Varlık bir harftir, sen onun anlamısın
By Mehmet Yılmaz on Eyl 24, 2010 in Akıl, hakikat, Hume, İbn-i Rüşd, Kâinat, Zaman Nedir?
Zaman ışığında Ben’lik meselesi
“…Değişik havaalanlarında uyanıyorsunuz. Seattle, San Francisco, Los Angeles. Chicago’da uyanıyorsunuz, Dallas’ta, Baltimore’da. Saat dilimi değiştiriyorsunuz. Bir saat kazanıyorsunuz, bir saat kaybediyorsunuz. Sizin hayatınız bu. Dakika dakika tükeniyor.[…] Her uçuşta minyatür bir hayat: Tek kullanımlık şeker, tek kullanımlık krem, tek kullanımlık tereyağı, kullanıp atılan yemek tepsileri, mikro dalga fırında ısıtılan yemekler, tek kullanımlık şampuanlar, minik sabunlar… Her uçuşta tanıştıklarım da tek kullanımlık arkadaşlar. […] Ya farklı bir saatte, farklı bir yerde uyansak? Farklı bir kişinin bedeninde uyanabilir miyiz? …” (Fight Club filminden)
Sakin bir Pazar öğleden sonrası… Sonbahar renklerine bürünmüş bir çocuk parkındayım. Fight Club’dan kalma bu cümleler hafızamda dipdiri. Tostluk taze kaşar gibi incecik dilimlendikçe, rendelendikçe Zaman bizden biz de Zaman’dan kopuyoruz sanki? Zaman’ın parçaları o anlar, o şimdi‘ler nasıl da anlamsızlaşıyor birbirinden ve bizden uzaklaştıkça… Uzaktaki kilisenin çan sesleri kulaklarımda. Çocuklar salıncakta (0b) sallanıyor… seyrediyorum. Yanımdaki termosta sıcak su var. Acı bir kahve hazırlıyorum kendime. Ağaçların dallarını takip eden gözlerim yukarı yöneliyor, bulutlara bakıyorum.
Bulutlar sabit bir hızla hareket ediyorlar. Gözlerim kâh sallanan çocuklara, kâh düşen yapraklara odaklanıyor. Yeniden gökyüzüne baktığımda az önceki bulutlardan eser yok. Yerlerine başkaları gelmiş. İçinde oturduğum park değil de dev bir saat sanki. Salıncakta ileri-geri sallanan çocuklar saniyeleri gösteriyorlar. Bir ileri, bir geri…
Gözlerimi belli bir frekansta açıp kapatırsam sallanan çocuğu sadece ilerideyken görüyorum. Sanki zaman durmuş gibi. “Eski” pozisyonlardan geriye kalan bir şey yok. Yolumu kaybettim. Fight Club’daki “anlatan adam” gibiyim. Her yeni andaki Ben’in eski Ben’ler ile AYNI Ben olduğuna dair kanıt arıyorum.
Zaman geçiyor ama bunu benim dışımda bir ispatı yok. Salıncağın eski pozisyonlarını hatırlıyorum. Olayların birbirini takip etmesi benim “içimde” bir yerlerde saklı. Peşpeşe gelme ilişkisini zihnen inşa etmişim hafızamda.
Demek ki salıncak-çocuk “zamazingosu” aslında Zaman’ı ölçmüyor. Neden? Çünkü benim dışımda geçen bir şey yok. Sadece içimde, hafızama kaydettiklerimle çakışan, kesişen dış bilgiler, algılar, gözlemler var. Çünkü Zaman’ın geçtiğine dair his ancak bunu hisseden, eski pozisyonları kaydeden ve yeni pozisyonları bekleyen birisi için vardır.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, yarısına geldiğim kahvem soğumuş. Soğudukça daha bir “uçak kahvesi” tadı almış. Bir kaç tane sararmış kuru yaprağın yere inişine gözlerimle eşlik ettim bu arada.
Geçen Zaman ve GeçMEyen Ben
Gözlerimin önündeki “Tabiat” aynı tabiat değil. Hemen her şey yer değiştirdi, dağıldı, dönüştü, kırıldı, soğudu. Her saniyede bir fotoğraf çekseydim 1 saatte 3600 kare olacaktı elimde. Birbirine çok benzeyen ama AYNI OLMAYAN 3600 çocuk parkı, 3600 kumdan kale, 3600 gökyüzü ve 3600 tane “Ben”.
Bütün bu fotoğrafları yan yana asmış olsam ve bu “sergiye” baktığımı düşünsem? Yanyana duran fotoğrafların temsil ettiği, homojen, tekdüze bir Zaman ekseni görüyorum. Fizikçilerin o meşhur T anlarına böldüğü Zaman ekseni. İyi ama bir de sergiye bakan Ben’in Zaman’ı var. Sergide ileri geri gittikçe, hatırladıkça, gelecekten korktukça ya da umuda kapıldıkça başka bir şeyin varlığını hissediyorum. Bir zarf, bir örtü gibi bütün bunları kucaklayan o kocaman Şimdi‘yi kasdediyorum. Bakılan fotoğraflar değişse bile aynı kalan “ziyaretçi” hangi Zaman’ın içinde?
Bilginin tek kaynağının algı olduğunu, algıda ise yalnızca duyumlarımızı bilebileceğimizi iddia etmek işte böyle dilimliyor insanın bir saatini. Bu bir saat içinde kaç hücrem öldü, yerine kaç yeni hücre doğdu? Değiştim yani parka geldiğimden beri. Hani Türk filmlerinde derler ya “değiştim, o bildiğin gariban köylü kızı değilim artık”. Ama yine de kelimelerin sonundaki -M takısı bize fiili yapan, derinlerde sabit kalan bir Ben’i ele vermiyor mu: değişti-M, değili-M .
Şimdi Zaman penceremi genişleteyim biraz. Saçlarım uzadığında, kilo aldığımda ya da tırnaklarımı kestiğimde değişmeden kalan bir şeyler var içimde. Kızlarım doğmadan önceki Ben ile sonraki Ben ne kadar farklı. Onlar doğmadan önceki “Ben” ben değil miydim? Ya çocukluğum, gençliğim?
Peki ya bir kazada kolumu ya da iki bacağımı birden kaybetsem? %50 Eksilsem?
Bir futbolcu için gerçek bir dram, ya benim için? Kitap okumama, kızlarımla oynamama engel değil. Mesleğime engel değil. Oy kullanmama? Bacaklarım olmasa da TAM, EKSİKSİZ bir vatandaşım. Gerek kendim gerekse ailem, devlet ve toplum bacaklarımın kopmasına rağmen Ben’de kalan, eksilmeyen bir şeyin varlığını kabul ediyor. Haklarım ve ödevlerim de TAM, EKSİKSİZ. Nereden biliyorlar? Hatırlıyorlar çünkü Ben’i. Hatta artık bilgisayarlar da bizi “hatırlıyor”. Göz bebeğimiz, parmak izlerimiz kaydediliyor. Zaman içinde AYNI kalacak olan ETLERiMiZiN dijital izleri.
