Baskıcı devletten hukuk devletine geçiş
By Ayla Chignardet on Ağu 13, 2010 in Adalet, Anayasa Değişikliği, Basın günlüğü, Devletçilik
“Sivil Anayasa” Panelleri Ankara’da düzenlenen “Sivil Anayasa Paneli” (15 Eylül 2007) ve “Yeni Anayasa Paneli”ndeki (20 Ekim 2007) konuşma metinleri
Nevzat ERCAN (Eski Devlet Bakanı)
Paneli düzenleyen STK’lara teşekkür ediyorum. Aslında bütün dünyanın aradığı tek şey var: Daha iyi işleyen bir devlet, toplum, demokrasi ve ekonomi. İçinde bulunduğumuz yeni bin yılın aradığı da budur. Bizim de aradığımız budur. İnsanın başını döndürecek kadar dünyada hızlı değişimler, dönüşümler yaşanıyor. Devletler arasında, milletler arasında amansız bir yarış var. Şüphesiz bu yarışta olmak, geride kalmamak hepimizin öncelikli görevidir.
Bizi yarışın gerisinde bırakan bugüne kadar adeta yerimize çivileyen, çakan fikri ve fiziki ağırlıklarımızdan kurtulmak öncelikli hedefimiz olmalıdır. Bugün temel hak ve özgürlüklerle ilgili pek çok yasak ve sınırlamalar var. Oysa hem kendi hem de ülkelerinin geleceğini özgürlük zemininde hazırlayan gelişmiş ve ileri model ülkeler olduğunu biliyoruz. Çağdaş dünyanın siyasi, sosyal alanlarda kabul ettiği evrensel değerler var. Bunların başında da demokratik hukuk devleti, insan hak ve hürriyetleri gelmektedir. Uygar dünyanın günümüzde insan hak ve özgürlüklerine verdiği önem öylesine artmıştır ki ortak bir insan hakları anlayışı oluşmuştur. Geçen yüzyılda insanlık, insan haklarını hiçe sayan baskıcı, dayatmacı bütün militarist sistemleri tasfiye etmiştir.
Yeni bin yılda ise insanlığın hedefi daha çok demokrasi, özgürlük, refah ve barış içinde birlikte yaşama arzusudur. Türkiye büyük bir ülke olmak zorundadır. Bunun için çağdaş dünyanın olmazsa olmaz kabul ettiği evrensel değerlerin paylaşılması kaçınılmazdır. Bu Türkiye’nin insan hakları ve demokratikleşmeyle ilgili uluslararası taahhütlere sadık kalması da önemli olduğu kadar özünde Türk toplumunun kendi varlık ve düzenlik meselesidir. İnsan hakları artık devletlerin bir iç sorunu olmaktan çıkmış, ulusal sınırları aşarak bir dünya sorunu haline gelmiştir. Türkiye’nin uygar dünya ile bütünleşmesi zorunludur. Türkiye, AB ile birleşme tercihinde bulunmuştur. Kendi serbest seçim iradesiyle Batı dünyasında yer aldığına göre Batı standartlarına uymakla da yükümlüdür. Bireyin hakkını devlete feda eden, devletin halkın refahı, huzuru ve mutluluğunu temin etmek üzere oluşturulmuş bir büyük siyasal organizasyon olarak kutsal bir varlık gibi takdim eden mevcut anayasa yerine sivil ve demokratik bir anayasa projesi mutlaka tarafımızdan gerçekleştirilmelidir.
