı mı devam etseydi diyorsunuz ya. O beğenmediğiniz Osmanlı’da çok partili demokrasi vardı. Düzen zaten saltanattan meşrutiyete dönmüştü. Sultanın rolü giderek İngiltere’deki gibi sembolik bir konuma dönüşmekteydi. Yani, bizlere ilkokuldan beri propogandası yapılan “köhne, gerici” Osmanlı portresi doğru değil.
Bakın, şu diziyi baştan sona bir okuyun sonra tartışalım:
http://derinsular.com/featured/yakin-tarih-1-lale-devri/
Yazan:barış Tarih: Ağu 23, 2010 | Reply
Öncelikle Cengiz Bey’e yazdığım cevaba “Kemalist” kelimesinin zamanında halk arasında neredeyse bir hakaret anlamına gelen “Komünist” çağrışımı yapmasına kasten çalışıldığını da eklemeliyim.(sözüm o şekilde kullananlara, siz kullandınız demiyorum.)
Verdiğiniz linke gelirsek; ben zaten o linkteki tarih derlemesini inceledikten sonra buraya ulaştım. Dedim neymiş bu “Derin” işler…
diye başlamış. Ben de bu sitede yazılan yazıların ve o “tarih derlemesinin” “Cumhuriyet rejimini yıkmaya yönelik geliştirilmeye çalışılan ideolojiye nefer yetiştirme kaygısıyla yapıldığını” iddia edersem yaptıklarınızın hepsinin temelsiz olduğu anlamı mı çıkacak o zaman?
Eğer Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı kazandıktan sonra ülkeyi tekrar Osmanoğulları’na bıraksa idi “Alın saltanatınızı ben kurtardım, şimdi size iade ediyorum, istediğinizi yapın” deyip gitseydi, bu “çok partili demokrasi” ve “meşrutiyet”, çağdaşlaşma yolundaki gelişmelere ışık tutacak, modernizmin felsefi altyapısını oluşturacak ve sonuçta bilim üretmeye başlanmasına ortam sağlayacak zemini oluşturabilecek miydi? Bu zeminin oluşmasındaki en büyük engel olan, iktidara da egemen olan,halkın büyük çoğunluğunda var olan, şimdi bile bir kısmında gördüğümüz dini dogmalardan kurtarabilecek miydi? Yani “iktidarı gökyüzünden yeryüzüne indirebilecek miydi?” Yapsa bile toplumun evrimsel sürecinin oluşmasını bekleyerek kaç yüzyılda yapacaktı? Bunların olmasını beklerken “medeniyet dediğin, tek dişi kalmış canavar” bizi yeniden yutmayacak mıydı? Mustafa Kemal bu riske girilmesine gözyummadığı için mi bu “Kemalizm”i sevmiyorsunuz?
Yoksa militarist zihniyetin, arkasına saklanarak ortaya çıkardığı “kemalizm faşizmi” ile yukarıda bahsettiğim “Gerçek Atatürkçü Düşünce”nin aynı şey olduğunu mu sanıyorsunuz?
Sonuç olarak diyeceğim şudur ki: Sizin ve bizim ortak düşmanımız farkında olmasanız da militarizmdir. Ama siz Atatürk Düşünce’yi hedef alarak olayı çözebileceğinizi düşünüyorsunuz sanırım. Öyle ise yanlış yapıyorsunuz.
Yazan:mer'A-kıl Tarih: Ağu 24, 2010 | Reply
Bu satırlar kolay anlaşılır ve ulaşılabilir bir sözlükten.
Barış bey, yazdıklarınıza bakınca hatırlatıcı böyle bir girizgaha ihtiyaç duyuluyor olduğu çok açık bir şekilde görülebiliyor..
Yukarıda Ekrem Senai Atatürkçü rejim ile ilgili eleştirel bir iki satır yazdığında hemen nefret etme seviyesiyle ilgili bir tespitte bulunmuşsunuz;
Bu Barış bey’e göre bir seviye tespiti olsa gerek! Bu ölçerin evrensel kabul görmüş bilimsel olarak da tanımlanmış bir standartı var mı? İman ölçmek gibi nefreti de ölçme merakının bir sebebi olmalı; ödül/ceza?….kim ölçer, nasıl ve neye göre ölçer.. bunlar da tartışılması gereken üst başlığı olan bir başka konu !
Sorunuz bana yöneltilmiş olsaydı cevabım; ”hayır, göstermiyor” olurdu. Çünkü bahse konu edilen cumhuriyet rejimi değil Atatürkçü rejim! Atatürkçü düşünceye saygı duyan biri olarak çok iyi bileceksiniz ki şekli şemali, ilkeleri Atatürk tarafından tasarlanmış bir rejim demek değil midir? (önrn: ey büyük Atatürk! açtığın yolda, gösterdiğin hedefe hiç durmadan yürüyeceğime and içerim…)
Cumhuriyet rejimi, Atatürk’ün keşfidir ve dünya onun sayesinde cumhuriyet kavramı ile tanışmıştır diyebilir misiniz?
Bu savunma durumuna geçmeye sebep olan sakat(!) anlayışa göre, cumhuriyet, halktan koparılıp bir liderin eşsiz yaratıcı dehasıyla uygulamaya sokulmuş bir rejim olarak tanımlanmış olduğu için(Tanrısal! ), “Atatürkçü rejim” adı altında uygulamaya koyulmuş ve koruma altına alınmış yaptırımlara yönelik eleştiri yapıldığında, cumhuriyet rejimi ”nefret etme seviyesinde” eleştirilmiş gibi algılanarak tepki veriliyor.
Cumhuriyet ile bazı ortak özelliklere sahip fakat bütünüyle aynı olmayan, lider kültüne kök salan ve bu şekilde desteklenen bir anlayış değil mi Ata-türkçü rejim!
Ufak ayrıntı gibi görerek üzerinde durmayı önemsiz bulduğunuz aslında tam da eleştirilen meselenin özü. Cumhuriyet denilen ve evrensel kabul görmüş bir tanımı olan siyasi bir rejimin göbeğine bir “ATA” ve bir “IRK” yerleştirilmesi mümkün olabilir mi?
O günün şartlarını araştırıp, düşünerek sentez yapılmasını beklediğinize göre, “cumhuriyet”, halkın (padişahın keyfi uygulamalarından bunalan halk!) ihtiyaçları doğrultusunda “uygun” görerek talep ettiği ve kaçınılmaz bir şekilde uygulamaya koyulmasını şiddetle arzu edip desteklediği bir rejim değil miydi sizce?
Halk, cumhuriyet rejimi konusunda arzulu değilken ve fikir birliğine varmamışken mi rejim değiştirilmiştir; halka rağmen, halksız ikame edilen cumhuriyet rejimi!
Atatürkçü düşünceye sahip veya sadece saygı duyan biri cumhuriyet rejiminin tanımını ATA-TÜRK’süz yapabilir mi? Yoksa rejimle özdeşleştirilen bu düşüncenin ön kabulü şu mudur; “ilan edilen cumhuriyet mükemmel değildi,kusurları,eleştirilecek unsurları vardı fakat Atatürkçü düşünce ile bu arazlar giderilerek mükemmelleştirilmiştir(Atatürkçü rejim!). Mükemmel olana yöneltilebilecek hiçbir eleştiri olamaz. Olsa olsa eleştiri adı altında dile getirilenler, cumhuriyete(=Atatürkçü rejim) karşı hissedilen nefret etme seviyesine işaret ederler!”
Halkın iradesi ile meşrulaştırma!
