Mûsikîmiz Kimin?
By Ekrem Senai on Ağu 18, 2010 in Basın günlüğü, Müzik, Toplum
“…Saf, katışıksız ve öp-öz Türk olmayı yücelten böyle bir milliyetçilik anlayışı her nasılsa, Etiler’e, eski Yunanlılar’a, modern Avrupalılar’a akrabalık atfetmekten hicap duymaz. Itrî’yi, Dede’yi ölü ilân eden “Türk” müzikçileri Batılı müzikçileri, meselâ Beethoven ve Mozart’ı her fırsatta birer aziz gibi anarlar.
Kafa karışıklığı ve “kendi olamama” hâli o kadar yakıcıdır ki; “Türk müziği” taraftarı olan ve klasik mûsikîmizin Bizans’a, Acemler’e veya Araplar’a değil Türkler’e ait olduğunu uzun uzun makalelerle izah eden Hüseyin Sadettin Arel bile muhtelif konferanslarında ve yazılarında “mûsikîmizin istikbali çoksesli Batı mûsikîsi olmalıdır” der. Radyoda Klasik Koro’yu kuran, pek çok klasik takımın seslendirilmesini temin eden Tanbûrî Cemil Bey’in oğlu Mesud Cemil bile aynı çizgidedir.
İşte “kendi” müziğimize “Türk” ve “klasik” sıfatlarını ekleyenler de bu zihniyette olan kişilerdir. Medeniyet anlayışını bilmeyen, önemsemeyen, tam tersine “kendi” olmayan modern ve Batılı her şeye huşû ve ihtirâm içinde perestiş eden bir kafadır bu… Milliyetçisi de öyledir, kozmopoliti de, devletçisi de, liberali de… Bu o dereceye varmıştır ki, klasik mûsikîcilerden bazıları Mevlevî semâını bile eski Türkler’in Şaman danslarına dayandırmaya teşebbüs etmişlerdir. Aynı çevreler aslı-nesli belli olan Mevlânâ’yı bile bu sığ kavim anlayışına alet ederek, “büyük Türk şâiri” olarak sunarlar….”
MÛSİKÎMİZ KİMİN?: ANLAMSIZ BİR SORUYA ANLAMLI BİR CEVAP
Bugünlerde lokanta ve kafelerde başım dertte. Garson masaya gelip soruyor: “Ne arzu edersiniz?” Ben “Sade kahve lütfen” diyorum. Garson tekrar soruyor: “Neskafe mi? Türk kahvesi mi?” İşte burada ben kızıyorum ve diyorum ki: “Burası Türkiye öyle değil mi?” “Evet.” “Ben sizinle Türkçe konuşmuyor muyum?” “Evet?” “Birisi Türkçe kahve dediğinde hangi kahveyi kasteder peki?” “Efendim, tamam da, bazı müşterilerimiz kahve deyince Neskafeyi kastediyorlar.” “Ama burası Berlin veya Vaşington[1] değil ki ben sizden Türk kahvesi diye kahve isteyeyim. Neskafenin adı üstünde adı Neskafe. Kahve ise kendi kahvemiz.”
Bugüne değin iknâ edebildiğim bir garson olmadı ama ben mücadeleme devam ediyorum.[2]
Yine geçenlerde mûsikîşinas bir dostum bana sordu: “Acaba şu güfteyi Arapça’dan Türkçe’ye çevirebilir misiniz?” Onun “Arapça” dediği Osmanlı Türkçesi bir şiirdi. Benzeri yanlış kullanımı gençlerden çok duyuyorum. “Şu kelimeyi anlayamadık, Arapça galiba” dedikleri kelimeler Türkçe, ama bugünkü dilden atılmış, kullanımdan özenle ve planla uzaklaştırılmış medeniyet kelimeleri…
Bu ülkede eğitimli büyük bir kitle hâlâ Osmanlıca’nın Türkçe’den ayrı bir dil olduğunu sanıyor. Anlayamadıkları bütün kelimelere taktıkları ad aynı: “Arapça.” Fakat aynı kişiler dilimizdeki Batı dillerinden gelen kelimelere karşı böyle bir küçümseme ve övünç duydukları bir cehalet içinde değiller.
Bu ülkede “millet” dediğimizde, “müzik” dediğimizde, “dil” dediğimizde, “kahve” dediğimizde neden önüne “Türk” sıfatını ekleyerek kullanıyoruz? Bir ülkede yaşayanlar, kendilerinin olan şeye neden kavim ismi takısı eklemek zorunda hissediyorlar kendini? Oranın hangi ülke olduğunu bilmiyorlar mı ki böyle ayırt edici ifadeleri herkesin bildiği kavramların başına eklemek zorunda kalıyorlar?
Saf “Türkçe” kelime arayanlar, “Türk” müziği, “Türk” kahvesi diyenlerin temel sorunu medeniyet kavramını bilmemeleri, anlamamaları ve yaşamamaları. Meselâ saf bir Türkçe dil arayanlar medeniyet gibi insanlığın en mütekâmil evresinden kabile evresine düşmeye çalıştıklarının farkındalar mı acaba?