Uygarlık yalnızca kendiliğinden oluşan değil aynı zamanda tasarım ise, şu soruya birlikte cevap aramalıyız; “Günümüz değerleri içerisinde uygarlık değerinin merkezinde oturan dinamik nedir?” sorusuna cevap bulmalıyız. “Devlet mi, toplum mu, insan mı.” O merkeze insanı oturttuğumuz zaman ulaşacağımız sonuç farklıdır. Çizeceğimiz yol farklıdır ve koyacağımız hedef farklı ve daha da anlamlı olacaktır. Geleceğin insan merkezli olacağı görüşü dünyanın ortak görüşüdür. Bu anlayışla tasarımlar, planlar, kurumlar ona göre şekillenilir. Hoşgörü, gerilim, gereksiz korkular ve evrensel barış ona göre yeni tariflere kavuşturulacaktır.
İnsan yalnızca biyolojik ve fizyolojik bir varlık değil. İnsandaki düşünce makinesini ve yaratıcı ruh, derinliğini keşfetme yolunda. Yeniliğin ve kalkınmanın kaynağı ise özgürlüktür. Birey her türlü özgürlüğünü korkudan uzak ve güven içinde yaşamalıdır. Özgürlük, üretim, eleştiri, bireyin keşfetme gücünü eriten devlet, geleceğe değil geçmiş yolculuğa çıkar. Bireyi ve devleti yeniden keşfetmeliyiz. Onlara demokrasinin, hukukun ve insan haklarının penceresinden bakmalıyız. Her türlü manevi değerler, inançlar ve ibadetler dokunulmazdır. Kutsalı ve kutsallığı tehlikenin değil, çoğulcu hoşgörünün kaynağı olarak görmeliyiz.
İnanç, düşünce ve girişim özgürlüğü önündeki siyasal, yönetsel ve ekonomik engeller ortadan kaldırılmalıdır. İzin verildiği kadar düşünebilen birey ve toplumlar, devlet tarafından hapsedilmiş gibidirler. Böyle bir vatan insan haklarının vatanı olamaz. Devlet-millet arasındaki ilişkilerde ciddi sorunlar vardır. Millet devletine tam bir güvenle güvenemiyor. Bu problemle ilgili mesaj değerinde öneriler geliştirmeliyiz. Devlet milletin devleti olmalıdır. Milletle devlet arasında oluşturulan değerler uçurumu ortadan kaldırılmalıdır. Ankara milletin temel değerleriyle çatışmayan, akılcı kararların alındığı ve siyasaların geliştiği bir bilge merkezi olmalıdır.
İnançlara ve değerlere saygılı yönetim anlayışı egemen kılınmalıdır. Devlet, kendilerini devlet zanneden ve aslında milletin memuru olan bürokrasinin de tasallutundan kurtarılmalıdır. Bireyin hakkını devlete feda eden, devleti halkın huzuru ve refahını temin etmek üzere oluşturulmuş bir büyük siyasal organizasyon olarak değil de kutsal bir varlık gibi gören anlayışlar değişmelidir. Ceberut, baskıcı devletten hukuk devletine geçiş mutlaka sağlanmalıdır. Devleti birilerinin iradeleri değil, hukukun üstünlüğü yönetmelidir.
Anayasamızın anti demokratik yorumlara açık karakteri Türkiye’nin önünü tıkamakta, sistemi kilitlemekte, yetki ve sorumluluk karmaşasına yol açmakta, milli iradenin üstünlüğünü zedelemektedir. Anayasa, özgürlüklerden korkan, vatandaşına güvenmeyen bir yaklaşımı sergilemektedir.
Mevcut anayasamız 26 yılı aşan uygulama sürecinde insan hakları ve siyasal rejimin işleyişi ile ilgili bütün tartışmaların ve eleştirilerin odağı olarak görülmüştür. Çünkü olağanüstü koşullarda, olağanüstü yöntemlerle yapılmıştır. Demokratik değildir. Anti demokratiktir. Siyasal ve toplumsal uzlaşma aranmamıştır. Milletin seçtiği gerçek temsilciler eliyle yapılmamıştır. Ya kurucu meclis ya danışma meclisi adı altında oluşturulan meclisler eliyle yapılmış anayasalardır. Bugünkü evrensel oluşumlara ve toplumumuzun eriştiği gelişme sürecine yanıt verecek bir anayasaya ihtiyacımızın olduğu çok açıktır.