Halkın meşrulaştırması’dan, halk tarafından hiçbir eleştiri yöneltilmeden, uygun gördüğü iyileştirmeleri talep etmeden, kısaca iradesi yok sayılarak önüne koyulmuş olan rejime körü körüne onay verip/biat etmesi anlaşılıyorsa eğer burada nefret seviyesinin yükselmesine sebep olan ve adı cumhuriyet olmayan başka bir rejimden bahsediyoruz demektir, öyle değil mi?
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 24, 2010 | Reply
barış bey,
“Kemalist” kelimesi eskimiş, köhnemiş, günümüz ihtiyaçlarına cevap veremeyen 1930’lar ideolojisi anlamında kullanılıyor. Bir zamanlar “komünizm” kelimesi ise “statükoyu devrimle alaşağı edecek ve evcut düzeni bozacak yeni bir olgu” anlamında kullanılıyordu, ikisi çok farklı. Kemalist kelimesinin hakaret olarak “algılanması” olumlu bir şey. Bazı şeylerin iyiye gittiğini gösteriyor. Aslında birilerinin çıkıp biz neo-Kemalistiz, 6 oka karşı yeni bir 6 ok çıkartıyoruz: Milliyetçilik yerine “globalizm”, halkçılık yerine “demokrasi”, laiklik yerine “halkın dini inançlarına özgürlük” vs. bir açılım getirse bu kelimeyi hakaret anlamından kurtarabilir ama kimsenin buna niyeti yok. Eh zaten buna gerek de yok. Orijinal evrensel değerler varken neden çakmasını tercih edelim değil mi?
“Cumhuriyet” kelimesi bir kaçış noktası sağlıyor size. Ne mutlu ki bu kutsadığınız kelimenin ne anlama geldiğini herkes biliyor artık. İran ne kadar Cumhuriyetse, Kuzey Kore ne kadar Demokratik Cumhuriyetse Atatürk Cumhuriyeti de o kadar cumhuriyet, o kadar demokratiktir. Tipsiz bir adama “Cemil” ismini takınca yakışıklı olmayacağı gibi, bir diktatörlüğe “cumhuriyet” ismini takınca cumhuriyet olmaz. Çok acayiptir ki, cumhuriyeti kutsal bir değer olarak kabul edenler her demokratik seçimde halkın seçim ehliyetini sorgulamakta ve kendi oylarının, dağdaki çoban ile aynı sayılmasını hazmedememektedir. Yani aslında cumhuriyet diye kutsallaştırılan ideal, halkın değil, elit kesimin seçtiğinin işbaşına gelmesi. İki parti bile fazlalık. Öyle olmasa Kemalist kesimin farklı fraksiyonlarının ortaya çıkması gerekirdi, halbuki 80 senedir destekledikleri tek bir parti var. Parti programı, ekonomik, sosyal, siyasal sorunlar konusunda sundukları bir çözümleri olup olmamasının da önemi yok. Sadece şeriat korkusu, dış düşmanlar korkusu, bölünme korkusu üzerinden yürüyen bir acayip “cumhuriyet” algısı bu.
Serdar bey’in dediği gibi bu cumhuriyet neslinin söyleyecek bir sözü yok, kalmamıştır. Komplo teorileri, korku taktikleriyle bir 5-10 sene daha yaşayıp tarih sahnesindeki ibretlik yerini alacak.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 24, 2010 | Reply
Atatürk ne yapsaydı, iktidarı Osmanoğullarına geri mi verseydi yani? diye sormuşsunuz. Benim anlattığımı anlama çabası göstermediğiniz belli. Ben Osmanlıcılık yapmıyorum. Sizin şişirdiğiniz cumhuriyet dönemi ile yerin dibine batırdığınız Osmanlı dönemi arasında bir karşılaştırma yapıyorum. Siz bundan “Osmanlı Atatürk’ü döver” sonucu çıkartıyorsanız zaten frekanslarda bir sorun var demektir. O verdiğim linki dikkatlice okursanız Batılılaşmanın Atatürk’ün dedesi daha hayata gelmeden Osmanlı’da başladığını ve son dönem Osmanlı aydınlarının tüm mesailerini yeni dünya konjonktöründe Osmanlı nasıl ayakta kalır, nasıl dünyayla uyum içinde yaşar sorusunu çözmeye adadıklarını görürsünüz. Toplumsal değişimler, sosyal değişimler yüzyıllar içinde şekillenir ve alttan-yukarıya biçimlenirse sağlıklı olur. Değişimlerin toplumun her kademesinde tartışılması, içselleştirilmesi gerekir. Onu kaldırdım, bunu indirdim, şunu yasakladım diye bir anda tüm sosyolojik dengeleri bozacak devrimler yaparsanız bünye bunu kaldırmaz, reddeder. Bakın bugün hala burnumuzdan kan getiren Kürt sorununun kökleri Atatürk’ün Türkleştirme politikalarıdır. Bugün toplumu iki zıt kutuba ayıran üzerinde toplumsal konsensüs oluşmayan “kamusal alanın dinden arındırılması” şeklinde tanımlanan laiklik ilkesidir. Toplumsal gerilim yaratan konulardan başörtüsü, yine kılık-kıyafet devriminin bir yansımasıdır. Bugün artık kangren halini alan bu sorunlar birden ortaya çıkmadı. Bakın, Türkiye’de bugün kadın örgütlenmeleri bile daha yeni yeni şekilleniyor. Bunun sebebi bile Atatürk’ün seçme-seçilme hakkını kadınlara “bahşetmesidir”. Çünkü her hakkın bahşedildiği bir ortamda mücadele gerekmez, hakların korunmasıyla meşgul olunur.
Yazan:Atılım Ateş Tarih: Ağu 24, 2010 | Reply
Ekrem Senai Bey,
Tabii ki Ak Parti elit kesimin icazetini aldı demek istemiyorsunuz. Ama Ak Parti askeri darbeyle de iş başına gelmedi. O zaman belki de bu halkın iradesi, her zaman olmasa da, tecelli ediyor. Üstelik halk iradesiyle gelen tek parti de Ak Parti değil. Hadi ANAP’ı saymıyorum, çünkü siyasetçilerin çoğu yasaklıydı o dönem. Demirel de halkın iradesiyle seçilmedi mi sonunda?
Halkın iradesiyle seçilmiş olmanın kriteri nedir sizce?
Sorunların izini sürerek geçmişe dayandırdınız, kabul. İyi şeylerin de izini sürerek geçmişe dayandırmak yerine neden tüm iyi şeylerin geçtiğimiz 10 yılda başladıklarını varsayıyorsunuz?
Yaptığım iki alıntı, bence 80 senenin bir genellemeye kurban edilmesinden kaynaklanıyor. Cumhuriyet tarihini bütün kötü giden şeylerin suçunu üzerine atabileceğiniz bir put haline getirdiğiniz hissine kapılıyorum. Bunun da sorunların gerçek kaynağına inmeye mani bir tavır olduğunu düşünüyorum.
Selamlar,
Atılım Ateş
Yazan:Atılım Ateş Tarih: Ağu 24, 2010 | Reply
Bu arada
demişsiniz.