Aynı şey müziğimiz için de geçerli. Bugün biz “Türk müziği” dediğimizde klasik mûsikîmizi kastediyoruz. Ama aslında “klasik” ve “Türk” kelimeleri bu mûsikîyi anlatmaya yetmeyen, tam tersine daraltan sıfatlar. “Klasik” kelimesi açıkça medeniyet müziğimizin yasaklandığı ve hakaret gördüğü Cumhuriyet’in ilk yıllarında ortaya atıldı. Bu müziği sevenler savunma amacıyla bu tabire yapıştılar. “Nasıl Batı’da bir klasik müzik evresi vardır, işte bizdeki de öyledir. Bir nevi elit müziği, bir çeşit ölü müziktir. Çünkü Osmanlı ölmüştür. Biz aslâ onu diriltmeye çalışmıyoruz. Sadece bu tarihî müziği, yani bugünle ilgisi olmayan bu müziği müze sınırları içinde yâd ediyoruz” demeye geliyordu bu özürcü tutum.
Başka bir garâbet “alaturka müzik” tâbirinde kendini gösterir. Bu tabiri, özellikle “çağdaş” müzik taraftarları Osmanlı müziğini aşağılamak için kullanırlar. Bir de içki masasına meze olan müzik anlamında kullananlar vardır. Oysa alla Turca Latince’de “Türk tarzı” demektir. Başka bir deyişle, Batılı bestecilerin “Türk”, yani Osmanlı müziğine benzeyen besteleri için kullanılır.
Peki bir toplum kendi müziğine neden “Türk sanat müziği”, “Türk klasik müziği”, “Türk halk müziği” demeye devam eder? Başına “Türk” konmasa bu mûsikîler başkasına mı ait olurdu?
Bu sakat bakış açısı, ülkemizde “medeniyet” ve “kendilik” kavramlarının ortadan kalkmasının bir sonucu.
Medeniyetin kuşatıcılığını, zenginliğini, çeşitliliğini, kuvvetini gözden kaçıranların “biz” veya “Türk” derken bir “kendilik” bilinci gösterdikleri sanılmasın. Çünkü yerlilik ve özgünlük anlamında “kendilik” bir geleneğe işaret eder. O gelenek te, İslâm’a dayanan tevhid anlayışında köklenmiş, içinde Müslim-gayri-müslim unsurları barındıran, fakat hepsini aynı ilkeler ve zevkler etrafında toparlayan şuurlu ve sürekli bir gelenektir. Buna İslâm medeniyeti ve bu medeniyetin bizim toplum ve coğrafya olarak bağlandığımız safhasına ise “Osmanlı medeniyeti” diyoruz.
Elbette bu terimler, aynen yansıttıkları aşağılık kompleksi gibi modern tarihimizin eseri… Osmanlı’nın son zamanlarına dek “mûsikî” dediğinizde başka bir sıfat kullanmanıza gerek yoktu. İster âşık mûsikîsi, ister taşra mûsikîsi, isterse şehir mûsikîsi olsun “mûsikî” kavramı tek başına bütün müzik türlerini karşılardı.
Mûsikî kavramının, kahve gibi, edebiyat gibi böyle takılara ihtiyaç duyar hale getirilmesi Cumhuriyet döneminin getirdiği radikal değişimler ile ilgilidir.
Cumhuriyet’in vatandaşlara verdiği en önemli mesajlarından birisi, memleketin sadece düşmanlardan değil, bize yabancı, karışık soylu ve bozuk zevkli, Anadolu Türkünü sevmeyen bir Osmanlı belâsından da kurtarılmış olmasıdır. Modern Türkiye, dayandığı tarihi bir sapmalar, soysuzlaştırmalar, zulümler tarihi olarak sunmuştur. Ona göre Osmanlı, Türkler’i hep aşağılamış, hep görmezden gelmiş, Anadolu’yu harap bırakmış, sarayda Bizans entrikaları, şiirde Acem zevki, mûsikîde Arap nağmeleri almış yürümüştür. Bu rivâyete göre Anadolu Türkü nihayet Kurtuluş Savaşı ve akabinde kurulan Cumhuriyet ile ilk defa kendi kimliğini kazanmış, efendi konumuna gelmiştir.
Diğer her şey gibi mûsikîmizi de “Türk” sıfatı ile anmamızın ardında bu hikâye yatar.
Bu yüzden şimdi “klasik Türk mûsikîsi” dediğimiz müzik türü, kozmopolit, halk düşmanı Osmanlı zevkini anlatmak için icad edildi, “Türk halk müziği” ise gerçek Anadolu Türkünün asırlardır kendi başına söyleyip durduğu müzik türü için uyduruldu. Esas soru şu: “halk” denilen kimdi?