“Düşünüyorum o halde varım” diyordu Descartes. Ben de Ben’i düşünüyorum, ailem, devlet ve komşular da düşünüyor Ben’i. Daha doğrusu hatırlıyorlar… Kanaatimce yanılmış Descartes, aslında şöyle demeliydi: “Hatırlıyorum, öyleyse varım!”. Evet, bunu sevdim. zira Descartes(1), Locke(2), Berkeley(3) gibi ampiristlerin algıya, deney ve gözleme dayalı duruşlarının sonuna kadar gidersek(4) çok kaygan bir zemine varıyoruz: “Şeyler ancak algılanabiliyorlarsa vardırlar”. Algıya dayalı objektif, ölçülebilir varlık iddiaları Zaman selinin akışına bir saniye bile dayanamıyor. Bunun için 5 duyu ile etraftan topladığım bilgiler sürekli değişirken, yazmakta olduğum şu yazı bile Zaman içinde AYNI kalamazken “Ben” kim oluyor da yıllar boyu AYNI kaldığını iddia ediyor?
Hatıralar yaşlanmaz
Parktan çıktım az önce. Kızlarımı eve bıraktım. Seine nehri üzerindeki bir adanın batı yüzüne dönük oturdum. Kucağımda bilgisayarım. Güneşin batışını seyretmek niyetim. Önündeki bulutlar nispeten hareketsiz durduğu için güneşin gökyüzünde “ilerleyen” pozisyonları bir saat gibi işliyor. Az önce sallanan çocukların yerine güneşi koydum. Kolumda saat yok ama Kâinat benim saatim. Tıpkı çocukların sallanması gibi içimde “süren” bir sürenin Şimdi‘leri ile çakışıyor güneşin her yeni pozisyonu. “Hareket” demiyorum çünkü hareket sanal bir varlık. Benim hafızam sayesinde oluşturduğum zihnî bir inşaat, bir kavram, bir ilişki belki de. Güneş sayesinde şunu fark ediyorum: Zaman geçmiyor, kocaman bir Şimdi‘nin içindeyim. Kâinat’taki her bir zerre hâl ve yer değiştiriyor. Bedenim de dahil buna. Ama Ben’im içimde süren, sabit bir şey var. Zaman’ın dışında değilse de Tabiat’ın Zaman’ına tabi değil. Ayrı bir takvimi var onun.
Hafıza ya da hatıralar söz konusu olunca iki ayrı varlıktan bahseder gibi konuşuyoruz çoğu kez. “Ben ve Hafızam” gibi. Meselâ:
- Hafızam beni yanıltmış,
- Hatırımdan çıkmış,
- Silinmiş hatıralar…
- Vs.
Sanki hatırladıklarımız bir sandıkta veya arşiv odasındaki dosyalarda saklıymış da gidip oradan arıyormuşuz gibi. Hafıza veya hatırlama fonksiyonu sanırım bir fonksiyon bile değil. Yani sindirim gibi, solunum gibi lazım olunca çalıştırılan bir elektrik süpürgesi gibi akletMEmek lâzım hatıraları. “Hatıralar yaşlanmaz” demişti bir psikanalist. Hatıralar ve o hatıralardan akan beklentiler, umutlar, korkular değil mi Ben’i Ben yapan? Ben ise hatıralarım olmadan bir Hiç’im. Geçmişte, arka sayfalarda, tozlu raflarda kaldığını sandığımız, bir ses, bir koku, bir lezzet ile adeta bir patlama gibi Şimdi‘ye akıveren hatıralar benliğimizin bir parçası (?kendisi) değil mi? Proust’tan dinleyelim:
“… ıhlamura banılmış kek parçasının lezzetini tanır tanımaz […] sokağa bakan gri renkli eski ev bir tiyatro dekoru gibi belirdi. Annemler için yaptırılan bahçedeki küçük ev, ve bunlarla beraber bütün şehir, öğle yemeklerinden önce gittiğim o meydan, alış-veriş yaptığım sokaklar, hava güzel olduğunda geçtiğim yollar. Hani şu Japonların eğlencesi var ya. Sıradan kağıtları su dolu bir porselene batırıyorsunuz da o ana kadar birbirine benzeyen kağıt parçaları renk ve şekil değiştirerek farklılaşıyor, çiçek oluyor, ev ve insan şekillerine giriveriyor. Aynı onun gibi bahçemizin bütün çiçekleri […], köylüler ve minik evleri, kilise, bütün Combeay ve çevresi adeta elle tutulur bir halde ıhlamur tasımdan dışarı çıktı” (Kayıp Zaman’ın izinde, Eserin orijinal adı: A la recherche du temps perdu”, Du côté de chez Swann, Marcel Proust, Folio classique, sayfa. 47)
Dil Faşisttir!… Ama çaresi vardır
Roland Barthes “dil faşisttir” demişti. “Zira faşizm söylemeyi engellemek değildir, söylemeye mecbur etmektir”. Katılıyorum, hepimiz bir dil hapishanesinde yaşıyoruz. Aklımızı çevreleyen dil, düşünce, konuşma ve maNTıK… Yani NuTuK adeta bir kuşu çevreleyen hava kütlesi gibi. Kuş kanatlarıyla o havayı iterek, adeta ona tutunarak uçuyor. Ama havanın direnci olmasa boşlukta kuş çok daha hızlı uçabilir değil mi?(5)
Materyalistler, pozitivistler, ampiristler hep bu NuTuK noktasında tökezliyorlar. Bütün bir Varlık bilgisini 5 duyu ile sınırlandırınca ancak parça parça algılayabileceğimiz Kâinat, Tabiat hatta ve hatta kendi hayatımız ve kendi Ben’liğimizin varlığı akledilemez bir hâl alıyor. Empirizmin ve Şüpheciliğin doruk noktasındaki David Hume’un satırları ne güzel ifade ediyor bu tökezlemeyi:
Bu parça parça algıları sentezleyerek bir aynılık (sameness) oluşturuyoruz zihnimizde. Bütün yaptığımız benzerlik ve illiyetten istifade etmek. Benlik sadece hissedilen (feeling) ama 5 duyu ile algılanmayan bir şey. Netice olarak Benlik sözlerle ifade edilen zihni bir oluşum, bir ilişkidir. Bellek, kimliği (identity) üretmez, keşfeder. […] İlliyet (causality) yani sebep-sonuç ilişkileri, determinizm ve kimlik insanların hayata tahammül etmek için ihtiyaç duyduğu vehimlerdir (illusions). Dil katılığı sebebiyle Varlık’ın değişimine rağmen aynı kalan hakikî Ben’i anlamaya engeldir. ( A Treatise of Human Nature)
Evet, “Dil Faşisttir!… Ama çaresi vardır” dedik. Nedir çaresi? Önce teşhisi koyalım, ardından da Aristoteles ve İbn Rüşd‘den yardım isteyelim: Kanaatimce bu “dil faşizmi” biraz NuTuK‘un tabiatından ama daha çok 1700’lerden itibaren başlayan bir “felsefe krizinin” ürünü. Batı insanı ve onun güdümündeki “büyük insanlık” zekâ olarak ilerlerken akıl olarak yerinde saydı. Bir ayağı iskelede, öteki ayrılan vapurda kalan yolcu gibi. Bilim ve teknolojide ilerledi ama bunları düşünmeyi unuttu insanlık. İlim yerini malumata bıraktı. Filozof dilsiz, bilim adamı sağır. Düşünürler düşünmüyor, bilim adamı bilmiyor artık. Bilim teknisyeni oldu. NE? sorusu değil NASIL? sorusu ile meşgul. Büyük insanlık sırtında kitap yüklü bir eşek kadar istifade ediyor ilimden ve fenden. Büyük insanlığın bütün bu ahval ve şerait içinde ürettiği felsefeyi(!) Bir pozitivizm eleştirisi isimli kitabımızda, çarpık siyaseti de Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu adlı çalışmamızda uzun uzun anlattık.