Sizce sağlıklı değişimin tanımı nedir? Kan dökülmemesi ya da onyıllar sonra sorunlara yol açmaması şeklinde tanımlarsanız bence sağlıklı diye nitelendirilebilecek değişim kalmaz.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 24, 2010 | Reply
Atılım bey,
İlk çok partili hayat Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile başlamıştı. Şeyh Said ayaklanması ile birlikte “sizin parti programınızda ‘partimiz dine hürmetkardır’ ifadesi var, bunlar sizden yüz aldı da ayaklandı” bahanesiyle kapatıldı ve parti üyeleri ya idam edildi, veya sürüldü. Bu gelenek hala sürüyor. Bir “demokrasicilik” oyunu oynanıyor. İplerin her zaman Kemalist devletin elinde olduğu ve bu ip biraz gevşeyecek olsa askerin hemen duruma müdahale edip siyasetçilere birer kukla olduğunun bildirildiği bir tiyatro sahnesi bu. Fakat bu sahne, düzen, dekor bozuldu. Çünkü eskiden Türkiye kendi içine kapalıydı, iletişim imkanları kısıtlıydı. Askerlere boyun eğen bir siyaset düzeni vardı. Demirel’in defalarca seçilmesi tesadüf değil. Demirel de bu düzenin iyi bir aktörüydü. CHP’nin salvosundan kaçanların kucağına oturacağı alternatif olarak iyi çalıştı, “Çoban Nurcu Sülü”. İşler Adnan Menderes zamanında bozulmaya başlandı, astılar. Özal Türkiye’yi dünyaya açarak düzeni iyice sarstı. Yoksa düşünsenize ulusalcılar şimdi iş başında olsaydı halimizi. 1930’larda sıkışıp kalmış korporatist, içe kapanmacı, herkese düşman ulusalcı bir yapı bizi bitirirdi.
Neyse sorunuza direkt cevap vermek gerekirse, halkın iradesinin tecelli etmesi demek halkın isteğinin olması demektir. Bugün halkın %70’i başörtüsü serbest olsun diyor, ama bunu değiştirmeye yeltenen bir parti oligarklar tarafından kapatılmaya çalışılıyorsa orada hala halkın üzerinde güçler var demektir. Ergenekon denilen çetenin bu oligarkı korumak adına yaptığı inanılmaz icraatlar da aslında halk egemenliğinin ne olduğunu bize çok güzel anlatıyor.
Cumhuriyet tarihini put haline getiren ben değilim. Bana “evet yanlışlar yapıldı” diyen tek bir Kemalist gösterebilir misiniz? Ben müşerref olmadım böyle biriyle. Bugün yaşadığımız problemlerin sebepleri herhalde Kemalist arkadaşlarımızın açıkladığı şekliyle kendilerinden başka herkesin hain olmasıyla açıklanamaz diye düşünüyorum.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 24, 2010 | Reply
Sağlıklı değişim, toplumun rızasını alarak yapılan değişimdir. Bu şekilde, yanlış sonuçlara da yol açsa bu yanlışı toplum yine düzeltir. Ama işte devletin yıllardır işlediği herzelere toplum ne yapsın? “Din telakkisi insanın cildinin ötesine geçemez” anlayışını sen toplum olarak nasıl düzelteceksin? “Bu ülkede Türk olmayanların tek bir hakkı vardır. O da Türk’e köle olmaktır” diyen bir zihniyeti sen nasıl düzelteceksin?
Bunların adı devrim filan değil. Bugünkü toplumsal kırılmaların kaynağı bunlar değilse nedir? Ne demek “kan dökülmemesi veya onyıllar sonra sorunlara yol açmaması şeklinde tanımlarsak değişim kalmaz” demek? Değişim bu mudur Allah aşkına! Böyle değişim olmaz olsun.
Yazan:akin sarbay Tarih: Ağu 31, 2010 | Reply
Cumhuriyete atıp tutmalarınızdan anlaşılıyor ki;
değil cumhuriyeti bilmek, halifeliğin altında ezilmeye mahkumsunuz.
Yazan:Fatih Öksüz Tarih: Eyl 1, 2010 | Reply
Sayın Mehmet Yılmaz Bey,
Yazılarınızla tanışalı birkaç haftalık süre oldu.Böyle kozmopolit bir ülkenin en çok rütbeli çıkaran militarist şehri Balıkesir’den merhabalar.Özgür düşünce ve düşündüğünü özgürce ifade edebilmenin en zor olduğu bir ortamda büyüdük.Ve yıllardır Çetin Doğan gibi ihtilalcilerin(kendisi Balıkesir’li hemşehrimizdir) emir subayı vazifesine bürünen birçok Balıkesir halkının,sırf bir askeri okula girememek veya mahalle baskısına maruz kalmak korkusuyla hür düşüncelerini ifade edemeyiş hastalığı içerisine girdik.Kemalist düşünce bir şehrin yani Balıkesir’in sanat,fikir ve müzik hayatının oluşmasını engelledi kanaatindeyim.Bence Kemalist düşüncenin toplum sanat ve düşünce hayatına olumsuz etkiler göstermesi bakımından Balıkesir pilot bölge seçilebilir,üzerinde akademik çalışmalar yapılabilir.
İşte tam bu şehirde,Lise yıllarımda öğrenci temsilciliği seçimlerini 320 oya,50 küsür çivarında oyla kazanmıştık.Alnımızın akıyla ve gerçek demokrasiyle.Ne oldu dersiniz;her dersinde Atatürkçülük,kemalizm,yılmaz bekçileriyiz gerisi yalan türküleri söyleyen 3 kişilik Cumhuriyet Muhafaza ekibi yani canımız öğretmenlerimiz.Sizler bu seçimi kazanmak için siyaset yaptınız,bu yüzden bu seçimi iptal ediyoruz dediler.Evet siyaset yapmıştık,kendisini kemalist görmeyen 320 lise öğrencisi belki kemalizmin ne olduğunu bile bilmiyorduk.Ama ruhen kabul edemiyorduk o sistemin laçkalaşmış halini.
SONUÇ;320 oya 50 oyla Demokrasi kaybetti,kemalizm kazandı.İşte o dönemin kaybeden çocukları(ADD ye üye olmayan,CHP nin lanetlediği basit halkın evlatları) görüyorum ki şimdi sesini çıkartıyor.Bu ülkede sana bana göre demokrasi olmasın artık,herkese demokrasi,herkese adalet olsun.
Yazan:MY Tarih: Eyl 1, 2010 | Reply
Fatih Bey Selam,
Babam Gönenlidir, Bandirma’da da yillarca yazlarimi geçirdim 🙂
Balikesir’in ve Bandirma’nin çekik gözlü, kirmizi yanakli güzel insanlarini selamlarim.
Ferace giyen Pomak kadinlarinin ellerinden öperim. Hiç unutmadim bayramda firinlar kapali diye evindeki ekmekleri kosarak bize getiren Perama köylülerini.
Atatürkçüler zavalli koyün ismini “rumca” diye begenmeyip KarsiYaka yaptilar 12 Eylül 1980 darbesi sonrasinda. Ne acidir ki o kadinlarin kalplerindeki güzellige kapali olan atatürkist kalpler çirkin cumhuriyeti her yere bulastimakla mesgullerdi darbe sonrasinda bile…
O güzelim magliç peynirlerini bulamiyorum artik, ne oldu?