Halk müziği denince hemen bir Anadolu yüceltmesi yapılır. Halbuki Anadolu kelimesi tarihte asla şu andaki sınırlarımızı ifade etmek için kullanılmadı. Mesela Çorum Anadolu ise, Halep veya Batum neresidir peki? Misâk-ı Millî’nin bile bugün Anadolu dediğimiz bölgenin ötesindeki bölgeleri kapsadığını biliriz. Anadolu bu sebepten Türklüğün esas vatanı sayılmıştır. Halbuki meselâ bir Yemenli Arap, bir Üsküplü Arnavut, Anadolulu olandan daha az mı Türk’tür? Tanbûrî Cemîl Bey’in Muhayyer Saz Semâîsi’ni icrâ eden Mısırlı bir sâzende daha mı az bizim müziğimizle alâkalıdır?
İşte Anadolu kavramı böylesine daraltıcı ve çarpıtıcıdır.
“Türküz, türkü söyleriz” terânesi bu aymazlığın bir ifadesidir. Demek ki Türk şarkı söylemez! Oysa “türkü” kelimesi “Türkî” kelimesinden, “şarkı” kelimesi de “Şarkî” kelimesinden gelir. “Türkler’in havası” gerçekten “Şarklılar’ın havası”ndan bu denli farklı mı ki ayrı bir isimlendirme gerekiyor? “Doğu” kelimesi istenmeyen bir sıfattır, bu sebepten aşağılanması ve dışlanması anlaşılabilir. Kendini “Batılılaşma” ile meşrulaştıran bir düzen, elbette “Doğu” kavramını kullanmamaya çalışacaktır. Şarkı kelimesi gibi Şark da Osmanlı’yı ve tarihi, geleneği, medeniyeti çağrıştırmakta…
“Kendi”ni farklı göstermeye çalışan, “kendine ait olan”ı tesbit edemeyen, “kendini” aşağılayan ve “başkası” olmaya çalışan her insan gibi, bu yabancılaşmış düzen de tutarsızlıklar içinde bocalayıp durdu. Şark ve şarkı kelimeleri bu unutulmaya, aşağılanmaya, düşman görülmeye çalışılan “kendi”nin eseridir.
“Şark kurnazlığı” ve “Şark entrikası” gibi tabirlerin kompleks müteahhitlerinin diline pelesenk olması bu yüzdendir.
Böyle bir kafa “kendi” sıfatını kolayca kullanamaz.
“Kendi müziğimiz” diyemez. “Kendi mimarimiz” diyemez, yapamaz.
Başkası olmayı, Batılı olmayı kompleks haline getirdiği için, “kendi” dediği bile “kendisi” değildir.
“Kimin mûsikîsi?” sorusundaki “kim?” bu açıdan parçalayıcı bir sorudur. Cevap ise açıktır: elbette “bizim” mûsikîmizdir. Peki, o zaman “biz” kimiz?
Dünyada başka bir medeniyette görülemeyecek derecede “kardeşlik” seviyesine ulaşmış bu kaynaşmaya “kim?” diye sorarsanız, muğlak, müphem ve çelişkili cevaplara kapı açarsınız. Fakat yine de bu soruya anlamlı cevaplar vermek gerekir.
Gelin şu “kim?” sorusu üzerinde duralım. Buradan “kimlik” mevzuuna girelim.
Modern Türkçe’de “hüviyet” kelimesinin karşılığı olarak türetilen kelime “kimlik”tir. “Hüviyet” kelimesinin kökeni “hüve“dir ve Arapça’da “o” demektir. “Kimlik” kelimesinin Batı dillerindeki karşılığı, eski Yunanca kökenden gelen Fransızca “identité” veya İngilizce “identity” kelimeleridir. Bu kelimelerin kökeninde de “id” kelimesi, yani “o” zamiri vardır.
Demek ki, “kimlik” kavramının esasında “o olmak” anlamı yatar. Peki bizim şimdi kullandığımız “kimlik” kelimesinin kökeni nedir? “Kim?” kelimesi elbette. Fakat “kim” bir soru zamiridir, “o” gibi bir müsbet cevap değildir. Hüviyette açık olarak “o olma” durumu söz konusu iken, kimlik kelimesinde “kim?” sorusu sebebiyle bir muğlaklık, bir müphemlik sözkonusu. “Kimlik” konusunda şaşkın, “kendi”ni bilmeyen bir toplumun “hüviyet”e mukabil türettiği kelime de ancak bu kadar şaşkın ve muğlak olabilir.