Faşist dilin çaresi elbette akıl. Pozitivizm ile kirlenmemiş akıl. Aşağıda sunacağım alıntı Zaman’ın bölünebilirliği ve insan aklının Zaman’ı kavrama yetisi konusunda çok net bir açıklama getiriyor. İbn Rüşd’ün Aristoteles’e yazdığı bir şerh(6) olan Telhîsu Kitabi’n-Nefs’in “Düşünme Gücü” adlı üçüncü makalesinden, sayfa 106 (Koyu satırlara dikkat edin özellikle!):
“[…] Aristoteles dedi ki : Bölünemeyen iki şekilde kullanılmaktadır : 1) Bilfiil ve bilkuvve bölünemeyen ve 2) bilfiil bölünemeyen ama bilkuvve bölünebilen. Bundan dolayı aklın uzunluk ve zaman gibi bilkuvve bölünebilen ama bilfiil bölünemeyen şeyleri bölünemez olmaları yönüyle bölünemez bir tasavvurla tasavvur ettikleri inkâr edilemez. Bu durum tıpkı her iki bakımdan da bölünemeyen şeylerin tasavvurundaki durum gibidir. Nitekim akıl bölünebilen bir zamanda mevcut bilkuvve bölünebilen şeyleri bölünemeyen bir zamanda bölünemeyen bir tasavvurla idrak edebilir. Çünkü zaman bir açıdan bölünebilir ve bir açıdan bölünemez şekilde bulunabilir.
Biri şöyle diyemez: Akıl ancak bitişik şeyler bölündüğünde onlara erişebildiğinden, bu tür şeyleri ancak parça parça tasavvur edebilir. Ama akıl onları bölmediğinde bilfiil olarak tek bir şey olarak aldığında bölünmüş bir tasavvurla bölünmüş bir zamanda tasavvur etmez. Fakat bir uzunluğun tasavvurda iki uzunluğa bölünmesinde olduğu gibi tasavvur böldüğünde zaman da bölünür.
Bilkuvve ve bilfiil olarak bölünmeyen şeye -ki bu nicelik değildir- gelince akıl onu nefsin bölünmeyen bir parçasıyla bölünmeyen bir zamanda akleder. Çünkü aklın kavradığı söz ve sözün içinde bulunduğu zamanın ikisi de bölünebilir. Fakat diğer taraftan onlarda bulunan bölünemeyen bir mânâ bakımından ise onlar gerçekte bölünemezdir. Zaman için an, doğruda nokta ve sözde anlam gerçekte bölünemezdir. Bitişikteki bu bölünmeyen anlam onu bir kılan şeydir. İşte akıl bilfiil bölünemeyen ve bilkuvve bölünebilen şeyleri ve hem bilfiil hem bilkuvve bölünemeyen -yalnızca arazî olarak bölünen- şeyleri bu şekilde tasavvur etmektedir. Ne zatı bakımından ne de arazî olarak bilkuvve ve bilfiil olarak bölünmeyen -nokta ve bir gibi arazî olarak bölünmeyen- şeylerin tasavvuru ise onların varlıkları bölünmeden yoksun olduğu için yalnızca arazî olarak olabilir.[…]”
Sonuç: Saatler Zaman’ı bilmezler
Saate bakarak Zaman’ı ölçebiliyorsam bu saatin sayesinde değil İnsan olan Ben’im sayemde oluyor zira saat de taş, toprak, bulut gibi sıradan bir cisim. Saat geçen Zaman’ı göstermiyor, her seferinde yeni bir Şimdi gösteriyor. Hakikaten sürmekte olan İnsan bütün saatlerden önce/üstte bir varlık derecesine sahip. Belki bedenimizi ve analitik zekâmızın tabi olduğu bir dışsal, Newtoncu/Kantçı zamandan bahsedilebilir. Ama bunun dışında İnsan olmamızdan kaynaklanan bizim vasfımız, belki de fıtratımız olan bir Zaman daha var. İnsan‘ın öleceğini bilmesi sayesinde idrak edebildiği bu ruhânî(?) Zaman’ın Martin Heidegger’deki Vorlaufen kavramından çok da uzağa düşmediğini tahmin ediyorum. Kendi ölümümüzün her an gelebilir bir Hakikat oluşu Hayat’a öyle büyük bir anlam katıyor ki İnsan‘ı anlamadan Zaman’ı anlamaya imkan yok, “MEŞGULİYET” zamanı ve “KAYGI” zamanı AYNI zaman değil:
“Var olan insan (Dasein), doğmuş ve ölecek olan, dünyaya “atılmış-fırlatılmış” insan (Geworfenheit) ikili bir yaşam sürüyor. Bir yandan meşguliyet ve endişeler içinde (Besorgen). Geçim derdi, haz veren uğraşları, ızdırap veren dertleri… Herkes gibi yapıyor. Kendini, varlığın anlamını ve ölümü düşünmekten alıkoyuyor onu bu günlük hayat (Alltäglichkeit). O kadar normal oluyor, o kadar “herkes gibi” (man) yapıyor ki kendisi olamıyor, kendisini bu yüzünden kaybediyor. Ama günlük hazlar, para, mevki, arkadaşlar yetmiyor yine de. O insan aynı zamanda bir yetim, ortada bırakılmış (Verlassenheit) sahipsiz bir çocuk gibi. Korkuyor, nereye gitse gurbette olmak, bu endişe verici yabancılık hissi (Unheimlichkeit) ölüm korkusundan da beter bir korku veriyor ona. Heidegger meşguliyet ve endişe (Besorgen) cephesine karşı olarak bir kaygı (Sorge) cephesi tarif ediyor. Ölümlü, sonlu olma hali (Endlichkeit) insanı birbirine zıt iki kuvvetin arasında bırakıyor: Unutturucu ve Hatırlatıcı…” İnsan aklı Zaman’ı anlayabilir mi?(2)
Notlar
0a° Başlıktaki “Varlık bir harftir, sen onun anlamısın” sözü Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerine aittir (1165-1239).
0b° Yazıda geçen ve Zaman’ı ölçme vehmini veren “Salıncak Zamazingosu” Henri BERGSON’un 1888’de yazdığı doktora tezi Essai sur les données immédiates de la conscience‘taki bir örnekten uyarlanmıştır.
1° Meditationes de prima philosophia (1641)
2° An Essay Concerning Human Understanding (1690)
3° A Treatise Concerning the Principles of Human Knowledge (1710)
4° Berkeley’in ünlü sözü “esse est percipi” ([var]olmak algılaNmaktır/algılamaktır) belki de Berkeley’in arzu etmediği yönlerde ve çok aşırı uçlara çekildi; bir Hristiyan din adamının asla onaylamayacağı bilimsel, felsefî ve siyasî projelerde yapı taşı olarak kullanıldı.