Yazan:Fatih Öksüz Tarih: Eyl 1, 2010 | Reply
Ve Aleyküm Selam Mehmet Bey,
Kapıdağ doğal güzelliğiye eskisi kadar hala güzel,düşünce güzelliği hakkında birşey söyleyemeyeceğim.Bir ay kadar evvel tüm kapıdağı dolaştım,pomak köylerinin hepsini,2 gün önce Kapıdağda yangın çıktı çok korktuk.Mihaliç peynirlerinin üretimi Manyas ve Susurluk’ta halen devam etmekte.Ben de Susurluk’ta ikamet ettiğimden çayın yanında nefis mihaliç peynirlerini o pomak ekmekleriyle afiyetle yiyiyoruz.Hediye kabul ederseniz,o güzel yazılarınızın hatırına,daha güzellerini yazmanız açısından 🙂 nefis mihaliç peynirimizi gönderebilirim.Tedbirli olmak lazım Kemalist kardeşlerimiz ileride bu yazımızı rüşvet olarak gündeme sunabilir 🙂
Saygılarımla,
Yazan:Türk Tarih: Kas 24, 2010 | Reply
Sanat denilen olgu hangi rejimde en ön planda tutuluyor ? Bunun cumhuriyetten başka yolu varmıdır ? Atatürk sanata yüksek katkılar sağlayan bir önderdi, baş tacı edeceğinize onun açtığı yolda onu pervasızca taşa tutuyorsunuz.Birde belirtmek isterim ! Türkiye’deki sanatçıların kaçı bu konuda sizinle aynı fikirde ? Geniş bir sanat çevresine sahip olmamla birlikte söyleyebilirim %1’i bile bulmaz ! Biz sanatımızı özgür bir ülkede yapıyoruz, baskı rejimiyle yönetilen bir devlette değil.Kendinize gelin bu halk artık uyumuyor !
Yazan:logic Tarih: Kas 24, 2010 | Reply
e sanatı Batı Sanatı’dan ibaret sanarsanız böyle cahil cahil konuşursunuz işte. Binlerce yıllık musikimiz var bizim siz neden bahsediyorsunuz ya ? Sanki Cumhuriyet’le geldi bu topraklara sanat. Cahillik diz boyu!
Sahi insan niye “Türk” diye nik kullanır ki ? Allah ıslah etsin.
Yazan:Olcayto Tan Haskol Tarih: Kas 24, 2010 | Reply
Geniş bir sanat çevresine sahip olmamla birlikte söyleyebilirim %1′i bile bulmaz ! Biz sanatımızı özgür bir ülkede yapıyoruz, baskı rejimiyle yönetilen bir devlette değil.Kendinize gelin bu halk artık uyumuyor !
O yüzden sanat adına bir şey çıkmıyor bu ülkede zaten. Sizin yaptığınız sanattan ne olur. Geniş sanat çevrenizin ürettiği “entellektüel” eserleri üst üste koysanız bir tane dünya tarihine damga vuracak kalıcı eser çıkartamazsınız. Bence ahkam keseceğinize arkadaşlarınızla bol bol heykel yapın bir netice görelim artık.
Yazan:Olcayto Tan Haskol Tarih: Kas 24, 2010 | Reply
Sanat denilen olgu hangi rejimde en ön planda tutuluyor ? Bunun cumhuriyetten başka yolu varmıdır ?
Cehaletin dibi artık. Hocam sizin o geniş sanat çevreniz rönesans eserlerine hiç bakmış mı acaba? Bütün Avrupa monarşi ile yönetilirken ortaya konan belki eşine rastlamanın halen olanaksız olduğu eserleri , o üretken dinamizmi dünya hangi dönemde yakalamış?
schekespeare’in eserleri sahnelenirken “aristokratlar entellektüel yüceliğe karşı yapmacık bir tavır aldılar.” monoloğu aristokratların locada izlediği oyunlarda yapılabiliyordu.
Bu anlayış hakimken cumhuriyetten eser yoktu.
Yazan:Hasan Yavuz Tarih: Kas 25, 2010 | Reply
Selamlar,
Her insan okuduğu şeyin kendisiyle olan ilişki anlamına göre yorumlar.Bu yorum bazen bir övgü bazen de eleştiri içersede üslup bana göre esastır.Sevgili MY ın yazısı kendi anlam dünyasının anlatımıdır,hakikat ile yalanın kendi perpektifinden değerlendirmesidir.Bu hoşumuza gider veya gitmez ancak yazının içeriği MY ın anlam dünyası ile ilişki kurduğu dünya arasındaki gerçeğin dile gelmesidir.Ben kendi adıma yazının niteliğinide içeriğinide beğendim.Beğendim çünkü benim ilişki kurduğum,anlamlandırdığım dünyanın bir gerçeği, bunun tam terside olabilirdi,yani benim anlam dünyamla örtüşmeyen ve hatta oluşturduğum değerlerin değersizleştirildiği bir yazı olarak göre bilirdim.Bu durumda benim yapmam gereken,MY ın düşündüğünün aksine,kendi anlam dünyamın değerleri ile hakikat arasındaki bağın gerçeklerini sunarak MY zın yanlış düşündüğünü dile getirdim.Ancak yorumlarda böyle bir şey yerine bildik ezberlerin vede saldırıların dile gelmeside bizlerin toplum olarak farklılıklarımızla ortak bir yaşamı kurma iddasını bırakın,konuşacak ortak bir dil bile kuaramadık daha…İlgilenlerin dikkatine…Saygılarımla
Yazan:Rıdvan Işık Tarih: Kas 29, 2010 | Reply
Size tek bir şey sormak-hatırlatmak istiyorum ”Osmanlı dış borçtan inim ininm inlerken Dolmabahçe sarayı yapıldı ve halkın gözünü boyamak için Ortaköycami,hem de Ermeni bir aileye”neden? Cumhuriyeti suçlamak kolay!
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Kas 30, 2010 | Reply
Rıdvan bey,
Bu muhabbetin sonu olmaz. Biri de çıkıp İtalyanlarla Kurtuluş Savaşı yaparken, millet açlıktan inlerken Atatürk Çankaya Köşküne İtalya’dan masif mobilya takımı niye aldırdı, millet açlıktan ölürken Savarona yatıyla işi neydi? Millet yemeğe ekmek bulamazken cumhurbaşkanlığı maaşı şimdinin parası nasıl aylık 620.000 TL (yanlış okumadınız) alıyordu, milletin anası ağlarken şu linkteki inanılmaz serveti nasıl edinmişti diye sorarlar.
Dolmabahçe Sarayı’nı da gezdiniz mi bilmiyorum. Ben gezdim. Şahsen ben de öyle düşünüyorum, İlber Ortaylı da aynı görüşte, dönemin Rus Saraylarıyla karşılaştırıldığında oldukça mütevazi bir saraydır. Barok tarzı işlemeler hakim, kocaman aynalar, aslan başları… Protokole “yıkılmadık, ayaktayız” mesajını vermek isteyen ama buna muvaffak olduğu dahi şüpheli olan bir saray. Ortaköy camii de aynı tarzda yapılmış, fazla süslü bir bina. Ama her ikisinin de konumları güzeldir. Köprüden her geçişimde gözüme takılır, güzel binalardır. Her iki yapı da Balyan kardeşlerin eseridir. Osmanlı’nın bir imparatorluk olmasının ve 600 sene ayakta kalmasının sırrı işi ehline vermesidir. Sizin gibi takıntılı bir şekilde “bu Ermeni, buna iş vermeyin, bizim Halil usta bu işi kıvırır” deseydi işte Cumhuriyetin ilk döneminin çirkin mimarisini görüyoruz… O muhteşem dülgerler, zanaatkarlar yok olunca ortada böyle 70 senedir bir baltaya sap olamayan adamlar kaldı.