Kimliğini “Türk”, “Kürt”, vb. olarak adlandıran kişiler aslında modern Türkçe’de ve dolayısıyla bugünkü anlayışımızda bir soru zamirinin ardından gelen soru işaretinin çengeline takılmış durumdadırlar. “O olma” halini “biz olma”ya yükseltmiş bir medeniyetin kendi varlığını bir soruya bağlamış olması tam bir marazdır, bir şizofrenidir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki “Etibank”, “Sümerbank”, “Güneş Dil Teorisi” gibi garip isimlendirmeler, “kendi” diyemeyeceği ve “kendinden” kaçtığı için tutunduğu her dalı “kendi” bellemeye çalışan bir kafanın eseridir. Anadolu “medeniyetler beşiği”dir, ama ne hikmettir ki, bu medeniyetlerin Etiler gibi, eski Yunanlılar gibi en bilinmeyenleri, en uzakta ve en başkası olanları beşikte sallanırken, en yakın, en kuvvetli ve en “kendimiz” olan Selçuklu ve Osmanlı beşikten düşürülmüştür.
Saf, katışıksız ve öp-öz Türk olmayı yücelten böyle bir milliyetçilik anlayışı her nasılsa, Etiler’e, eski Yunanlılar’a, modern Avrupalılar’a akrabalık atfetmekten hicap duymaz. Itrî’yi, Dede’yi ölü ilân eden “Türk” müzikçileri Batılı müzikçileri, meselâ Beethoven ve Mozart’ı her fırsatta birer aziz gibi anarlar.
Kafa karışıklığı ve “kendi olamama” hâli o kadar yakıcıdır ki; “Türk müziği” taraftarı olan ve klasik mûsikîmizin Bizans’a, Acemler’e veya Araplar’a değil Türkler’e ait olduğunu uzun uzun makalelerle izah eden Hüseyin Sadettin Arel bile muhtelif konferanslarında ve yazılarında “mûsikîmizin istikbali çoksesli Batı mûsikîsi olmalıdır” der. Radyoda Klasik Koro’yu kuran, pek çok klasik takımın seslendirilmesini temin eden Tanbûrî Cemil Bey’in oğlu Mesud Cemil bile aynı çizgidedir.
İşte “kendi” müziğimize “Türk” ve “klasik” sıfatlarını ekleyenler de bu zihniyette olan kişilerdir. Medeniyet anlayışını bilmeyen, önemsemeyen, tam tersine “kendi” olmayan modern ve Batılı her şeye huşû ve ihtirâm içinde perestiş eden bir kafadır bu… Milliyetçisi de öyledir, kozmopoliti de, devletçisi de, liberali de… Bu o dereceye varmıştır ki, klasik mûsikîcilerden bazıları Mevlevî semâını bile eski Türkler’in Şaman danslarına dayandırmaya teşebbüs etmişlerdir. Aynı çevreler aslı-nesli belli olan Mevlânâ’yı bile bu sığ kavim anlayışına alet ederek, “büyük Türk şâiri” olarak sunarlar.
Oysa Osmanlı döneminde zirvesine ulaşan “kendi” müziğimizi ne “Türk”, ne “klasik”, ne de “sanat” sıfatlarıyla anlatmak mümkün değildir. “Kendi” sıfatını, “mûsikîmiz” veya “müziğimiz” demeye cesaret edemeyen, “el ne der?”, “aman Batılılar’a benzeyelim” kompleksindeki insanların müziğimize “kendi müziğimiz” demeleri kolay değil.
Başa dönelim. Bütün bu tartışmaların bizi getireceği yer, “kendilik” ile “medeniyet” anlayışındaki çarpıklıktır.
“Kendi” diyemeyenler ve demek istemeyenlerin müziğimize bakışları da elbette sorunludur. Geleneğin değerini, önemini ve hayatiyetini kavramayanlar “geleneksel” olan her alana da en azından bigâne kalırlar.
“Medeniyet” kelimesi ise sadece karşısında diz çökülen ve taklit edilen Batı medeniyeti ile sınırlıdır. Böyle bakanlar, Batı medeniyetinin içinde bile etnik bir kimliğe dayalı herhangi bir alanın seçilemeyeceğini, Fransız’ın, İtalyan’ın, İngiliz’in meselâ mimaride veya mûsikîde nasıl aynı zevkleri yansıtabildiğini düşünemez, sorgulayamaz, bilemezler… Aynı kişilerin Osmanlı dendiğinde onun kuşattığı ve etkilediği coğrafî, felsefî ve sanatsal boyutları ve zenginliği kavramaları da mümkün değildir.
Müzik alanı, ülkemizde bu “kendilik” ve “medeniyet” bocalamalarının ve çatışmalarının en yoğun göründüğü alanlardan birisidir. Batı kompleksine sahip olanlara göre Batı müziği “evrensel”dir ve dolayısıyla bütün müzik anlayışımızın ve faaliyetimizin Batılı müziğe uyması ve onu yansıtması gerekir. Bu komplekse kapılanların önemli bir kısmı, “kendi” dediklerinde “başkasını”, yani Batılı’yı kastedecek derecede başkalaşırlar. Kendi müziğine “ilkel” diyeni bile çoktur.
http://www.mutriban.com/
Oysa “kendi” müziğimiz aynı zamanda bir “medeniyet” müziğidir. Camî mimarisi nasıl Osmanlı’da büyük bir gelişim göstermiş ve müthiş bir zevke ulaşmışsa, aynı ilkeler, aynı unsurlar, aynı gelenekler, aynı hayata bakış ve hayatı nakşediş tarzı mûsikîmizde de vardır. Itrî neden hemen Süleymaniye’yi çağrıştırır? İsmail Dede Efendi neden hemen Dolmabahçe’yi hatırlatır? Râkım’ın sülüs hattı ile Şâkir Ağa’nın besteleri arasında neden bu kadar kuvvetli bir bağ vardır?