Anayasa, yöneten gücü yönetilene karşı sınırlandırmak için geliştirilmiş bir hukuk tekniğidir. Devleti bireye ve onun haklarına karşı korumak adına totaliter bir anlayışla, devletçi bir anlayışla, zihniyetle yapılmış anayasalarla toplumun bir yere varması mümkün değildir. Milletlerin ve devletlerin bu seviyeye gelmelerinde binlerce yıl işkence, zulüm ve kan gerekli olmuştur. Kolay değil. Anayasal seviye, hukuk ve insan fikrinin inkâr ettiği bir sonuç olmaktan çok insanlığın güce karşı verdiği haysiyet mücadelesinin görkemli bir meyvesi olarak görülmelidir. Bugün insan haysiyetine rağmen meşruiyetlerini ve bekalarını güçten alanların uzun bir ömürleri olmadıklarını söylemek bir kehanet değildir.
Türk anayasasının tarihi gel-gitlerin ve kısa dönem denemelerin tarihidir. Bu köksüzlüğün birden fazla ana sebebi vardır. Bana göre ana sebep Türk anayasalarının toplumsal talep ve mücadele sonucu ulaşılmış bir haklar demeti olmaktan çok, adına devlet deyin ne derseniz deyin, gücün bireye hükmettiği birer ulufe özelliği taşımaktadır. Buna rağmen anayasacılık deneyimlerimiz hukuk ve demokrasi uygarlığımız açısından önemli bir kazanımdır. Nasıl ki susuz yaşam olamamaktadır, bugünkü anayasasız bir güç veya devlet de tasavvur edilemez. Bugün anayasa ihtiyacı, her zamankinden daha yoğun, daha nitelikli ve daha çeşitli bir talep olarak toplumumuzdan şiddetle ve ısrarla seslendirilmektedir.
Türkiye ilk sivil anayasa dalgasıyla karşı karşıyadır. Bu toplumsal dinamiği zamanında ve doğru okuyabilen siyaset kurumu seçim sürecinde ürettiği anayasa vaadi projesiyle siyasal verimi ve hedefi düne çakılmış siyaset karşısında bir büyük başarı elde edebilmiştir, bunu açıkça söylemek lazım. Siyaset kurumunun toplumla yakınlaşmasının veya kenetlenmesinin canlı örneği, yakın geçmişte yaşadığımız seçim sonuçlarıdır. Toplumu, ihtiyaçları ve talepleri doğru okuyabilen partiler, demokratik ödülü alabilmişlerdir. Sanal vehimleri, ön yargı tuzaklarını ve kendisini hâlâ müessir zanneden gücün nakaratlarını gerçek zanneden ve ona yaslanan siyaset kurumunun ve ona yaslanan siyaset kurumu ise halk önünde mukadder hezimetin acı gerçeğini dün de bugün de tadabilmiştir.
Eşya da yalan söylemez, sosyolojik kanunlar da yalan söylemez. Tek farkla ki; o kanunları ve kabiliyetleri keşfedebilecek derinliklerin ve liyakatlerin var olması asıldır. Küçük vehimler ne büyük olayları görebilirler ne de hazmedebilirler. Sanırım yeniden bir tefekkür ihtiyacıyla hepimiz karşı karşıyayız. Toplum olarak hepimiz durumumuzu ve zihniyet haritamızı sorgulamak ve yeniden sorgulamak ve yeniden başlamak, düşünce kirlerimizi yeniden tasfiye etmek durumundayız. Bugün bazı doğruları sizlerle paylaşmak istiyorum.