Yazan:Ümit Tarih: Ara 4, 2010 | Reply
Atatürk zamanında bu ülkeyi kurmuş rejimini ilan etmiş sonrada demiş ki,ileride size dar gelirse değiştirin,ama yönünüzü bilip yıkın.Atatürk’ün de yaptığı hatalar elbetteki var.O bir insan.Bunlar da eleştirilebilir gayet tabii…Ama Atatürk’ten sonra olanlarıda adamın üzerine atmayın yazıktır.Günahtır.Bir şekilde şavaşlar yapılmış bu ülke kurulmuş.Yapılması gereken şeyler yapılmış.Bugün buradan bakılınca elbetteki yanlışlarda net olarak görülecek.Bunlar değiştirilemez diyen kemalistlerede kızarım,ama tümünü silelim hepsi yanlıştır diyenlerede kızarım.Aklımızı başımıza alalım lütfen artık uçlarda yaşamaktan vazgeçip,mevcut durumumuzu nasıl düzeltiriz,en özgür ve mutlu nasıl yaşarız gailesini gerçek etmeye bakalım.Yoksa biz bu şekilde dönüp dönüp baştan başlarsak o mutluluk bizden hep uzakta olacaktır.Ben laikliği “kıçını açmak”olarak görenede karşıyım,ama muhafazayıda “kafayı kapatmak” olanada aynı oranda karşıyım.İnsan muhafaza ederek hafıza kazanır.Yanlış buradadır.Osmanlı’yıda muhafaza edecez,Cumhuriyeti’de…
Yazan:sq Tarih: Ara 5, 2010 | Reply
sizin o geniş sanat çevreniz rönesans eserlerine hiç bakmış mı acaba? Bütün Avrupa monarşi ile yönetilirken ortaya konan belki eşine rastlamanın halen olanaksız olduğu eserleri , o üretken dinamizmi dünya hangi dönemde yakalamış?
iyi hoş da, rönesansı rönesans yapan bir anlamda da pozitivizmin yeşermesidir. Modern bir kafa yapısıdır neredeyse Rönesans veya onun ilk belirtisidir diyelim, Gotik gibi din çağının mahsulü değildir. “eşine rastlamanın halen olanaksız olduğu eserler” derken bu tarafını da bilelim:)
…….
Dolmabahçe’den bahsetmişken;
evet Ermeni’ler mimaride ve süslemede çok yetkin. Kayseri’de eski bir Ermeni yerleşimi olan Talas’ta resmen Barok süslemeli evler gördüm, aslında bir anlamda taşra. Osmanlı iç ticareti gayri-müslimlere yasakladığı için, dış ticaretle ecnebileri göre göre Ermeni sanat algısı epey değişiyor, Zaten Ermeni sanatının mimari ve taş işçiliğinde epey deneyimi var. Batı tarzını yakalamaya çalışıyor. Tabi 19.yy’da batılılar için bu tarz biraz da kıro kalıyor. Dolmabahçe sarayını zevksizlik abidesi sayıyorlar misal.
işin ehline vermeye gelince, çirkin yapılaşmanın suçu “ben yaptım olducu” zihniyet, en çok da Laz mütehattitlere bu yolu açanlar.
Cumhuriyet döneminin mimarisi başka konu. 20.yy başı mimarisi zaten üç aşağı beş yukarı çoğu yerde birbirine benzer. Moderndir, soğuktur, süslemeyi yadsır vb. Geçen gün Ali Ağaoğlu bir televizyon programında 98’den önce yapılan nerdeyse tüm yapıların malzeme kalitesi, form vb. her bakımdan çöp olduğunu söylemediği kaldı. “işin ehline vermeyelim bizim Hasan ustaya” verelim kafası Ermeni yapı işçileri bilmemne dışında günü kurtarmacı zihniyetin ürünü. Bugün aynı şeyi AKP hükümeti de yapıyor.
Yazan:Olcayto TanHaskol Tarih: Ara 6, 2010 | Reply
Aynen dediğiniz gibi, ben zaten pozitivizm cumhuriyet filan sanat ortaya koyamaz demiyorum.
Şu iddiaya karşılık söylüyorum;
Sanat denilen olgu hangi rejimde en ön planda tutuluyor ? Bunun cumhuriyetten başka yolu varmıdır ?
Bunun cumhuriyetten başka bir sürü yolu var.
Yazan:maden çavuş Tarih: Ara 21, 2010 | Reply
üniverside resim bölümünde okurken bir hocamla tartışmıştım. sen nasıl bedri rahmi eyüboğlunu eleştirirsin o senin ressamın.
yeteneksizler ordusu yetiştirdik ve onlarda hoca olup öğrenci yetiştirdiler. o ses o kadar olgun çıkarki o senin ressamın diye sonra staj yaptığı atölyeler açtığı sergiler sayılmaya başlar.çanakkale ye kadar varır iş :))yok o değil bana öyle gelmiyormuş enazından uydumuyormuşum benim gibi düşünenler varmış.demekki şizofren değilmişim.
Yazan:Putkırıcı Abi Tarih: Ara 22, 2010 | Reply
Kardeşler göznurunuza yazık,yazılanlar,kırk çeki odundan iki damlabal,burda kal….
Yazan:ali haydar Tarih: Mar 13, 2011 | Reply
cumhuriyet dönemi edebi eserleri sevmiyorum.çok banal ve işe yaramaz.sevenler sadece ideolojik olarak sevenler ahmakça okur…
Yazan:sas Tarih: Nis 20, 2011 | Reply
Begenirsiniz begenmezsiniz, (guzel-cirkin bunlar goreceli kavramlardir) ama ortada bir sanat var ve en azindan kimsenin sanat uretmesine engel olunmuyor. Bir de sunu soralim resim ve heykel olmadan sanat olur mu? Osmanli’da 19. yuzyila kadar resim-heykel yasakti. Bu kadar uzun suren yasaktan sonra ortaya birdenbire super heykeltraslar ve ressamlar cikmasini ummuyorsunuz sanirim.
Yazan:sas Tarih: Nis 21, 2011 | Reply
Sn. Ekrem Senai sizce bu kadar yuksek maas alan ve buyuk bir serveti olan Ataturk, tum mal varligini neden devlete bagislamis olabilir?
Yazan:orhan uğurlu Tarih: May 13, 2011 | Reply
xxxx xxxx xxxx xxxx xxxx xxxx xxxx xxxx .Ve Atatürk’e kurban ol…yazıklar olsun sana..
Yazan:a.gürkan Tarih: May 13, 2011 | Reply
Osmanlı ve öncesinin eserlerinde sanat, geleneğe bağlı olarak tırpanlanıyordu, cumhuriyette ise bir ideolojiye bağlı olarak. Aralarındaki ilişki “temelde” aynı gibi görünür: Sanatın insan üzerindeki etkisinin yönlendirilmesi…
Ama bir fark vardır: Geleneğin sanata yaklaşımı; onun hakikatın bir yansıması, bir sembolü, hatırlatıcısı olarak anlamlandırılmasında gizlidir. Yani basitçe söylersek sanat, insanın ilahi olanla ilişkisinin somutlaştırılma biçimiydi. Oysa moderniteyle sanatın bu mahiyeti yok edilmiş ve pozitivist tesirle güzellik, bilincin dehlizlerine hapsedilmiştir. İslam sanatında heykelin yerini kabartmanın, resmin yerini minyatürün almasının sebebi buradaki ayrımda yatar. İslam’ın heykel ve resmi yasakladığı ileri sürmek “mevzu”ya yabancılığın bir işaretidir.