5° Kuş-Hava-Boşluk benzetmesi Immanuel Kant’a ait, Yalın Aklın Eleştirisi‘nden.
6° Bu metnin 21ci yüzyıl insanı olan bizler için önemli bir zorluk teşkil ettiği kanaatindeyim. Ancak verilen emek karşılığında elde edilecek “kazanç” hesaba katılırsa okuyucu ne kadar kârlı çıkacağını fark edecektir.
Aristoteles’in (İ.Ö. 300’ler) canlıların nefsi üzerine yazdığı, “Nefs Hakkında” – Peri Psûkhe (Latince: De Anima ; yunanca: Περὶ Ψυχῆς) son derecede ilginç bir eser(ing. fr.). Hissiyat ve aklın kullanılmasında bütün Batı felsefesini bugün bile etkilemekte olduğunu söylesek herhalde yanılmayız. Meselâ alıntı yaptığımız konuda (Zaman’ın bölünmesi ve aklın bunu kavraması) Henri Bergson’un (1859-1941) ısrarla üzerinde durduğu “Zaman’ın Mekânlaştırılması” (fr. spacialisation du temps) neredeyse birebir örtüşmektedir.
Dikkate değer ikinci bir nokta ise Batı’nın Yunan felsefesini meselâ Aristoteles’i İbn Rüşd (1126 -1198) gibi alimlerin sayesinde öğrenmiş olmasıdır.Meselâ konunun uzmanlarından Alain de Libera İbn Rüşd tarafından yazılmış tek bir kitabın 15ci asırda bile yüzlerce çevirisinin bulunduğunu, hemen her yıl yeni çevirilerin yapıldığını yazar.
Son olarak Telhîsu Kitabi’n-Nefs’i Türkçe yayınlayan Litera Yayınları’nın iç kapakta verdiği tanıtıcı bilgiyi paylaşmak isterim:
“Aristoteles’in en büyük yorumcularından biri sayılan İbn Rüşd’ün Psikoloji Şerhi Aristoteles’in Peri Psûkhe (De Anima) kitabı üzerine yazılmış bir Orta Şerhtir. (Telhîsu Kitabi’n-Nefs). İbn Rüşd Aristoteles’in eserlerine genelde iki tür şerh yazarken, 5 eserine üç tür şerh yazmış, bu eserlerden biri olan Peri Psûkhe üzerine küçük, orta ve büyük şerh olmak üzere üç ayrı yorum kaleme almıştır. Aristoteles felsefesinin kuşkusuz en önemli kitaplarından biri olan bu eserin anlaşılmasının tarihsel süreci içinde dahi biricik yolu, İbn Rüşd’ün yetkin yorumlarıdır. Önceki şarihlerin yorumlarını aşarak daha saf ve ‘orijinal’ bir Aristoteles’i ya da başka bir deyişle bugünkü Aristoteles’i doğru bir şekilde ortaya koymayı hedefleyen İbn Rüşd, kendi yorumları ve tercihleriyle bu anlayışı ileriye taşımayı büyük ölçüde başarmış etkili bir filozoftur. Elinizdeki eserine Aristoteles’i yakından izleyerek nefs (psûkhe-anima) hakkında araştırma yapmanın yöntemini tartışarak başlayan ve peşinden de antik dönem filozoflarının nefsin ne olduğuna dair görüşlerini belirterek devam eden İbn Rüşd, özellikle Aristotelesçilik anlamında önemli bir ayrım sayılabilecek olan faal akıl hakkındaki görüşleriyle felsefe tarihi içindeki konumunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Nefsin cevherliği, güçleri, duyular ve duyuların yetileri gibi konuların ayrı ayrı ele alındığı Psikoloji Şerhi özellikle zihin felsefesi ve epistemoloji alanlarında çağdaş felsefeyle ilişkiler ve paralellikler kurulabilecek nitelikli bir felsefî yorum sunmaktadır.”
Bu makale ilginizi çektiyse…
Derin Göz
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Derin İnsan
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
9 Yorum
Yazan:Atılım Ateş Tarih: Eyl 29, 2010 | Reply
Mehmet Bey,
Belki yazınızın ruhuna aykırı olacak, ama ben yazınızda geçen tezleri tek tek sıralayarak başlamak istiyorum. Bu sıralamayı yapmak zorundayım, zira aklım ancak bitişik şeyleri böldüğünde onlara erişebiliyor.
1) Zamanın geçişi aslında anların zihnimizde birbiriyle kıyaslanması sonucu algılanan bir fenomendir.
2) Zihin algılamadığında zamanın geçişinin anlamı kalmaz, çünkü zamanın geçişine dair bir kanıt kalmaz. Zamanın geçişini kaydeden, yani zamanın geçtiğini kanıtlayan, zihnimdir.
3) Ancak algının ötesinde, zamanın geçişini algılayan ve özünde sadece “şimdi” olan bir ben vardır.
4) Ve bir yandan da “şeyler ancak algılanabiliyorsa vardır” yaklaşımı kaygan bir zemindir. Zira şu an algıladığımız ile “az önce” algıladığımız birbirinden farklıdır. Öyleyse az önce algıladığımız şeyler, az önceki “ben” ne olmuştur? Az önce olan, algımızın dışına çıktığında yok mu olmuştur?
5) Anları birbirleriyle birleştirmek için sebep-sonuç ilişkileri kullanmak mümkün değildir, çünkü bu ilişkiler vehimden ibarettir.
6) İçimizde zamanın dışında olan ve aslında koskoca bir şimdiden ibaret olan, durağan bir şey olması bundan dolayı lazım gelir: Az önce olan yok olmuştur, ama ben buradayım. O zaman benim için, bilincim için, önce ya da sonra olmamalıdır.
7) Ya da benim içimdeki ben, algının ötesinde olmalıdır. Zira beş duyuma göre geçip gitse de, yok olsa da her şey, aslında içimde bir yerlerde sabittir, silinmemiştir. Bu içimdeki ben algıyla, beş duyuyla anlaşılamaz, mantıkla anlaşılamaz. Sebep-sonuç ilişkileri bunu açıklayamaz.
8) Dil de mantığın bir uzantısı olduğundan, “bir ben vardır bende benden içeru” demekten gayrı bir anlatımı olamaz bu hissin.
Umarım tezleri doğru anlayabilmişimdir.
Bu yaklaşımın temeli sanıyorum zamanın bölünmesinin yarattığı paradoks görünümü. Belki de benzer bir yaklaşımı Zeno’nun Okçu paradoksunda görebiliriz:
“Zamanın herhangi bir anında, okun hareket edebilmesi için ok ya o an bulunduğu yere gitmelidir, ya da o an bulunmadığı bir noktaya gitmelidir. Ancak, o an bulunmadığı noktaya gidemez, çünkü söz konusu olan sadece bir andır, ve şu an bulunduğu yere de gidemez, çünkü zaten oradadır. Diğer bir deyişle, zamanın herhangi bir anında meydana gelen bir hareket yoktur, çünkü o an bir fotoğraf karesi gibidir. Herhangi bir anda hareket yoksa hiçbir anda hareket yoktur, herhangi bir hareket imkansızdır.”
