İnsan aklı Zaman’ı anlayabilir mi?(2)
By Mehmet Yılmaz on Eyl 18, 2010 in Akıl, Hz İbn-i Arabî, İnsan, Zaman Nedir?
“…İnsanlar mevsimlere bağlı olarak yaşıyorlardı tarım devrinde. Bir mevsimde ekilir, bir başka mevsimde hasat edilirdi. Hasattan sonra ürünler satılır, düğünler yapılırdı. Kuzuların bile bir doğma mevsimi vardı. Ekonomik ve sosyal yaşam doğadan alıyordu ritmini. Hatta güneşten, aydan… Denizciler bile yıldızlara bakarak okyanuslara açılıyordu. Kısacası müzikten daha hızlı dans edilmezdi! Oysa fabrikalar, trenler, telgraf telleri ve […]sinema insana Zaman’ı kontrol edebileceği hissini verdi. Çünkü Zaman’ın “kontrol altına alınması” gerekiyordu 3 vardiya 24 saat işleyen fabrikalarda, para piyasalarında, asla geç kalmayan trenlerde… “Yaratılmış vakit” algısı yerini “üretilen vakte” bırakıyordu. Vakit artık bir nimet değildi, vakit nakitti(!)
İşte bu yüzdendir ki şu anda okumakta olduğunuz satırlar bundan bir kaç asır önce yazılamazdı. Çünkü 1800′lerde yaygınlaşan endüstriyel sistemler ile başladı “bir bebeği dokuz kadına bir ayda doğurtabilme” umudu. Peki ne öğrendik endüstriyel toplumların Zaman ile kurdukları “sapık” ilişkiden?
Bergson’un dediği gibi “mekânlaştırılan Zaman” gerçekte bir vehimdi. Bunu öğrendik en başta. Mekân gibi düz, homojen bir çizgiyle ifade ettiğimiz zaman, eşit parçalara bölünmüş, birbirine karışmadan “akan” zaman, takvimler, ajandalar… Kendimize söyleye söyleye inandığımız bir yalandı “kontrol edilen – ölçülen” zaman… İnsan zamanı temsil etmek için kullandığı aygıtları Zaman’ın kendisi zannediyor artık. Saat 11:45:56, Pazartesi salıdan önce gelir. Eylül ayı, 2010 yılı, saatin kolları, deftere çizdiğimiz ve küçük parçalara böldüğümüz o meşhur “t” anları… Bir kolyenin boncukları gibi birbirine karışmadan(!) gelip geçtiğini sandığımız o anlar.
Nerede o binlerce “şimdi“? Ellerimizin arasından yumurta akı gibi kayıp giden? Gelecek henüz gelmemişken ve geçmiş geçip gitmişken “şimdi” kelimesinin anlamı ne? Bir dakika? İyi ama meselâ 25ci saniyesini yaşamakta olduğum o dakikanın ilk 24 saniyesi geçip gitti bile. Son 35 saniyesi ise henüz var olmadı. Ya saniye? Onun bölünmezliğini kim garanti edebilir? Ciğerlerimi hava ile doldurma sürem bile yüzlerce, binlerce zaman kırıntısına bölünebilir bir kronometre ile. […]
Kamera tekniklerinin henüz çok gelişmediği yıllarda kazayla çekilmiş film parçaları var. […]. Meselâ 1800′de sabit kameralarla çekilen trenleri veya süvari taarruzlarını hatırınıza getirin. Trenin veya atlıların ekranı terk ettiği ama kameranın kayda devam ettiği o son bir kaç saniyedeki boşluk ne kadar tahammül edilmez bir boşluktur. Zaman’ı en ölçülmemiş, en kontrolsüz haliyle “görürüz” orada.Hiç bir şey geçmezken gözümüzün önünden “geçen” o vahşi zaman…
Bugün Hollywood filmlerinin yüksek temposuna alışmış olan bizler Fransız filmlerindeki “boşlukları” ne kadar can sıkıcı buluruz. İşte bu boşluk o boşluktur. Yani fabrikaların, trenlerin, kol saatlerimizin Tik-Tak zamanları ile papatyaların açma zamanlarının zihnimizde ayrışmasından doğan boşluk. Ömür kâsesine şıp şıp damlayan su ile senkronize olmayı reddeden, mekânlaşTırılmış, homojen, Tik-Tak [Bilimsel ve objektif] Zaman..” (“Derin İnsan ” kitabımızın Korku matkabı isimli bölümünden.)