Bu konularda mesnetsiz yorumlar yapmaksa mevcut eğitim sisteminin bir sonucu olarak normalleşmiştir. İdeolojik bir “şekillendirme” gayretinden ibaret olan eğitim sistemimiz, batılılaşmak mefhumunun bir hamlesinden ibaret olduğu için bu eğitim sisteminin tüm “mağdurları,” olay ve olguları batının gözüyle görmeye alıştırılmıştır. Heykel sanatının bizde olmamasına dair hükmü hemen verenler, nedense roman sanatının da yokluğunun sebepleri üstüne kafa yormazlar. Ortada bir sorun olmadığını, sadece medeniyetlerin konumlanışlarından kaynaklanan “yönelişler” olduğunu düşünmek istemezler: Sağıyla soluyla dönüp dolaşıp eleştirdiğimiz oryantalizme saplandığımız için, heykelin olmamasıyla romanın olmamasının -görülen biçimsel nedenlerin aksine- aynı sebeplere dayandığını kavrayamayız…
Şahsen yazının, doğru istikamette olduğunu ve güzel tespitler barındırdığını düşünüyorum. Sadece söz konusu sanatın Atatürkçü diye nitelenmesi dışında. Çünkü Atatürkçülüğün sahici anlamda bir sanat anlayışına sahip olmadığını düşünüyorum. Bir kaç şehirdeki istisnalar haricinde bir mimari tarz, edebi biçim, müzikal yorum, anlatım tekniği yahut müşterek bir üslup barındıran muhtelif bir eserler bütünü mevcut değildir. Örneğin Fransız Devrimi’nin yarattığı ortak temaların bütünlüğü, Rus Devrimi’nin yarattığı “toplumcu gerçekçi” tarz, yahut Selçuklu mimarisiyle Osmanlı mimarisi arasındaki farka benzer bir bütüncül ayrım; 1923 sonrası sanat dünyasında hiçbir surette görülmemektedir. Bir insanın Atatürkçü olması yaptığı sanatın da Atatürkçü bir tarz barındırdığı anlamına gelmez. Bir çok sosyalist/komünist yazarın, toplumcu-gerçekçi eserler kaleme almayı doğru bulmamaları gibi (Örneğin J.P. Sartre, J. Saramago) Atatürkçülerin de ortak sanatsal anlayışlara tümden katılmaları gerekmez.
Burada sorun batılışmak kavramındadır: Askeri başarısızlıkların neticesinde Osmanlı münevverlerinin yöneldiği Batıcılık, kurumsal olarak ilk defa askeriye içerisinde doğmuşsa da fikir ve sanat sahasında çok daha hızlı ilerlemiş ve tahkikin yerini taklidin almasıyla zaten daha en başta tüm özgünlüğü reddederek işe başlamıştır. Bu yönden resmi edebiyat tarihimiz taraflı ve kasıtlı olarak “Garip akımı”nı modern şiirin “doruğu” olarak tanımlar. Aslında birinci cumhuriyet şiiri diye tanımlayabileceğimiz Garip akımı, bahsi geçen taklitçiliğin seviyesini görmek için yeterli bir örnektir: Fransız sembolizminin kafiyesiz, vezinsiz anlatımındaki ahengi fark edemeyen serbest şiir; Tanzimattan İkinci Yeni’ye kadar şiirmizin sırf taklitçilikle ilerleme gayretinin berbat sonuçlarından birisiydi. Hakeza, Halid Ziya (kısmen), Ahmet Hamdi, Ferit Edgü, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk gibi istisnalar hariç roman sanatı da…
Velhasıl cumhuriyet ideolojisiyle biçimlenen şey, yeni bir tarz olmaktan ziyade tanzimattan sonra gelişen perspektifin bir devamından ibarettir. Yani esasta ortada sanat falan da yoktur, ne batılı anlamda ne doğulu anlamda. Tekil olarak varolan bazı sanatsal çalışmalardır hepsi hepsi. Çünkü işlevselliğine dair tartışmalar yapıladursun sanatın en mühim vasfı özgünlüğüdür. O da zoraki, mecburi, kanuni çerçeve içerisinde doğması mümkün olmayan bir şeydir. Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Adalet Ağaoğlu, Ahmet Altan, Orhan Pamuk ve daha nicesi bastırılmış sanatkarlığın patlama noktalarından bir kaçıdır.
Mehmet Yılmaz’ın dediği gibi,
Postmodernizmin yarattığı ortamda modern dayatmalar modernizmin çerçevesinde sorgulanırken özgün sanata belki ulaşılabilir. Ama bugün 2011’de farklı bir durumun gelişme ümidi var mıdır peki? Onun da cevabı şu haberde gizli: http://www.okusana.net/beat-kusaginin-unlu-yazari-hakkinda-sorusturma-acildi.html
Yazan:Salih de Sulh O'la Bilsin Tarih: Tem 3, 2011 | Reply
Tam $aka gibi: Yuce hazretleri Mersin Adana ve Iskenderun Livasindaki Arap alevilerini tavlamak icin onlara Hititlerin torunlari anlaminda “Eti Turkleri” demis. Afet Inan ve Hasan Tankut Avrupa’da Sosyal Antropoloji PhD’si yapmislar ve o yonde gorus bildirmisler. Ayrica Iskenderun Livasinin adini Ulu Hazretleri HATAY buyurmus, oyle demisler. Hatta hayatinin son deminde Antakyali kadinlar Adana ziyaretinde “kurtar bizi pa$am” dediklerinde “KIRK ASIRLIK TURK YURDU DUSMAN ELINDE ESIR KALAMAZ” buyurmus. Iyi de kirk asir eder dort bin yil; dort bin yillik Turk yurdu ne demek? Iste burda “Gunes Dil Teorisi” ve Eti Turkleri onem kazaniyor. Tabi, Hititler, Sumerler ve Ortadogunun diger kadim kavimleri de Turk olunca onlarin yorenin guzelim Antakya Iskenderun gibi isimler degistirilir ve HATAY gibi ne idugu belirsiz bir isim yapistirilir (ki ismini duydugum zaman bir Antakyali olarak uzerime zebaniler cullaniyor hissediyorum)…
Gelgelelim “Eti Turklerinin torunlari” olan guneyin Arap u$aklarina… Bazilari sirtlarinin o kadar sivazlandigini gorunce co$mu$lar, costukca da kendilerinden gecmisler. Bkz.
http://www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=40053
Yazidan bi Arap alevisi oldugu anlasilan yazarimizin yazisi soyle bitiyor (alin size cumhuriyet donemi kompozisyon sanatindan ince bir ornek):
“Hepimiz tek yürekten Türk Türkiye olalım ve bizleri bölmek isteyen düşman hainlere ve teröre fırsat vermeyelim… “Ne Mutlu Türküm Diyene!..” , “Yaşasın, Laik Demokratik ve Çağdaş Türk Türkiye Cumhuriyeti!…”, ve son olarak da, “Ne Mutlu Laik Atatürkçü Türküm Diyene!..” Bu Cumhuriyet Daima ve Sonsuza Dek Yaşayacaktır!..”