1- Anayasa dalgasının önüne geçemeyiz. Bu dalgayı en verimli şekilde yönetmemiz gerekir. Anayasa dalgasının önünde durmak yerine bu dalgayı daha anlamlı kılmak için pozitif katkılarımızı birlikte ortaya koymalıyız. Dalganın gücü bize rağmen ve bizi düzleyerek sonuca varacak enerji kapasitesini fazlasıyla bünyesinde barındırdığının farkında olmalıyız.
2- Mevcut anayasamız askeri harekâtın ve askeri iradenin tasvibiyle kendine özgü bir iradedir. Onun yapımı süreci bir dayatma karakterinde, iç bütünlüğünü kaybetmiş bir hukuk kevgiri konumundadır.
3- Hiçbir parti tek başına anayasayı yapamaz, yapmamalıdır. Partilerin bilim kurulları, sivil toplumun, bireylerin anayasal taleplerini ortaya koyan taleplerini ortaya koyması zenginliktir ve bir zorunluluktur. Asıl marifet, siyaset kurumu nezdinde oluşacak bir kurucu komisyonun bu çeşitlilikten toplumsal sözleşme niteliğinde bir anayasa projesi geliştirebilmesi gereklidir. Bunu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden bekliyorum. İşte milletin anayasası bu yöntemle yapılır. Sivil ve demokratik yapma girişimi bu yönden desteklenmelidir. Taslak ortaya çıktıktan sonra tenkitler ve katkılar esirgenmemelidir. Medrese ve yeniçeri kökenli “istemezük” nakaratlarının bozucu ve erteleyici sarhoşluğuna hiç kimse kapılmamalıdır.
Mevcut anayasa yürürlülükten kaldırılmalı, anayasa yeni bir tarifle ve yeni bir sayıyla hukuk dünyamıza girmelidir. Bu anayasada özgürlük rejimi, haklar demeti, çağdaş dünyanın gelişim çizgisinde yeniden kaleme alınmalıdır. Kurumların ve egemen güçlerin uyumlu çalışması için gerekli regülâsyonlar doğru çalışmalıdır. Bürokratik kurumların kendilerine verdikleri görevleri yerine getiren kurumlar olduğu gerçeği anayasal temele doğru oturtulmalıdır. Söz gelimi; YÖK Başkanı’nın çıkıp “ben devlet iktidarını kullanıyorum” şövalyeliğine yer vermeyecek sınırlamalar ve düzenlemeler ön görülmelidir. Fertler arasında ne olursa olsun çatışmaya yol açacak sahalar ortadan kaldırılmalıdır. Söz gelimi; Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Meclis toplantı sayısı için yeterli olan 184’ü 367 yapabilen Anayasa Mahkemesi’nin anayasa koyuculuk hevesine set çekecek ana mekanizmalar mutlaka üretilmelidir. Yargı, yürütme ve yasama egemenliklerinin birbirlerini engelleyenler değil, kamusal verimi arttıran ahengin unsurlarını arttıracak ideolojik veya başka nedenli sapma ve tartışmalara mani olacak, eş güdümlü yapılar üretilmelidir.
Kurumların görev tarifleri doğru yapılmalı, bunun altını önemle çiziyorum. Hiçbir kurum kendi başına bir devlet değildir. Darbe dönemlerinin ürünleri olan yanlış ve imtiyazlı görev tarifleri yürürlükten kaldırılmalıdır. Söz gelimi; anayasanın, demokrasinin ve Cumhuriyetin koruyucusu millettir. Esasen tüm egemenlik onun elindedir. Hatırlayınız; 1961 anayasası ve 1982 anayasası ile önceki anayasadan farklı “Türk milleti egemenlik hakkını Meclis eliyle” kullanıyordu. Halkın seçtiği temsilciler eliyle kullanıyordu. Ama 1961 anayasasında bu değiştirildi. “Yetkili organlar eliyle” egemenlik hakkını kullanabilecektir ifadesi eklendi. Buradaki yetkili organlar mutlaka tasfiye edilmelidir. Kim bu yetkili organlar? Bu yetkili organlar yasama, yürütme ve yargı erkleri şeklinde tasfiye edilmelidir. Aksi halde devletin diğer bürokratik kurumları bu anayasanın 6. maddesindeki ifadeye dayanarak kendisini de egemenlik hakkını kullanmada yetkili organ olarak görmektedir. Nitekim de zaman zaman Türkiye’de bu kurumlar arasında görev ve yetki noktasında anayasa ve yasalardaki yetkileri aşan düzeyde kurumlar arası çatışmalara hepimizin tanık olduğunu yaşadığımızı biliyoruz, bunun mutlaka ortadan kaldırılması lazım.