Geçen bölümde temas etmeye başladığımız, Heidegger’in Varlık ve Zaman (Sein und Zeit) adlı kitabında savunduğu duruşa göre MUTLAK bir varlığı o varlığın tecellileri ile bir tutmak ontolojik bir hatadır, çok farklı iki şeyi birbiriyle karıştırmadır. Bir başka deyişle Zaman’ın, İnsan’ın, Hayat’ın hakikaten NE? olduğu ve NASIL? olduğu iki ayrı meseledir.Aksi takdirde mânâsız(!) Kainât’ı ve tamamı madde olan(!) Hakikat’i bütün çıplaklığıyla görebilir, işitebilir, ellerimizle dokunabilirdik. Materyalistlerin, pozitivistlerin ve bilimperestlerin sayılarla, formüllerle ifade edemedikleri, ölçemedikleri şeylerin YOKLUĞUNA İMAN ETMELERİ işte bu aklî miyopluktan kaynaklanıyor. Özetle Zaman’ın ontolojisi de dahil olmak üzere bütün aklî sorgulamalarda bu NE? / NASIL? ayrımının göz ardı edilMEmesi gerekiyor Heidegger’e göre. Bu noktada büyük düşünüre hak verMEmek imkânsız. Yoksa hayatımızı değerli kılan bütün mânâları da sırf teleskopla ya da mikroskopla göremiyoruz diye yok saymamız gerekirdi:
“Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz?”( Maymunist imanla nereye kadar? isimli kitabımızın sunuş kısmından)
Yine büyük bir düşünür olan Hegel’in de Estetik Dersleri‘nde (bizce isabetle) önerdiği gibi “NASIL?” sorusu tabiat bilimlerinin konusu iken “NE?” sorusu Sanat’ın, Felsefe’nin ve Din’in kapsamına girer. Hatta denebilir ki bu üç “şey” aslında iç içe geçmiştir, bir anlamda aynı şeyin değişik veçheleridir. Bu konu hakkında detaylı biçimde düşünmek isteyen okurlarımız ressam ve filozof Kandinsky’den ve özellikle de “NE?/NASIL?” ayrımından uzun uzun bahsettiğimiz “Çirkin Cumhuriyet ve Mânâsız Maneviyat” adlı yazıyı okuyabilirler. Biz “Sanat’ın amacı ve Henri Bergson” başlıklı çevirimizden kısa bir bölümü hatırlatmakla yetineceğiz:
“Bizimle Tabiat arasında… hayır! Bizimle şuurumuz arasına bir perde girmiş. Sıradan insanlar için kalın bir perde, sanatçı ve şair için ince, neredeyse saydam bir perde. Hangi peri kızı dokumuş bu perdeyi? Bir tuzak mı? yoksa iyilik için mi dokunmuş? Yaşamak gerekiyor ve yaşam çevremizi sadece ihtiyaçlarımız doğrultusunda hissetmemizi gerektiriyor. Yaşamak eylem demek. Uygun tepkiyi vermek amacıyla hissetmek, faydası ölçüsünde hissetmek çevreyi. Öteki hislerin karanlıkta kalması ya da bize “karartılmış” biçimde ulaşması gerekiyor…. Bakıyorum, gördüğümü sanıyorum, dinliyorum, duyduğumu sanıyorum, kendimi inceliyorum ve kalbimin derinliklerini okuduğumu sanıyorum. Oysa gördüğüm ve duyduğum sadece hislerimin beni yönlendirmek üzere dış alemden süzdüğü bilgiler. Kendim hakkımda bildiklerim yüzeysel, ancak eyleme dönüşebilecek olanlar. Yani hissiyatım ve şuurum bana Hakikat’in sadece faydalı ve basitleştirilmiş bir kısmını aktarıyorlar. Bana açtıkları pencerede faydasız olan her şey silinmiş, faydalı benzerlikler abartılmış, yaşantımın ilerleyeceği yollar önceden çizilmiş. “
Evet, maddî varlıklar ile onların işaret ettikleri mânâların arasındaki farkı bu şekilde bir kez daha hatırladıktan sonra birinci bölümde Heidegger ve özellikle de Varlık ve Zaman’ın (Sein und Zeit) yardımıyla başladığımız sorgulamaya devam edebiliriz. İnsan aklı Zaman’ı anlayabilir mi? Kendi içsel zamanımız, “zaman hissi” veya “zaman vehmi” bize Zaman’ın Hakikatine dair sırların kapısını açar mı? Öncelikle Heidegger’i okumaya alışık olmayan okurlarımız için bazı anahtar kelimelerin açıklanmasında fayda var. Zira her büyük filozof gibi Heidegger de kendi “dilini” icad etmiştir.