Evet iste boyle… Gunes Dil Teorisi ile baslayan ulus/devlet yaratma sureci ve yukarida -dikkatinizi cekerim- “Edebiyat Defteri” adli siteden yaptigim alinti… Tam bir akil tutulmasi, hezeyan ve cinnet hali…
Yazan:Ercan Tarih: Kas 15, 2011 | Reply
Sayın yazar ve sizin gibi düşünen saygıdeğer insanlar;
Eğer sizler bu sitelerde bunları yazabiliyorsanız,hür bir şekilde ekmeğinizi kazanıp evinize gidebiliyorsanız bilin ki bunları o hakaret ettiğiniz kişi ve silah arkadaşlarına borçlusunuz.Sizin düşüncenizdekiler zamanında başka ülkelerin mandası altına girmeyi kabul etmiş ve her türlü taviz vermeyi seçmiş kişilerdi.Ermeniler,rumlar ve arap zihniyetiyle nasılda bir araya gelebildiniz.Evet benim vatanımın her karış toprağı kanla yoğruldu.Ana karnında öldürülen bebelerin kanları, ihtiyar erkek ve kadınların kanları ile.Bir kısım millet tarafından(Lawrence’nin telkini ile) ya arkadan haince, Bir kısım millet tarafından(Seyh sait gibi)ve askerin karşısına çıkmaktan korkan ermenilerin köyleri basarak silahsız kadın-çocuk ve ihtiyarları öldürmesi ile bu topraklar kanla sulanmıştır.Evet kurtuluş mücadelesinde sanatla uğraşmamış olabilir, ama işgal anında 30-40 cariyeleriyle beraber yaşayanlar kesinlikle sanatla uğraşmışlardır.O yüzdende kaçarlarken sanat eserlerini(mücevherleri) yanlarına alıp kaçmışlardır.
Evet bayrağımı selamlamadan geçen kuşun yuvasını bozarım.(Suriyede bayrağımız yakıldı, bir anda AKP arap birliğine şikayet ederek suriyeden özür bekliyor.)Çünkü o bayrak sizin gibilerin yeşil bayrak görmek istemelerine rağmen ilelebet dalgalanacaktır.
Türk milletini sevmeye bilirsiniz,ama burası Türkiye Cumhuriyeti.Nefretinizi ve sevgisizliğinizi lütfen içinizde saklayın,bu topraklar sizlerin oyunlarınız oynayacağınız yer değil.Bu oyunları düşüncesini beğendiğiniz topraklarda yapın.
Saygılarımla.
Yazan:Ayşe Tarih: May 24, 2012 | Reply
Allah sizi ıslah etsin. Mustafa Kemal olmasaydı ne sanattan ne de başka şeyden bahsedebilirdiniz. Sizi eshefle kınıyorum. İçinizdeki kinden kurtulun.
Allaha şükür ki Mustafa Kemaller geliyor… Ki Mustafa Kemal’de güllük gülistanlık bi dönemde gelmemiştir. Biraz daha açın bayramlık ağzınızı. Yeri geldiğinde sustururuz…
Yazan:Necati Tarih: May 28, 2012 | Reply
Herhangi bir konuda bir Atatürkçü ile tartıştığınız zaman Atatürkçü eninde sonunda başlar “O olmasaydı sende olmazdın; O olmasaydı … olurdun” vs. demeye.
Adına Kurtuluş Savaşı dedikleri ve Ankara Ordusu’nun sadece Yunanlılarla savaştığı ve sadece Yunanlıları yendiği savaşı kazanmamızın olağanüstü bir başarı olduğu, Atatürk olmasa bunu başka bir kumandanın yapamayacağı, götü boklu Yunanlıların bütün Anadolu’yu işgal edebilecek ve orada kalabilecek güçte olduklarından yola çıkan bu ilginç düşünce Atatürk’e tapınmanın temel nedenini oluşturur.
Hicaz’da, Suveyş’te, Filistin’de, Suriye’de, Irak’ta yenildiğimiz İngilizler neden Allenby Orduları’nı Anadolu’ya göndermediler, neden kendileri gelmeyip taşeron olarak Yunanlıları gönderdiler? 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesi imzalandıktan 23 Nisan 1920’ye kadar ordusu bile olmayan bir ülkeden mi korktu daha önce yüzbinlerce askerden oluşan Yıldırım Orduları’nı adeta tüm mevcuduyla yok eden İngilizler? Daha önce Suriye-Filistin cephesinde toplam askeri gücünün yaklaşık ellide biriyle Türk ordusunu yenen İngilizler korkmuşlar demek.
Petrol neredeyse o bölgeyi ele geçiren, İsrail’i kuran, Suveyş Kanalı’nın güvenliğini sağlayan, Ortadoğu’ya Türkiye dahil istedikleri şekli veren. İngilizler herhalde bir taraflarıyla gülüyordur içten içe bize. Kaybedilen topraklarımız üzerinde bir düzine devlet kurmuşlar. Ama bizim tarih kitapları 7 düveli yendik diyor. Acaba İstanbul’da çay partileri, futbol turnuvaları düzenleyen İngilizler maçlara ve çay partilerine dalıp mağlup olduklarını fark edemediler mi?
Birinci dünya savaşında yaklaşık 750 bin şehit verip yenilmişiz, Kurtuluş Savaşı’nda G.Kurmay’ın resmi rakamlarına göre 9167 şehit verip Yunanlıları (güya) denize dökmüşüz. Dökmüşüz de burnumuzun dibindeki adaları alamamışız ne hikmetse. Yunanlıları denize dökmüşüz de İngilizleri boğaza dökememişiz.
Bakın 18 Nisan 1920’de New York Times gazetesinde çıkan bir haberde ne diyor: “Allies may decide to spare Turkey”. Yani İngiliz ve Fransızlar Türkiye’nin canını bağışlayabilir diyor New York Times. Yazının daha Büyük Millet Meclis bile kurulmadan çıktığına dikkatinizi çekmek istiyorum. İngiliz ve Fransız generaller oturmuşlar bir analiz yapmışlar. Türklere şartlarını dayatmak için 300 bin askere ihtiyaç varmış. Ama İngiliz ve Fransızlar 300 bin asker göndermeyeceklermiş. Çünkü böyle bir kaynağı ayırmaya gerek görmüyorlar anlaşıldığı kadarıyla. Adamlar alacaklarını almış zaten.
http://query.nytimes.com/gst/abstract.html?res=F00613FA385B11728DDDA10994DC405B808EF1D3
Kemalistlerin Atatürk’e tapınmalarının başka nedenleri de var tabi. Atatürk padişahı kovmuş. (İngilizler,İspanyollar,Hollandalılar,İsveçliler, Norveçliler krallarını kovmamış ama)
Atatürk padişahı kovmuş ama hiçbir padişahın yapamadığını yapmış. Heryere kendi heykelini diktirmiş, paraya kendi resmini koydurtmuş. 700 küsür gazeteyi kapattırıp memlekette kendi kontrolünde 4 gazete bırakmış. Tüm vekilleri kendi seçip buna cumhuriyet demiş. Etek öpmeyenlerini kendine taptırtmış. Bunlar az şeyler değil büyük başarı.
Atatürk Latin harflerine geçmemizi sağlamış. Japonlar, Ruslar, İsrailliler, Yunanlılar,Çinliler geçmemiş. demek ondan biz daha gelişmiş bir ülkeyiz.
Atatürk Halifeyi kovmuş. Rum Patriği İstanbul’da, Papa Vatikan’da dururken.
Metrik sisteme geçmişiz ama Amerika geçmemiş.
vs. vs.
Sonuçta Osmanlının sanatı, dili, müziği, mimarisi, yemek kültürü, asaleti bitmiş. Bugünki garip ülke ortaya çıkmış. Sporda geri, bilimde geri, sanatta geri, şehirleri çirkin, heykelleri çirkin vs.vs.
Allah’ tan Osmanlıdan kalma Dolmabahçe, Çırağan var. Cumhuriyet döneminde mimari yerle bir olmuş. Pek çok güzellik gibi.