Medeniyet, bütün sınırlı, yerel ve etnik unsurların kuşatıcı ve evrensel bir bakış içinde katkı vermesi, şekillenmesi ve hayat bulması demektir. Bu yamalı bir bohça değildir ki, “şurasında Kürt, burasında Türk, şunda da Rum etkisi var” densin. Aksine bütün bu kimlikleri zevk ve eylem etrafında birleştiren ve onların ikincil sıfatlarını telaffuz etmesine rağmen önemsiz kılan bu tevhid medeniyetidir.
Üçüncü Selim, Müslüman Türk hat hocasına gösterdiği hürmeti, tanbur hocası yahudî İzak’a da gösterirdi. Hatta rivâyet odur ki, bir gün onun huzurunda sarayda fasıl icrâ edilirken geç kalan İzak’ı harem ağaları içeri almayıp, kötü davranmışlar. Bunu öğrenen Üçüncü Selim memurlarına kızmış ve şunu söylemiş: “Sizin gibi binlerce köle bulurum ama İzak gibi bir üstâd bulamam.”
Yine Mevlevîhânelere Rum papazlar mûsikî meşk etmek için devam ederlerdi. Düşünün bir kez, sikkeli, cübbeli Mevlevî dervişlerinin arasında siyah cübbeleri ve serpuşlarıyla oturup âyin geçen Hıristiyân ruhbânları…
Medeniyetimizin eşsiz kuşatıcılığına dair başka bir örnek de Hamparsum notasıdır. Kutbünnâyî Osman Dede’nin geliştirdiği Arap harflerini kullanan müzik notası, yani ebced notasının ardından büyük bir Osmanlı-Ermeni bestekârı olan Hamparsum Limonciyan Ermeni alfabesindeki harfleri kullanarak yeni bir nota sistemi geliştirdi. Müslüman bestekârlar ve icrâcılar bu notayı kullanmada hiçbir beis görmediler. Osmanlı’nın son döneminde Batılı nota sistemi benimsenene kadar bu notayı kullanmaya devam ettiler.
Bütün bu örnekleri zikretmemizin sebebi medeniyetimizde değerin ve ilkenin her şeyden üstün tutulduğunu ortaya koymaktır. Şahısların kimliği, kökeni, geldiği-gittiği yerler ikincildir ve asla geleneği belirlemez. Ona çeşni verir. Zaten medeniyet, içinde barındırdığı yerel ve etnik unsurlardan daha büyük, daha kuvvetli ve daha zengindir. Aynı şey, Osmanlı mûsikîsine çeşni katmış ve karşılığında büyük etkisi altında kalmış Türk, Kürt, Acem, Arap, Rum, Ermeni, Yahudi, vb. bütün unsurların kendi müziklerinde görülür.
Her medeniyette şehirli ve eğitimli kesimin dinlediği ve ürettiği müzik ile eğitimi az ve kırsal kitlenin müziği arasında fark vardır. Bu fark, türler açısından da olur. Fakat bizim medeniyetimizde şehir ve taşra mûsikîsi arasında Batı’daki gibi kesin bir kopuş olmamıştır. Çünkü bizde aristokrasi olmadığı için aristokrat müziği de yoktur.
Bizim tevhid ve tasavvuf neşvemiz, köydeki çiftçiden saraydaki sultana kadar herkesi birbirine bağlamıştır. İşte bu yüzden klasik mûsikîmiz aristokrat, halk mûsikîmiz de avâm mûsikîsi olarak kolayca adlandırılamaz.
Meselâ Dede Efendi gibi “klasik” yani “şehirli” bestekârların klasik türdeki eserleri yanı sıra, mandıraları, oyun havaları, türküleri, de vardır. Çünkü İsmâil Dede sonuçta Hammâmîzâde’dir, yani bir hamamcının oğludur. Aynı şekilde Dellâlzâde, Kömürcüzâde, Suyolcuzâde, Çorapçızâde, Şekerci gibi esnâf sıfatları taşıyan pek çok klasik bestekâr vardır.
Sultanlar bile halktan o derecede kopuk değildir. Saray halktan kopuk olmadığı gibi, “saraylı” diye yanlış olarak tabir edilen mûsikî de halktan kopuk değildir. Meselâ Sultan Abdülaziz’in Hicâz mandırası, yani oyun havası bestesi olduğu gibi, Üçüncü Selim’in birçok güzel türkü tarzında besteleri vardır.