Başlarken daha önce “tecelli” kelimesiyle tarif ettiğimiz olayın bazı Türkçe felsefe kitaplarında “kip” olarak geçtiğini belirtelim. Yani algı yoluyla müşahede ettiğimiz varlıklar Varlık’ın (veya Varlıklar’ın) kipidir. Kimi İngilizce ve Fransızca kaynaklarda “instanciation” (cilve, tecelli, tezahür,…) olarak geçen bu kelime varoluşçu felsefedeki çok önemli bir kavrama işaret eder.
Heidegger’e göre felsefenin asıl amacı Varlık’ın mânâsına, özüne erişmektir ki bu da ancak varoluşun analizi ile yapılabilir. Yine Varlık ve Zaman adlı eserinde sergilediği duruşa göre Antik Yunan düşünürlerinden bu yana süregelen kafa karışıklığını çözecek tek yol budur. Yani Varlık yerine varlıkların tartışılmasını, “NE?” yerine “NASIL?” sorusunun konmasından kaynaklanan hataları…
Peki İnsan’ın kipine yani kendimize, algımıza, hissiyatımıza bakarak, bunun üzerinde tefekkür ederek İnsan’ın hakikatini anlayabilir miyiz? “Evet” diyor büyük düşünür ve tıpkı Kierkegaard gibi korku, merak, ölümlü olma bilgisi, zaman algısı benzeri kavramları masaya yatırıyor.
Var olan insan (Dasein), doğmuş ve ölecek olan, dünyaya “atılmış-fırlatılmış” insan (Geworfenheit) ikili bir yaşam sürüyor. Bir yandan meşguliyet ve endişeler içinde (Besorgen). Geçim derdi, haz veren uğraşları, ızdırap veren dertleri… Herkes gibi yapıyor. Kendini, varlığın anlamını ve ölümü düşünmekten alıkoyuyor onu bu günlük hayat (Alltäglichkeit). O kadar normal oluyor, o kadar “herkes gibi” (man) yapıyor ki kendisi olamıyor, kendisini bu yüzünden kaybediyor. Ama günlük hazlar, para, mevki, arkadaşlar yetmiyor yine de. O insan aynı zamanda bir yetim, ortada bırakılmış (Verlassenheit) sahipsiz bir çocuk gibi. Korkuyor, nereye gitse gurbette olmak, bu endişe verici yabancılık hissi (Unheimlichkeit) ölüm korkusundan da beter bir korku veriyor ona. Heidegger meşguliyet ve endişe (Besorgen) cephesine karşı olarak bir kaygı (Sorge) cephesi tarif ediyor. Ölümlü, sonlu olma hali (Endlichkeit) insanı birbirine zıt iki kuvvetin arasında bırakıyor: Unutturucu ve Hatırlatıcı…
Şimdi bu iki kuvvetin çekişmesini benliğimizde her an her dakika sahnelendiğini idrak edebilmek için şu alıntıya yoğunlaştıralım aklımızı:
“Korktuğu şeye bakamadığı için elleriyle yüzünü kapatan bir insan canlandırın gözünüzün önünde. Tehlikeyi azaltmadı ama artık sadece parmaklarını, ellerinin içini görüyor. Kendi gücü ve iradesiyle kendini aldatmayı seçti, “ihtiyaç duyduğu” güvenli bir binanın(!) içinde şimdi. Ellerinden oluşan bir bina. […] Kısacası herkes gibi yapmak bir lüks değil bir ihtiyaç Hesse’nın dediği gibi. Bireyselliğini, şahsına özgü olduğunu vurgularken bile herkes gibi yapıyor insan. HERKES’e endeksleniyor farklı kıyafeti, farklı otomobili, marjinal yaşam biçimiyle “ben sizin gibi değilim” demek isteyenler. Oysa doğumu ile ölümü arasında geçen zaman her insanı AMA HER BİR İNSANI yeterince ve eşit derecede ÖZEL yapıyor. Kim başkasının yerine doğmuş olabilir? Kim bizim yerimize ölebilir? Doğarken ve ölürken yalnız ve tek değil miyiz?