Deneyler bu gibi durumlarda çok işe yarar, oku atarsınız ve felsefenin ayaklarının yere basmasını sağlarsınız. Söz konusu paradoksu paradoks yapan, başlangıçtaki varsayımların isabetli olmamasıdır. Zaman niye bölünür sorusuna aklımıza sığsın diye cevap verebiliriz, ama zaman nasıl bölünür sorusu üzerine iyi düşünmezsek paradokslara çarpmak mümkündür.
Zeno aslında Calculus’un ilk adımını atmış diyebiliriz, zamanı o kadar küçük hücrelere bölmüştür ki o anlarda hareket kaybolmuş gibidir. Ama anlarda hareket yoksa, o anları birleştirince nasıl hareket olabilir? Belki de bu sorunun cevabı, anların birbirinden ayrılamamasıdır. Fizikçilerin T zamanı aslında dT’lerden, yani anlardan oluşur. Ancak bu anlar da her biri başka anlara bölünebilir parçalardır, matematiksel olarak tanımı budur. İstediğiniz kadar bölersiniz, yine de bölünemez bir ana gelemezsiniz. Limit teorisi bu yüzden vardır: Matematiksel olarak bu sonsuz bölünmeyi tanımlayabilirsiniz. Zamanın bu bölünmesine mukabil uzunluklar da bölünür, bu bölünmeye de dx diyebiliriz. Ne kadar bölerseniz bölün, uzunluğun sıfır olduğu bir noktaya ulaşamazsınız. Newton’a göre durum budur, ve daha bu aşamada Zeno paradoksu çözülmüştür. Anları birbirinden ayırdığınızda, Newton’un yaklaşımına göre, aslında arada bıraktığınız boşluk bir anlamda sonsuzdur, çünkü o boşluğa sonsuz başka an sığar. Hareket ise v=dx/dt olur, yani siz anları ne kadar bölseniz de hareket, hız, v değişmez. (Tabii bu tartışmanın ruhuna uygun olan sabit hızda hareketten bahsediyorum.)
Yukarıdaki paragrafın kısa özeti, zamanın anlara bölünemeyeceğidir. Newton fiziğinin de bu yonde bir iddiası yoktur aslında. Anlardan bahsedilir, ama bu bahsin altında yatan şey herhangi bir anın diğer anlardan kopuk olamayacağıdır. Eğer bir anı diğerinden koparırsanız, aradaki boşluğa sonsuz başka an sığar.
Sahip olduğumuz bilincin andan ana geçerken yok olmaması dolayısıyla zamanın üzerinde bir durağan yapıya sahip olması fikri de bu durumda çok anlamlı değil sanıyorum, çünkü anları koparamadığımızda andan ana geçmek diye bir bahis de mümkün olmuyor. Dikkatinizi şuna çekmek isterim: “Bir ben vardır bende benden içerü” yaklaşımını yanlışlamak amacı taşımıyorum. Sadece, benden içeri olan ben’e yaklaşmak için bu yolu seçmenin ne kadar doğru olduğunu sorguluyorum.
Bu şekilde anları birbirinden kopartılamaz olarak yeniden tanımlarsak, saatlerin zamanı göstermesi konusuna da gelebiliriz. Zamanı yaratan bilinç midir, yoksa bilinç en başından beri zamanın içine doğduğu için ona göre mi şekillenmiştir? Zamanın bizim dışımızda da geçtiğini gösteren deliller var: Bu delillerin en başında gözleyebildiğimiz evrende sebep-sonuç ilişkilerini manipüle ederek geleceğe yönelik beklenti oluşturabilmemiz geliyor. Bilimi bir kenara bırakıp karşıdan karşıya geçmeye odaklanın: Araba geliyorsa yola adım atmazsınız, çünkü arabanın hareketinin sizin hareketinizle bir araya gelmesinin sonucunu kestirebilirsiniz. Anlar birbirinden koparılamadığı için, süreğenlik içerisinde gözlediğiniz hareketlerin sonuçlarını kestirebilirsiniz. Şimdi bilimi işin içine katarsak, benzer sebep-sonuç ilişkilerinin makro düzeyde de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Suyu ısıtırız, kaynar. Kaynar, çünkü moleküllerin kinetik enerjisi molekülleri birbirlerine bağlayan elektrostatik kuvvetleri yenecek seviyeye gelmiştir. A maddesini B maddesiyle etkileştirirsek C maddesi çıkar, çünkü… Eğer gözlenebilen evrende neden-sonuç ilişkileri hakimse, ve neden-sonuç ilişkilerinde nedenle sonucu ayıran şey zamansa, öyleyse zaman bizim dışımızda da vardır diyemez miyiz? Sizin buraya koyduğunuz çok güzel bir yazı vardı. Entropi kavramıyla zamanın geri döndürülemezliği de ortaya konmuş oluyor.
Bu noktadan hareketle dilin ve bilimin meramına gelmek istiyorum. Dil, insanlar arasında öyle veya böyle edinilmiş bilginin aktarılmasına yarayan araçtır, kaba bir tanımla. Bilgiyi belki sadece beş duyuyla alamayız, ama öyle ya da böyle beş duyu da bilgi kaynağıdır. Daha da önemlisi, beş duyuyla aldığımız bilgileri değerlendirerek geleceğe yönelik tahminler yaparız. Elmalılı Hamdi Yazır, Mettalib ve Mezahib’in önsözünde “Akıl zanda isabet etmek ve olmuş vesilesiyle olacağı bilmektir” sözünü Amr İbni As’a atfetmektedir. Yani bir bakıma aklın temel işlevlerinden biri sebep sonuç ilişkileri kurmaktır. Dil ise gerek bu ilişkileri kurma biçimimizi, gerekse çıkardığımız sonuçları diğer insanlarla paylaşmaya yarayan araçtır. Bu paylaşımla akıllar birbirlerine katılır, bir kişinin tek başına keşfedemeyeceği sırlar birlikte düşünerek açığa çıkarılır. Bilim ise, algıladığımız şeyleri anlatmaya yarayan bir başka dil olmanın yanında bilginin güvenilirliğine dair belirli kıstaslar koyan bir yapıdır. Bilimsel olarak güvenilir bilgi, öncelikle başkasına aktarabildiğiniz bilgidir. Daha da önemlisi, güvenilir bilgi bir şekilde farklı yollardan gidilerek tekrar ulaşılabilen bilgidir.
Bu tanım acaba hayatan çok mu kopuk? Sanmıyorum, zira bilginin güvenilirliği için biz de benzeri kıstasları farkına bile varmadan kullanıyoruz. Belki de bilginin güvenilirliğine dair kıstaslar, dil ile aktarılan her bilgi için geçerlidir. Düşünün, Allah isteseydi tüm kullarının aklına ve kalbine bilinç ve iman yerleştirebilirdi. Ama insanlara dil ile erişti. Belki insanlar akıllarını birbirine katıp düşünsünler diye, belki aynı zamanda bilginin güvenilirliğini korumak için. İnsanlar başka yollardan elde edip dile getiremedikleri fikirlerle başa çıkamayacağı için belki de Vahiy dile geldi.