Aynı şekilde taşradaki şâirler gibi, besteciler de medeniyetimizin üstün zevkini yansıtan nağmeler, eserler, türler ortaya koymuştur. Harput, Erzurum, Amasya, Diyarbakır, Urfa, Konya, Kütahya, Samsun, İzmir, Üsküp, Halep, vb.. nereyi sayarsak sayalım taşradaki şehir mûsikîsi klasik mûsikîyle çok yakındır, içiçedir.
1990’lardan beri ideolojik bir gayretle “halk müziği”nin yegâne mümessili gibi sunulmaya çalışılan Alevî havaları da bundan bağımsız değildir. Meselâ Alevî “semah”ı, “semâ” kelimesinin farklı söylenişidir. “Duvaz”, “duâ” kelimesinden alınmıştır. Anadolu’nun bazı kesimlerinde şarkıcılara “guvende” denir ki, kelimenin esâsı “hânende” anlamına gelen Farsça “gûyende”dir.
Bugün klasik Türk mûsikîsi denilen tür bir şehir mûsikîsidir. Zira medeniyetin beşiği şehirdir. “Medeniyet” kelimesi de “medîne”, yani şehir kökünden gelir ve bütün medeniyetler şehirleriyle tebârüz ederler. Türk halk müziği denilen şeyin bir kısmı bu şehir mûsikîsinin içindedir. Makâmları vardır, usûlleri vardır. Güfteleri anlamlı ve genellikle tasavvufî içerikli şiirlerden oluşur. Diğer kısmı ise, şehirler dışında taşrada, dağlık bölgelerde icrâ edilen daha sade, güfteleri daha az karmaşık mûsikîdir. Fakat asla daha az vurucu veya etkisiz bir mûsikî değildir.
“Türk halk edebiyatı” gibi “Türk halk mûsikîsi” tabirleri de Osmanlı medeniyetini yok sayma amaçlıdır. “Klasik mûsikî” kadar “saray edebiyatı” gibi “Enderûn mûsikîsi” tabirleri de yanlıştır. Ortada olan, zevki, inanışı, yaşayışı ve eserleriyle aynı gelenek ve ilkeleri yansıtan yekpâre bir Osmanlı medeniyeti, bir Osmanlı mûsikîsidir.
Fuzûlî’yi Bağdat’ta otururken getirip saraylı edebiyata mensup sayanlar, onun gibi gazeller yazan “halk şâiri” Erzurumlu Emrah’a ne diyecekler? Pir Sultan Abdal’ı kabileci anlamda Türk sayanlar, bu büyük âşıkın ismindeki üç kelimenin de kökeninin Türkçe olmadığını düşünmüyorlar mı?
Medeniyet müziğimize “saray müziği” diyenler, Erzurum yöresinin makamlı ve tasavvufî içerikli Tatyan havalarına ne diyecekler, müstezatlara ne diyecekler? Niğde civârındaki zikir ilâhîlerini nasıl adlandıracaklar? Bosna’da hâlâ Türkçe sözle terennüm edilen ilâhîlere ne diyecekler?
Osmanlı mûsikîsi esasında Osmanlı medeniyetinin coğrafi ve insani sınırlarını yansıtır. Bunun için Türkler’in potasında erimiş pek çok müziği içerir. Taşralı ve kırsal anlamda Türkmen müziği, Acem, Arap ve Kürt müzikleri, şehirlerde yer tutmuş Rum, Ermeni ve Yahudi müziği, Balkan müzikleri, Kafkas müzikleri, vb…
Makâm, perde ve usûl isimlerinde işittiğimiz Acem, Kürdî, Hicâz gibi mahallî özellik bildiren isimler, Nihâvend, Tebrîz, Isfahân gibi İran’daki şehir isimleri medeniyetin çok yönlü, çok boyutlu ve çok mahalli tabiatının örnekleridir.
Bildiğim kadariyle “Türk” isminin geçtiği iki usûl var: Türk Aksağı ve Darb-ı Türkî… Ama “Türk” kelimesinin içinde yer aldığı bir tek makâm yok. Bunun da sebebi açık: genellikle tencerede pişen yemeğin içine konan çeşnilerin isimleri sayılır, ama tencerenin adı zikredilmez. Bütün bu makamların taşıdığı etnik ve yer isimleri, Türk mûsikî tenceresinde pişen çeşnilerdir. O yüzden Türk adı makâmlar arasında anılmaz.
Zihnî derinlik coğrafî ve tarihî derinliği de beraberinde getirir. İran pek çok mûsikî tabirini ve makâmı paylaştığımız bir coğrafyadır. Fakat bugün İran dediğimizde, insanlar bize tamamen yabancı komşu bir coğrafyayı anlarlar. Halbuki hatırlamazlar ki Osmanlı’nın selefi Selçuklu Devleti İran’da kurulmuştu ve başkenti de bugünkü Tahrân idi. Bilmezler ki 1900’lerin başından itibaren tahta gelen iki Pehlevî şâhı dışında hemen bütün şâhlar, Kacar olsun Afşar olsun Türk kökenlidir. Yine bilmezler ki, İran medeniyeti veya mûsikîsi dendiğinde onun içindeki Türk unsuru çok belirgindir. Bugün bile ülkenin nüfusunun yarısı Türk’tür.