Yoksa bu kadar ÖZEL, bu kadar TEK olmak mı bizi korkutan? Sürüden ayrılmak? Bireyden öte bir tekilliği idrak etmek, en otantik, en orjinal, en tekil ve eşsiz biçimde kendimiz olmak? (“Derin İnsan ” kitabımızın Korku matkabı isimli bölümünden.)
Zaman vehmi sayesinde fark ettiğimiz bu (kendimizi) unutturucu ve (kendimizi) hatırlatıcı kuvvetlerin özü ve maksadı nedir?
Bu iki kuvvetten daha önce de bahsetmiştik ve hedeflerinin birincisinin Tatmin, diğerinin Mutluluk olduğunu savunmuştuk “Derin İnsan ” kitabımızın İnsan maymunlaşabilir mi? isimli bölümünde. Tasavvuf düşüncesine aşina okurlarımız zaten nefse dair vasıfları sanırız görmüşlerdir Heidegger’den bahsettiğimiz o satırlarda. Heidegger Hakikat’i ararken adeta o kudsî hadisten (nefsini bilen RABB’ini bilir) yola çıkmışçasına insanın nefsanî vasıfları üzerine aklını yoğunlaştırmış ve yine insanın bu kez nefse dair olmayan yönüne dönük bazı hakikatleri tenzih yoluyla elde etmiştir.
Varlık ve Zaman adlı eserin hazırlanmış olması elbette Heidegger’i bir Ledün alimi yapmaz ama aklı kullanarak bu derecede ileri gidilebilmesi dikkate şayandır. Neden?
Çünkü akla dayalı gerçek demek olan HAKÎKAT ile Vahy’e dayalı gerçek demek olan ŞERİAT‘i yani iki tür “gerçeği” sînesinde birleştiren İslâm’ın temel kavramlarına, İslâm inancının hakim olmadığı kaynaklarda rastlamak bizleri tefekküre sevk etmelidir. Bir yandan İlâhî Mesaj’ın tek oluşu, diğer yandan HAKÎKAT ve ŞERİAT arasındaki örtüşme alanı bugünkü siyasî, iktisadî ve içtimaî teorileri öylesine alt-üst edici olgulardır ki tek başlarına bugün hayalini bile kuramayacağımız bir dünya barışının temel taşları burada, bu örtüşme alanında saklı olabilir. Farklı çağlarda ve coğrafyalarda yaşamış, farklı dinlere inanmış insanların aynı Hakikat’e işaret eder biçimde düşünmesi bir rastlantı olabilir mi?
“…Biri M.Ö. VI. yüzyılda Çin’de diğeri M.S. XII-XIII. yüzyılda ispanya’da doğmuş, aralarında yaklaşık 18 yüzyıllık bir zaman aralığı ve yaşadıkları yerler itibâriyle de yaklaşık 9000 km’den fazla bir uzaklık bulunan, biri Çince diğeri Arapça konuşan bu iki insânın biribirlerini, Varlık Âlemi’nin yapısı hakkında aynı şeyleri beyân edecek şekilde etkilemiş olduğunu iddia etmek bir maymunun bilgisayar klâvyesinin başına geçip de bir çırpıda Mehmed Âkif’in bütün Safâhat’ını aynı sıra içinde eksiksiz ve hatâsız yazabilmesi kadar muhâldir…” (Japon bilim adamı Toshihiko Izutsu’nun “Taoculukta Anahtar Kavramlar” adlı eserini çeviren Merhum Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’nin takdimininden )
Evet… Bu kısa hatırlatmanın ardından makalemize son verelim. Gelecek makalelerde Zaman’ın varlığının mümkün kıldığı kavramlara yine Kierkegaard ve Kur’an’daki bazı ayetler sayesinde bir giriş yapacağız.