Son nokta olarak dilin (ve dolayısıyla bilimin) faşizmine değinmek istiyorum. Dil, var olan kalıplar dolayısıyla bizi söylemeye mecbur bırakırken kendisini değiştirilemez ilan etmiyor. Bakın zamanla diller nasıl değişiyor: En dramatik değişimi bilimin farklı alanlarında kullanılan dilde görmek mümkün. Algımız geliştikçe, farkındalığımız arttıkça, yeni şeyler gördükçe ve düşündükçe dile eklemeler de yapıyoruz. Eğer bu dilin felsefeye getirmesi beklenen gelişim sekteye uğruyorsa, bunun sebebi daha ziyade filozofların bilgisizliği, bilim adamlarının ise ilgisizliğidir kanımca.
Hatta sorun, felsefenin üçyüz yıl önce doğa bilimleri üzerinde sahip olduğu hakimiyeti bugün hala korumaya çalışmasıdır bence. Artık var oluşa dair yeni bir dil gelişti, ve günümüz filozofları bu yeni dili konuşamıyorlar. Daha da kötüsü, bazen bu dili öğrenmek yerine bilimi dışlayarak metafizik alanda kalmakta ısrar ediyorlar. Dili konuşamıyorlarsa düşünceyi nasıl paylaşacaklar? Filozoflar evreni anlatmaya yarayan bu yeni dili bilmiyorlarsa, bu dil yoluyla anlatılabilen yeni keşifleri nasıl sindirecekler ve var oluşun anlamına nasıl katacaklar?
Bu dili bilmeyince, filozoflar ya pozitivist oluyorlar, çünkü anlamadıkları dil onlara büyü gibi geliyor ve her şeyi çözer sanıyorlar, ya da insanlığın akıl menziline giren birçok şeyi hala metafizik çerçevesinde irdelemekte ısrar ediyorlar.
Uzun bir yazı oldu, kısaca toparlamak istiyorum:
Zamanı oluşturan anlar birbirlerinden kopuk olarak düşünülünce Zeno’nun okçu paradoksuna benzer paradokslarla karşılaşmak mümkündür. Ama anlar bir süreğenlik içinde birbirlerine bağlı olunca bu tip paradokslar çözülür. Böylece benliğin zamanüstü bir şimdi içerisinde tutulmasına gerek kalmaz. Ama bu benden içeri bir ben olmasına engel değildir, öyle bir iç-benin varlığı başka yerlerde aranabilir.
Dil ise bir bilgi aktarım aracı olarak işlev görmenin yanı sıra bilginin güvenilirliğini de sağlayabilecek bir yapı olabilir. Zira aynı gerçek yeri geldiğinde farklı dillerle de anlatılabilir. Bilim de esasında bir dildir, ama aynı zamanda bilgi güvenilirliğine ve bilgi edinmeye dair bir metoddur. Sebep-sonuç ilişkileriyle bağlı ve mantıkla işlenebilen bilgi belli bir güvenilirliğe sahiptir. Ancak başka metodlarla elde edilen ve mantık/nutuk dışı olan bilginin aktarımı ve güvenilirliği bir sorundur.
Dil dinamiktir, algımız geliştikçe geliştirilmeye müsaittir. Fakat günümüzde filozoflar bilimin geliştirdiği yeni dili ve algımıza getirdiği dinamizmi içselleştirmekte zorlanmaktadırlar. Bilimsel metodların tek bilgi kaynağı olmaması, bu metodların bilgi kaynağı olarak değerini küçültmez.
Bu nedenle benliğe, zamana, mekana, evrene, yaratılışa bakarken bilimin gelişen dilini konuşamamak, bizi yüzlerce yıl önceki tartışmaları tekrarlamaya mahkum edebilir.
Selamlar,
Atılım Ateş
Yazan:MY Tarih: Eyl 29, 2010 | Reply
Atilim Bey Selam,
Yorumunuzu hakkiyla okuyup, anlayip uygun bir cevap yazmak için Zaman’a ihtiyacim var 🙂
sunu yine de söylemeden geçemeyecegim: Parçalamak ANLAMANIN hem dostudur hem de düsmani, asagidaki resim üzerine tefekkür etmekte fayda var:
ama bu arada sizin Zaman’iniz olursa analitik zekâ’nin parçalayici etkisinden kaynaklanan körlük konusunda daha önce yazdigimiz bazi yazilari önermek isterim,
Derin Insan kitabinin sonundaki Güzellik Matkabi ve asagidaki yazi:
…” YAZININ TAMAMI
Yazan:ruhan Tarih: Eyl 30, 2010 | Reply
SEVGİLİ MEHMET YILMAZ,
UZUN YILLARDAN BERİ ZAMANI BEYNİMDE SORGULAMAKTAYIM.SİZİN YAZINIZ YİNE ARAŞTIRMACI KİMLİĞİNİZİN NE KADAR MÜKEMMEL DÜZEYDE OLDUĞUNU BİR KERE DAHA GÖSTERDİ.ULAŞAMAYACAĞIM DÜŞÜNÜRLERLE SİZİN YAZINIZDA BULUŞTUM.RAHMETLİ ŞEFİK CAN HOCANIN YILLAR ÖNCEKİ BİR DİNLETİSİNDE BULUNMUŞTUM. ZAMAN MELEĞİNDEN BAHSETMİŞTİ.TASAVVUF EHLİ BU DEĞERLİ ZATIN SÖZLERİNİ HİÇ UNUTMADIĞIMI ANLADIM.
GİRİŞ BÖLÜMÜNDEKİ CÜMLELER BENİ ÇOK ETKİLEDİ. AKICI USLUBUNUZLA ZAMAN KAVRAMINI NE GÜZEL VERMİŞSİNİZ.
ZAMANI DÜŞÜNDÜKÇE İÇİM ÜRPERİR O DEĞERLİ ANLARI BOŞA GEÇİRMEMEK İÇİN ÇIRPINIRIM.NEDENSE ARKAMDA O ANLARIN İZLERİNİ KAZIMAK HOŞUMA GİDER.YAZDIĞIM BİR KİTAP,YAPTIĞIM BİR RESİM VE DE ÇEKTİĞİM BİR FOTOĞRAFA YILLAR SONRA BAKTIĞIMDA ZAMANI ONLARIN İÇİNE ZAPTETTİĞİM İÇİN GARİP BİR KEYİF ALIRIM.GÖNLÜNÜZE SAĞLIK
Yazan:MY Tarih: Eki 1, 2010 | Reply
Atılım Bey tekrardan selam,
Son zamanlarda okuduğum en uzun yorum oldu ancak aynı zamanda en dolu, en zengin yorumlardan biri. Benim yazdığım makalenin daha doğrusu onu taşıyan sayfanın değeri ikiye katlandı sayenizde. Hem yazıyı okumaya hem de yorum yazmaya ayırdığınız vakit için teşekkür ediyorum.
“Zaman Nedir?” adlı yazı dizisi bir ortak düşünce projesi. Yani yıllardır kurulmuş bir teoriyi anlatma ve savunma amacından çok etkileşim amacı güdüyor. Bu bağlamda yorumunuza kelime-kelime yanıt vermekten çok ANA EKLEM diyebileceğim noktalara tepkimi vereceğim.