Evet, mûsikîmizin yayıldığı alan, medeniyetimizin de sınırlarını gösterir. Bu açıdan bakıldığında ezan en yaygın mûsikî bestemizdir. Mûsikî ile ilgisi olsun-olmasın herkesin genetik meşkidir. Nasıl Hicâz makâmındaki ninni, her insanımızın genlerine bu makâmı işlemiş ise, gün içinde beş kez farklı makâmlarda okunan ezân da hepimizin medeniyetimiz ve îmân ile olan bağımızı sürekli yenilemekte…
Toplumsal psikolojimizi sembolize eden yine mûsikîmizdir. Yani şevk sınırlarımız da mûsikîmiz ile çizilidir. Meselâ mehter havaları ya da Estergon Kal’âsı türküsü bu ülkede yaşayan hemen herkesin göğsünü kabartır. Yemen Türküsü ise hemen hepimizin gözlerini yaşartır. Estergon Macaristan’daki bir şehrin adıdır. Bir anlamda Batı’ya doğru açılımımızın uç noktasıdır. Yemen ise güneyde ulaştığımız en uç noktadır. Başka bir deyişle, ilki medeniyetimizin ulaştığı şâhikâyı, ikincisi ise yıkımı sembolize eder.
Kimin kimi etkilediği gibi saçma ve faydasız bir tartışma medeniyet anlayışına uzak olanların düştüğü başka bir tuzaktır.
600 sene boyunca dört kıtada insani muamele ile kimseyi ayırmadan yöneten bir devletin başka toplumlarla uyuşmaması, onlara pek çok şey katıp, onlardan pek çok şeyi devşirmemesi mümkün mü? Bugünkü Yunan müziği Osmanlı öncesi Yunan müziği olabilir mi, kalabilir mi?
“Kendi” müziğimizin medeniyetin bir aynası olduğunu kavrayamayanlar, mimariyi de, edebiyatı da, hattı da, taş oymacılığını da, devlet yönetimini de, dilimizi de anlayamazlar.
Hepsinin kökeni medeniyet anlayışına dayanır. Bu anlayışta küçülme değil büyüme vardır. İçe değil dışa bakış vardır. Soya-sopa değil kabiliyete, liyâkate ve edebe riayet vardır.
Bizim bugünkü durumumuz bunun tam tersidir. İşe-güce değil, soya-sopa odaklanmış, dilini zenginleştirmek yerine tasfiye ile yoksullaştırmaya çalışan, geleneği tevârüs edip, “gelen”e “ek” olarak onu yenilemek yerine tarihi ve geleneksel olan her şeyi küçük gören ve uzaklaştıran bir toplum elbette medeniyet olamaz, medeniyeti ihyâ edemez.
“Türk mûsikîsi kimindir?” sorusu bu açıdan anlamsız, saçma bir sorudur.
Ama cevap akıllıca olmalıdır: O “kendi” mûsikîmizdir. “Kendi” dediğimiz ise medeniyeti inşâ eden gönüldür, zihindir, eldir. O yüzden mûsikîmiz bir medeniyet mûsikîsidir aynı zamanda.
Bu medeniyeti yaşatan, içinde nağme çiçeklerini yeşerten herkes, kökeni, dini, işi, gücü ne olursa olsun müziğimizi “kendisi”nin işi yapar. Onun mensubu ve sahibidir.
Bu medeniyetin temeli tevhiddir, aşktır, samimiyet ve huzûrdur.
Bu medeniyetin temeli aynı yerde duruyor.
Mîmârîyi, ilmi, tasavvufu, edebiyatı bir tarafa bırakalım, tek başına mûsikîmizi anlayıp ona bihakkın bağlanmak bile medeniyetimizi ihyâ etmek yolunu açacaktır.
[1] Yabancı dillerdeki kelimelerin yazımında Türkçe okunuş esastır. Bu kuralı unutmamalıyız.
[2] Harflerdeki uzatmayı, inceltmeyi bilmeyen gençler pek çok kelimeyi yanlış telâffuz ediyorlar. Bunun için özellikle genç nesillerin dilimizin mûsikîsine sâhip olması açısından bu işâretlerin kullanılması gerekiyor. Bu makâlede bu işâretleri gerektiği yerlerde kullanmaya gayret ettik.