9 Yorum
Yazan:sedef Tarih: Kas 10, 2012 | Reply
çok güzel yazılar fakat keşke dipnotlar ve kayaklar daha belirgin olsa
Yazan:sedef Tarih: Kas 10, 2012 | Reply
cahilliğime verin ilk cümleler kimden hangi kitaptan?
Yazan:my Tarih: Kas 10, 2012 | Reply
Selamlar Sedef hanim,
yazida, alintinin sonunda belirtildigi gibi ilk cümleler “Derin İnsan” kitabımızın Korku matkabı isimli bölümünden. Ayni yerde link var, söz konusu kitabi pdf formatinda indirebilirsiniz.
saygilar
Yazan:sedef Tarih: Kas 10, 2012 | Reply
teşekkür ederim ilginiz için 🙂
Yazan:sedef Tarih: Kas 10, 2012 | Reply
yüksek lisans ödevimin bazı kısımları için alıntı yapmak istiyorum. kitapların yayımlanma tarihini bulamadım maalesef
Yazan:my Tarih: Kas 10, 2012 | Reply
kitabin yayin tarihi 14 ocak 2010
Yazan:sedef Tarih: Kas 10, 2012 | Reply
teşekkürler
Yazan:Cengiz Cebi Tarih: Kas 10, 2012 | Reply
Soru: İnsan aklı zamanı anlayabilir mi?
Cevap: Anlayamaz, yani kavrayamaz.
Peki anlaşılmayan şey o kişi için “anlamsız” olmaz mı?
Aslında evet anlamsız olur.
Bir söz söylendiğinde zihninizde bir anlam oluşmuyorsa, zihniniz o sözün anlamına sahip değildir.
Oysa zaman dendiğinde zihnimiz o kadar da boş değil, bir şeyler var.
Hüner bu belirsiz olanı belirli yapmak.
Tümüyle anlamak anlamında zaman kavranır bir şey değil.
Ama zaten kavradığımız -temel- şeyler de çok değil.
Bir kavramı anlamak, onu daha genel ve bilinir kavramlar içerisinde bir yere yerleştirebilmektir.
Zaman aslında antik felsefenin iki temel kavramı olan “değişmezlik” ve “değişim” arasında bir yerde yer alıyor.
İlginç bir şekilde değişim için değişmezlik zorunlu.
Yani değişim bir yüklem ise onun bir öznesi olmalı.
Özne de -tanım gereği- belli bir değişmezlik taşır.
Böylece “değişmeyenin değişimi” gibi ‘çelişik’ bir kavramla karşılaşırız.
Değişmeseydik değişmeyen tarafımızı, değişmeyen tarafımız olmasaydı değişimi fark edemezdik.
Zaman kavramına bu iki karşıt yönümüz sayesinde sahip oluruz.
Yani değişeni değişmeyenle sürekli kıyaslayabilmemiz sayesinde.
Peki bu durumda zaman bizim için “anlaşılan” bir şey midir?
Bence değildir. Çünkü onu kendimizden ayırıp ‘kavrama’ şansımız yok.
Kendimizden/aklımızdan ayırıp karşımıza koyma şansımız olmayan hiçbir şeyi anlayamayız.
Bu bir zaaf değil, mantıksal bir imkansızlık.
Yazan:uğur coşkun Tarih: Eki 4, 2015 | Reply
Herşey sudan yaratıldığına göre zamanda da su var.şeytanda ve diğer yaratılmış herşeyde az da olsa mutlak suretde su bulunur.Tat alma duyusunu kaybeden zaman kavramını da kaybeder..iyi günler dilerim