Öncelikle yazının tezlerini listelediğiniz ilk kısıma itirazım yok. Belki kullandığınız bütün kelimelere aynı anlamı yüklemiyorum ben ama bundan emin olmadığım için itiraz da etmedim.
Şimdi sizin yazınızdan parçaları koyu yazarak cevap vereyim:
Aslında Zenon’un oku veya Aşil’in yakalayamadığı(!) kaplumbağa bilimsel bir problemi değil düşünsel bir problemi gösteriyor. İnsanlar Hakikat’i anlamak için kurdukları modelleri bir zaman sonra Hakikat’in kendisi ile karıştırabiliyorlar. Neden böyle diyorum? Meselâ Hakikaten “hareket” diye bir şeyin olduğunu düşünüyorum. Bunu bölemezsiniz. Bir fayda elde etmek için küçük parçalar halinde düşünebilirsiniz. Hesap kitap yaparsınız. Ama bilimsel model ile bilimin konu aldığı Tabiat aynı şey değildir. Hareket = konum(1) + konum(2)+… derseniz aldanırsınız. Türev ve limit de anlamak istediklerimize “yaklaşmak” için kullanışlıdır ama Hakikat’in kendisi değildir.
Ben sevindiğimi anlatmak için konuşurken bir kelimenin ortasına geldiğimde bunu nasıl modellendireceğiz?
Sevinç = Hormon X + Yüz ifadesi Y + “ç + o + k + s + e + v + i …” ? Kanaatimce parçalanamayacak, modellendirilemeyecek şeyler vardır. Bu bilimi gereksiz ya da hatalı yapmaz. Bilim adamı da bilimsel araştırmalara, laboratuar sonuçlarına bakarken bir adım geri atabilmelidir.
Bir kuşun hakikaten uçması ve bu uçuşu seyreden Ben’in hissettikleri bilimin konusu değildir. Bu uçuşun fiziken açıklanması, aerodinamik formüller, o kuş uçarken çekilmiş fotoğraflar Hakikî Uçuş ile aynı şey değildir.
Bir taşın düşmesini açıklarken “yerçekimi kanunu” diyoruz. Sonra bazı bilim adamları epistemolojik bir hata yaparak Hakikat’in bu kanunlara uymasını bekliyor!
Oysa biz keşfetmeden önce neredeydi bu kanunlar? Ve bunların icra makamı neresiydi? İcra derken sadece bilimsel kanunları değil her türlü zihinsel üretimi kastediyorum. Bir kaç örnekle ifade edeyim:
1) Türk ceza kanunlarını Türk polisi ve Türk adaleti uygular, icra makamı karakollar, mahkemelerdir.
2) Mozart’ın yazdığı bir senfoniyi çalmadığınız sürece o senfoni “mümkündür” ama yoktur. Bir keman veya bir orkestra bu senfoninin icra makamı olur.
Bilimsel kanunların icra makamı neresidir? Nasıl oluyor da Mars’taki bir taş parçası ile dünyadaki taşlar aynı kanundan haberdar? “Ben bugün düşmek istemiyorum” diyecek bir taşa kanunları hatırlatacak kâinat polisi ve kâinat mahkemesi nerede?
Buradan anlıyoruz ki sebepler kudret sahibi değildir. Tabiat’taki hakiki olayları açıklamak için keşfettiğimiz / icad ettiğimiz kanunlar o kadar da kanunî değildir : -)
Sebep sonuç ilişkileri yoluyla ürettiğimiz objektif bilgi benim görüşüme göre tek bilgi tipi değildir. Gezegenlerin hareketini, böceklerin üremesini açıklayan tabiat bilimleri de yine bence tek bilim türü değildir. Sebep-sonuç zincirlerine ve tümevarım yöntemine haddinden fazla güvendiğinizi düşünüyorum. Derin insan kitabından bir örnekle tümevarım yönteminin kırılganlığına dikkatinizi çekerim:
Bu sözlerinze aynen katılıyorum. Ancak hemen ardından yazdıklarınız teraziyi bilimden yana biraz bozduğunuz izlenimi uyandırdı bende : -)
Felsefenin hakimiyetini korumaya çalışması tek sorun değil. Bazı bilim adamlarının felsefî ve dinî tercihlerini bilimsellik kılıfı içinde bize yutturmaya çalışması daha büyük bir sorun. Meselâ “yerçekimi sayesinde Tanrı’ya gerek kalmadı” diyecek kadar uçuk adamlar türedi.
O “artık” kelimesi fazla oldu : -)) Tabiat bilimlerinin MUTLAK üstünlüğünü(!), metafiziğin yokluğunu(!)/saçmalığını(!) savunan insanlar hep olmuştur. 12ci asırda dehrîlik, daha sonraları ampirizm, bilimcilik, pozitivizm, materyalizm vb bayraklar altında savunulan duruş kanaatimce aynı çekirdekten türemiştir. Madde’ye Mânâ yüklemeye gayret eden, tabiat bilimleriyle, objektif bilgi, deney – gözlem- ölçüm ile HER ŞEY’in açıklanabileceğini savunanlar hep olmuştur.
Kısmen doğru. Ama bilgiyi paylaşmanın tek yolu objektif bir ifade ile paylaşmak değildir. Meselâ evlât acısı çeken iki insan hemen hiç konuşmadan bir bakışla, bir iç çekişle birbirlerini anlayabilirler:
Dehrîlikten Pozitivizme konunun hâlâ tartışılmakta olması bile Mânâ mevzunun tabiat bilimlerinin kapsama alanı dışında olduğunu göstermiyor mu? Evet, bilim adamı da filozof da haddini bilmelidir. Kâinat’ın muaZZaM’lığı mükemmel bir tevazu dersidir…
Hem de herkes için. Ne demisler? ölelim de görelim : -)
Yazan:Atılım Ateş Tarih: Eki 2, 2010 | Reply
Mehmet Bey,
Cevabınız için teşekkür ederim. Aslında pek çok noktada paralel düşünüyoruz, ancak siz hakikati arayış için diğer metotların yanına bilimsel metotların konmasına kesinlikle karşıymış gibi bir profil çiziyorsunuz sanki. Benim de itirazım zaten bu noktaya: Bilimin hakikate dair anlayışımızı yansıtmaya yarar bir dil olduğundan bahsetmem bundandı. Hakikati anlatmaya çalışırken nasıl Türkçe kullanıyorsanız, bilimin dilini de kullanabilirsiniz demek istemiştim.