Hece Dergisi
7 Yorum
Yazan:oturanboga Tarih: Ağu 18, 2010 | Reply
Savaş Bey konuşmasını seviyorda orgla garip yorumlarla ilahi okuyanları görmüyor. Onları eleştirip geleneği koruyacağına kahve diyen emir kulu garsonla uğraşıyor.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 19, 2010 | Reply
Orgla garip yorumlarla ilahi okuyanları da eleştiriyor merak etmeyin. Türkiye’de kahveden bahsederken “Türk kahvesi”, sanat müziğine “Türk sanat müziği” denmesi de benim daha önce düşünemediğim tuhaf bir durum hakikaten. Bu “cehalet”e parmak basıp bizi uyandırdığı için teşekkür etmek yerine yazarla uğraşanlara ne demeli bilemiyorum.
Yazan:oturanboğa Tarih: Ağu 19, 2010 | Reply
Gelenek insanları yumuşaklılıkla düzletmektir. İnsanlara kendilerini düzeltme fırsatını vermektir. Sömürge valisi gibi azarlayarak düzeltmek değildir. Gelenek bu şekilde düzeltilecekse bırakın kalsın. İçinde insanın olmadığı geleneği napalım.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 19, 2010 | Reply
Sömürge valisi mi? Siz ne anlatıyorsunuz Allah aşkına? Yazının ekseninden tamamen çıkmışsınız detaylarda garip itirazlarda bulunuyorsunuz.
Savaş bey garsonlara değer veriyor, kendisine muhatap olarak görüyor ki onları “ikna” çabasından bahsediyor. Belki ses vurguları bulunmadığı için “ben sizinle Türkçe konuşmuyor muyum” gibi tabirler zihninizde garson fırçalayan ceberrut bir kişi izlenimi oluşturmuş olabilir. Herhalde bu yazıyı yazan bir kişinin sınıf farkı gözeten ve insanları aşağılayan bir üsluba sahip olamayacağı ortadadır.
Yazıya bir itirazının varsa onu konuşalım.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 19, 2010 | Reply
İlave olarak: orgla ilahi okumakla orgla sanat müziği veya pop/arabesk okumanın pek bir farkı yok. Müzik zevki yitirilince bu toplumda herkesi etkiliyor. Önemli olan sanatta estetiği yakalayacak ruh inceliğini insanlara kazandırmak. Bu da “orgla ilahi çalmayın kardeşim!” demekle olmuyor.
Dün Savaş beyin konuk olduğu TRT1’de sahur programında güzel bir söz söylendi. “Güzel sesi olanın ezan okuması sünnettir. Güzel sesi olmayanın ezan okumaması da sünnettir”. Ne yazık ki piyasa ehil olmayan kişilerin istilası altında. Çünkü talep bunlara… İnsanlar klasik musikiye “gıy gıy kafa ütüleyici” diye bakıyor. Eh iki bed sesli solist de çıkıp cıstak cıstak “Medine’ye varaaamadııım” diye çığırtıyor ve satıyor. Bunu eleştirmekle düzeltemezsin, insanların müzik zevkinin gelişmesi lazım.
Yazan:oturanboğa Tarih: Ağu 19, 2010 | Reply
Başlığın altına illa yazıyla ilgili şeyler mi yazmak gerek. Ben bunu yanlış gördüm yazdım, moderatörde onaylamış. Bana cevap verme gereği duyuyorsanız eleştiri üzerinden cevap verirsiniz. Arzu ettiğiz şekilde yazmaya zorlayamzsınız. Ya da görmezden gelir cevap yazmazsınız.
Yazıya bir itirazım yok. Savaş bey şu anda geleneği temsil eden, muhtemelen ilerde de edecek kişilerden birisidir. Yazdığı kitabı henüz okuyamadık ama muhtemelen değerli bir kitaptır.
Geleneği temsil edecek birinin dörd dörtlük olmasını beklemek suç mudur? Bu kadar sinirlenmenizde anlam veremedik.
Gelenek insan-ı kamil üzerindir. İkonaların üzerine değil. Örnek olmak sorumlulğu vardır.
Garsonla konuşurken yanında değildik. Muhtemelen siz de değildiniz. Verdiğiniz tepkideki kesinlik, eminlik anlamsız ve gereksiz.
Her eleştiriye cevap yazmak zorunda da değilsiniz. Siz böyle bir görev verimemişse…
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 20, 2010 | Reply
Eleştirmek hakkınız tabi, eleştirinizi eleştirmek de benim hakkım. Eleştirmek nefse hoş gelen bir duygu. Eğer gelenekten söz edeceksek bizim geleneğimiz ayıpları örtmek ve hüsn-ü zan etmek üzerine kurulmuş; Batı medeniyeti gibi eleştiri üzerine değil.
Savaş bey’i tanımıyorum, bazen TRT’deki makamları anlattığı latif programını takip ediyorum sadece. Geleneksel musikiyi anlatan bu yazısını önemli buldum ve alıntıladım. Doğrusu yazının içeriğiyle ilgili bir tartışma açılmasını bekliyordum hayal kırıklığına uğradım. Kimse benim beklentimi karşılamak zorunda değil tabi, siz de haklısınız. Bu tartışmayı daha fazla uzatmak da anlamsız. Mesaj alınmıştır, teşekkürler.