Yazan:Bay insan Tarih: Eyl 3, 2012 | Reply
Sevgili yazarımız. Dünya üzerinde bir lidere bu kadar kin duyarak yazı yazmak ancak beyni yıkanmış ya da ataları tarafından dolduruşa getirilmiş kişiler tarafından olur. Bugün yahudiler kendi aralarında bu ironiyi yaşamaktalar. Nazi’lere kızmak elbette doğrudur ancak nerede durulması gerekeceğini bilen yahudiler az da olsa da var. İslamiyet eserlerini evrensel (altını çiziyorum batı değil) sanat anlayışından yüksek görmek ve bazı lümpen laflarla süslemeli bir yazı oluşturmak sanat adına sanki bütün dünya kültürlerini yalamış yutmuş gibi bürünmek vs… Bu güzel yazı sanatına ancak düşünemeyen ama inanmak isteyen bazı çok aydın ? ve el ayak öpen hiyerarşi meraklısı insanların hak vereceği açıktır. Siz bu yazılarınızla küçük dünyanızda kendi islami lümpenliğinizin temellerini sağlamlaştırmaktan başka birşey yapmıyorsunuz. Bugün biz biliyoruz ki bazı ülkelerin dış siyasetinde çok işe yarayan bir düşünce olan islamiyetten dolayı kendinizi başarılı zannediyorsunuz. Atatürk’ü faşist ilan ediyor, bugünkü faşistleri ise Mandela ile eşit görüyorsunuz. Siz kimi kandıracağınızı sanıyorsunuz ? Hayatında sanatın ne olduğunu bilmeyen biri, Bedri Rahmi Eyüboğlunu, Biret kardeşleri, Aşık Veyseli, Devrim Erbil’i Hikmet Onat’ı, İbrahim Çallı’yı, Zühtü Müridoğlu’nu, İlhan Koman’ı ve daha emin olun çok sayacağım sanatçılarımızı bir anda yok ettiğini düşünüyor tek propaganda yazısı ile… Biz yıllardan beri sizi ciddiye almadık. Kalktınız Evrim Teorisini bile çökerttiniz. Baktık ki kendi dünyanıza kendiniz inanıyorsunuz yanlış yaptığımızı anladık. Sizin haddinizi bu isimlerle böyle bildiririz. Hayatında plastik sanat nedir bilmeyen ve bunu saçma bir inancından dolayı günah sayan bir zihniyet nasıl olur da entellektüel olabilir ki? Atatürk’e cevap verebilirsiniz. Sonucta o size kendisine cevap verebilme sistemini getirmiş. Sizin hayran kaldığınız padişahlarınız olsa… Okuma yazma oranını %40 lara kadar (%4 den) çıkarabilmiş ve halkına seçme ve seçilme hakkını getirmiş bir insana hakaret etmenin sıfatı henüz bulunmadı. Umarım da bulunmaz… Sevgiler saygılar….
Yazan:MY Tarih: Eyl 3, 2012 | Reply
Bay insan, bu makale benim yazdigim yüzlerce makale içinde en çok sevdigim ilk 10’a girer. Fikirlerine, elestirilerine kiymet verdigimiz bir çok dostumuz da sagolsunlar iltifat etmislerdir. Yorumunuz sayesinde bir kez daha göz attim, büyük keyif aldim, kendimle hâlâ hemfikirim.
sizi ve öfkenizi d anliyorum zira çocuklugum Atatürk’ü seven degil ona tapan insanlar arasinda geçti. Anneannem latin alfabesini Anadolu halkina ögretmek için yollanan ilk ögretmenlerden biriydi. Atatürk’ü bizzat görmüs, her adi geçtiginde aglardi. Ailem, komsular Atatürk’e hâlâ taparlar. Ama ne yazik ki hiç biri Nutuk’u okumadilar. Ben okudum.
Onlar Nutuk’u bazen Kur’an ile bazen de Karl Marx’in Kapital’i ile karsilastirirlar. Büyük bir siyaset felsefesi bulundugunu sanirlar. Neyse lafi uzatmayalim. Sizin dininiz size, bizimkisi bize. Kendi putlarinizi bize dayatmayin, camilerimizi yikmayin, imamlarimizi öldürmeyin yeter. Haa bir de kizlarimizin bas örtüsüyle, ogullarimizin namaziyla ugrasmayin.
Gerisi? … Ölelim de görelim 🙂
Sizin için dua edecegim.
Yazan:BOZOK Tarih: Eyl 3, 2012 | Reply
ULU ÖNDERİMİZE DİL UZATAN GAFİLLER, SİZİ ERMENİ, FRANSIZ, İNGİLİZ xxxx OLMAKTAN KURTARDI; YÜCE DİN İSLAMI SİZİN GİBİ AKLI KIT, ALLAHA YALAKALIK EDEN, DİNSİZ İBLİSLERDEN KORUMAK İÇİN LAİKLİK DİYE BİR İLKE GETİRDİ, TÜRKÇE KONUŞUP ARAPÇA YAZMAKTAN KURTARDI, PADİŞAHLIK GİBİ xxx xxxxx BİR SİSTEMİ KALDIRDI, KENDİ HÜR DÜŞÜNCENİZLE İRADENİZLE BU ÜLKEYİ KALKINDIRIN DEDİ DEMOKRASİYİ GETİRDİ, BRE xxxxx SİZMİSİNİZ BU BÜYÜK İNSANA DİL UZATAN xxxx xxxxxx DİNSİZ xxxxx xxxxx
Yazan:attila Tarih: Kas 2, 2012 | Reply
TÜRK DÜŞMANLARI! kinimizin şiddetiyle gebereceksiniz.
Yazan:fatih Tarih: Mar 11, 2013 | Reply
@bozok ve atilla: hadin leen !!!!!!
Yazan:erdal Tarih: Kas 27, 2013 | Reply
Türkiye Cumhuriyeti topraklarında en iyi çıkarı sağlayanlar Atatürk ve Cumhuriyeti beğenmeyen ve sevmeyenlerdir. Örnek. İstanbul Ermeni rum ve kürtlerin elindedir Petrol toprakları kürtlerin elinde. örnekler çoğaltılabilir. Hepsi birden Türkler faşist diye seslerini yükselttirler. Biz Türkler etrak-ı bidrak’ız işte.
Araplar, Kürtler,Arnavutlar,Ermeniler,Sırplar Osmanlı yı yıkan sizsiniz. En iyi çıkarları almaış olmanıza rağmen Sesinizi yükselte yükselte böğürüyorsunuz. Biz Türkler keşke % 50 ırkçı olabilseydik. Almanlar gibi
Yazan:Fatih Aşır Tarih: Ara 27, 2016 | Reply
Cok dogru. Bu kadarini da dogrusu dusunmemistim.
Yazan:Notdefteri Tarih: Nis 11, 2017 | Reply
Ekrem Bey; Hülya hanım ve aynı düşünce de olanların Cumhuriyet sanatçıları dedikleri ilk dönem sanatkarları yetiştiren kurumun Sanayi-i Nefise Mektebi adıyla, 1882’de Osman Hamdi Bey’in, II. Abdülhamit tarafından Sanayi-i Nefise Mektebi Müdürlüğü’ne tayin edilmesiyle resmen kurulduğunu da inkar ediyor. İnkar etmekle kalmayıp birde “Kızıl Sultan” deme gafletine düşüyor. Osmanlı’da açıldığı kadar özgür ve hür sanat okulu açılsaydı işte o vakit bizimde eser üzerinden eleştirebileceğimiz birkaç sanatkârımız olurdu.
Yazan:berat nedim Tarih: Eki 29, 2017 | Reply
Asıl çirkinlik emperyalist ülkelerin Ve onların evvelleri haçlıların bu coğrafyaya yaptıkları çirkinlikler ve zulümleridir. Onların çirkinlikleri artık zulme dönüşmeye dönüştü çağımızda. Çirkinlik asıl emperyalizmde