Yürütme organının talebi olmaksızın herhangi bir bürokratik gücün kendiliğinden koruma ve kollama görevini kullanabilmesi iki devletlilikten başka bir şey değildir. Türkiye bu hukuk skandalından ve güç paradoksundan kurtulmak zorundadır. Doğrudan kollama ve koruma görevine ilişkin kanun maddesi de yürürlükten kaldırılmalıdır. Bürokrasinin herhangi bir kesiminin ve silahlı kuvvetlerimizin siyasal regülasyon, giderek siyaset kurumuna karşı güç kullanma gibi halk iradesi karşısında geride kalmış ilkel yöntemlere başvuramayacağı bir model inşa edilmelidir. 27 Nisan bildirisinin doğurduğu sonuçları, her şeyden evvel Türk seçkinlerinin ve aydınlarının doğru okuması gerektiği kanaatindeyim. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en büyük sorun laiklik karşıtlığı değil, bölücülüktür. Statüko irtica paranoyası sandalyesini devam ettirebilmek için kullanılmaktadır. Türkiye bölücülüğü şiddet kullanarak değil, demokrasiyi, hukuku ve entegrasyon politikalarını kullanarak aşabilir. Üniter devlet yapısı bütün unsurlarıyla korunarak Türkiye bu konuda geniş siyasetler yapmalıdır. Anayasal vatandaşlık kanunu bu noktada önemlidir. 1924 anayasasındaki vatandaşlık tanımı benimsenmelidir. Farklı etnik kimliğin Türk vatandaşlığı içinde modernleşmesi esastır. Türkiye tek millet, tek vatan ve tek devlet gerçeğinden uzaklaşamaz. Esasen böyle bir sonucu herhangi bir güçle sağlayamaz.
Sonuç olarak; mevcut anayasamız yapımı itibariyle ayıplı, muhtevası itibariyle noksan bir anayasadır. Türk milleti tarihinde ilk kez sivil toplum anayasası yapabilme fırsatını yakalayabilmiştir. Üzerimize düşen bu girişime karşı koymak değil, onun noksanlarını ortaya koymak, kalitesini yükseltmek ve çaba göstermektir.
3 Yorum
Yazan:Kemalist Tarih: Ağu 14, 2010 | Reply
Hangi demokrasiden söz ediyorsunuz?
Demokratik devrimler burjuva toplum siniflari icin kölelikten kurtulma savasi, feodal toplum icin, kastlar üzerinde baski araci, demokrasiler icin dinsel feodalizm userine baski araci, sosyalist toplumlar icinse, burjuva demokrasisi üzerine baski demektir.
Bu metni bir kenara ilistirin derim, her zaman gerekli olacak size. yoksa ayni yerde cakilip kalacaksiniz Cunku, yillardir ayni turkuyu soyluyorsunuz.
Demokrasi diktatorluktur,feodalizm uzerine zor kullanmaktir, siz demokrasiyi ne sandiniz yahuu? Yol gecen hani mi demokrasi? Demokrasi bir oncekini ezer, bir sonraki de demokrasiye karsidir.
Bu metni bir kenara ilistirin derim, her zaman gerekli olacak size. yoksa ayni yerde cakilip kalacaksiniz Cunku, yillardir ayni turkuyu soyluyorsunuz.
Demokrasi diktatorluktur, yuzlerce kez soyledim. feodalizm uzerine zor kullanmaktir, siz demokrasiyi ne sandiniz yahuu? Yol gecen hani mi demokrasi? Demokrasi bir oncekini ezer, bir sonraki de demokrasiye karsidir.
Feodalizm de demokrasi uzerine baskidir.
Yazan:sevim Tarih: Ağu 16, 2010 | Reply
demokrasinin diktatörlük olduğunu ilk sizden duyuyorum.gerçi demokrasi kelimesine diline pelesenk eden siz kemalistlerin demokrasiden diktatörlük ve itaat kültürü anladığınız bir sır değil ya.gene de bunu açıkça dillendiren siz olmuşsunuz.en azından bu açık sözlülüğünüz takdire değer bence.hiç değilse lafı dolandırmadan “bizim demokrasimiz budur”diyebilmişsiniz.
yanlız bu “yol geçen hanı”meteforunu anlayamadım.
bir de “öncekini ezer,bir sonraki de karşı çıkar”demişsiniz ya demokrasi için,kızmazsanız bu kısmını da anlayamadım.
aslına bakarsanız,bir yere iliştirin dediğiniz “veciz”sözlerinizin hiçbirinin anlaşılır yanı yok.
ziyani yok,doğruluğuna ikna olup duygusal olarak rahatlamışsınız bu da bir şeydir.
ancak yol geçen hanı olmaması için cuntaların,askeri disiplinin falan olması gerekmiyordur herhalde.ha,demokrasi olarak tanımladığınız şey otoriter/totaliter bir rejimse haklısınız.silah yoluyla her türlü bireysel hakkı zappturapt altına alıp adına bir güzel de demokrasi der geçersiniz.lakin insanların baskı,şiddet ve yasaklarla hizaya getirilmesi izninizle demokrasi değildir.askeri vesayet,cunta,darbe rejimi,jakobenizm vs denir bildiğim kadarıyla.neyse iman ettiğiniz itaat kültürünün sarhoşluğuyla bir kaç kavramı karıştırmanız çok da anlaşılmayacak bir durum değil.
ikincisi,bir öncekini ezer,kafasını koparır,yerle bir eder diye bir şey yok.aksine bunlar varsa değiştirme/dönüştürme iddiasındadır demokrasi.asmak,kesmek falan değildir yani.tabii dediğim gibi yeni bir demokrasi modeli keşfetmişseniz o başka.ha,değişim ve dönüşüme direnen eski/statik yapı ve güçlere karşı bir direniş elbette anlaşılır.ancak,eskiyi değiştirdim deyip eskiye rahmet okutacak faşist bir zihniyet ikame etmekle birinci olgu birbirine karıştırılmamalıdır.gördüğüm kadarıyla siz çorba haline getirip serviz ediyorsunuz ama bu mantalitenin dünyada modası geçeli bir hayli zaman oldu.ne var ki siz kemalistler 1930’lara çakılıp kalmışsınız.bu bakımdan da tutturduğunuz koro dışındaki “türküler”çok tuhaf geliyor size.neyse avunmaya devam edin,sakın o rüyadan uyanmayın:)ne de olsa düşünce konforunuza epey iyi geliyor.
Yazan:ismailş Tarih: Ağu 16, 2010 | Reply
DEMOKRASİ EĞER DİKTATÖRLÜK OLSAYDI BUYURDUĞUNUZ GİBİ SİZ kEMALİSTLER HEPİMİZDEN DAHA FAZLA DEMOKRAT OLURDUNUZ…
Bizimle dalga geçtiğinizi mi sanıyorsunuz yoksa güneş mi çarptı merakımı mazur görün… Sapla saman karışır da demorkrasiyle diktatörlüğü karıştırmak hatta aynı kefeye koymak için başka bir zihin gerekli çağdaş aydın kafası…