Bilim dilinin bir parçası olan, ama tamamı olmayan, metodolojilere yönelik eleştirilerinize bazı karşı eleştirilerim var. Belki bilime olan güveninizi biraz olsun arttırabilirim diye umuyorum. Yalnız, “pozitivist” ya da “bilimci” gibi bir yafta yememek için tekrar şu yaklaşımımı vurgulamak istiyorum: Bilim bir dil geliştiriyor, hakikatin tamamını ya da özünü ya da manasını anlatmak için değil ama hakikate dair bir şeyleri anlatmak için. Herhangi bir dilden farkı yok. Yalnız, nasıl çölde konuşulan bir dilde buza ve soğuğa dair pek kelime bulamazsanız, günlük konuştuğumuz dilde de hakikate dair dile getirilemeyen bazı şeyler vardır. Bu bazı şeyleri bilim diliyle anlatırız. Tutup da bilim dilinden aşk şiirleri yazılmasını beklemek tabii ki abestir. Ama aşk, adalet, merhamet tek hakikat değildir. Dahası var, her zaman vardır. Bu nedenle aşkı formüle etmeye çalışan bilim adamıyla bilimi dışlamaya çalışan filozofun ortak noktası, ikisinin de hakikatin bir yanını daha en baştan gözden çıkarmış olmalarıdır.
Bilimin de hakikate dair bir şeyler söyleyebileceğini (tekrar tekrar vurguluyorum, herşeyi değil ama bir şeyler söyleyebileceğini) anlatmak tek amacım, çünkü tepkisel davranarak bilime haksızlık yaptığınız kanısındayım.
Verdiğiniz hindi örneği tümevarımın zayıflığının değil, tümevarım için gerekli bilgileri toplarken algımızın ve aklımızın kapasitesinin yetersiz kalışının örneği: Hindide eğer etraftaki diğer hindilerin birer birer eksildiğini gözleyecek kapasite olsaydı o çiftlikte kalmazdı. Hakikate varmak için tek kişinin akıl melekelerinin yetersiz kalacağı benim de savunduğum bir nokta, bu nedenle hakikate dair algılamalarımızın ortak bir dile dökülebilmesi gerektiğini ve bilimin de bu doğrultuda iyi bir araç olduğunu savunuyorum. Çiftlikte olan biteni konuşabildiğimiz için, belki bazılarımız kurban gidiyoruz ama, çoğumuz kurtulup yola devam edebiliyoruz.
Bilime karşı getirdiğinizi çok sık duyduğum “evlat acısı” örneğini yanlış buluyorum. Yanlış, çünkü analiz metodunu anlatış biçiminiz yanlış. Analiz bir bütünün nasıl çalıştığını anlamak için yapılır. Televizyonun nasıl çalıştığını anlamak için balyozla vurarak dağıtırsanız, ı,a,e,ı,â,L,v,t,s,c elde edersiniz. Bu analiz değil, kontrolsüz şiddettir. Önce çalışır haldeyken düğmelerine basarak test eder, sonra doğru aletlerle kapağından başlayarak sırayla söker ve söktükçe olan değişimleri irdelerseniz, belki televizyonun nasıl çalıştığını anlayabilirsiniz. Ya da tek hücreli bir canlıyı ele alın: Yapısını incelemeye asitte çözerek başlarsanız ı,a,e,ı,â,L,v,t,s,c elde edersiniz. Ama önce mikroskopta inceleyip etrafındaki başka şeylerle nasıl etkileştiğini izlerseniz, onun da nasıl çalıştığına dair bir fikriniz olmaya başlar.
“E.v.l.â.t. A.c.ı.s.ı”: Bu kelimeleri olduğu gibi bir İngiliz’e söyleyin. Ne oldu? Nerede mana? Evlat ve acısı olarak analiz edip, bu iki kelimenin kullanıldığı yerlere bakarak oradaki acının kebaptaki acı olmadığını anlayıp, ingilizceye çevirirseniz bir şansınız olabilir. Sorrow for the loss of one’s child dersiniz mesela. Ya da bu çeviri işini benden daha iyi kıvırabilecek biri daha iyi bir karşılık bulur. Manaya gelince: Aklın bittiği yer tabii ki var, ama aklın ne olduğuna dair örneği akıl içermeyen kontrolsüz şiddetten verirseniz akıl başlamaz bile. İzin verin akıl bir başlasın, beraberinde de farklı yöntemleri kullanalım manayı kavramak için. Ve manayı aramak için objektif bilgi bir başlangıç noktası da olabilir. Düşünün, evlat acısı çeken biri göz göze geldiği her iç çeken insanı da kendisi gibi mi bilir? Acımızı önce konuşarak paylaşmaz mıyız? “Çocuğum öldü” objektif bilgisi olmadan subjektif acısını karşısındakine nasıl hissettirecek insan?
Yerçekimi kanunu üzerinden bilimin dil olarak işlevini daha da açmak istiyorum. Elmayı elinizden bırakırsınız, düşer. “Düştü” dersiniz. Neden düştü diye sorsam, ne dersiniz? Ya da elma ayağıma düşünce pek bir şey olmuyor, ama çekiç ayağıma düşse acıyor. Niye: E çekiç daha ağır. Ağır olunca daha mı hızlı düştü? Çünkü ayağımı taşa yavaş vursam bir şey olmaz, ama hızlı vursam acır.
Bakın günlük konuştuğumuz dil ile ve kıyaslamalarla nereye geldik. Halbuki yerçekimini fiziksel olarak formüle edip de anlatırsak, meselenin hızdan ziyade kuvvet olduğu ortaya çıkar. Hangisi hakikate daha yakın oldu sizce?
Yerçekiminin ne olduğunu bilmiyoruz, sadece nasıl çalıştığını biliyoruz: Yeni dil sayesinde. Bu dili hiç konuşmasak hakikate nasıl daha yakın duracağız, ben bunu anlayamıyorum. Hakikate daha da yaklaşacak başka bir dil mutlaka gelecektir, o dil gelene kadar elimizdekiyle idare edeceğiz mecburen diye düşünüyorum.
Gelelim bilimsel kanunların icra makamına: Bilimsel kanun insanın koyduğu kanun değildir, insanların gözlemlerini diğer insanlarla paylaşma biçimidir. Gözlediğimiz fenomenin altındaki gerçek sebep ise, ateist biri için henüz tam algılayamadığımız daha derin bir kanun olabilir, ama inananlar için şeriattır. Evrenin düzenini kim kurduysa O’na ait kanunlardır yani. Bu nedenle sebep-sonuç ilişkileri sebepte kudret olmasını gerektirmez. Aksine, taş eğer “ben bugün düşmek istemiyorum” deseydi, o zaman kudret sahibi olurdu.
Kısaca hakikat kimsenin tekelinde değil. Hakikati kendi tekellerinde gören bazı bilim adamlarına karşı duyduğunuz tepkiyi anlıyorum, ama hakikati sadece sezginin tekelinde görmek gibi bir yaklaşım içindeymişsiniz gibi geliyor bana. Bu yaklaşımınız adalet duygumu zedeliyor, tek meramım budur.
Esas yazınızdaki zamana ve zamanla bağlantılı olarak benliğin nasıl var olduğuna dair tefekkürünüze, zamanın bölünmesi konusunda farklı bir bakış açısı getirerek bir zenginlik sağlayamaz mı bilimin dili? Tek anlatmaya çalıştığım, bilim dilinin bu tarz tefekküre zenginlik getirebileceğidir. Bilimin hakikati anlatma teşebbüslerini yok sayarak yapılan arayışları yarım görüyorum. Bazı bilim adamlarının kibirine kızıp da bilimi dışlamak, gavura kızıp oruç bozmaya benziyor.
Selamlar,
Atılım Ateş
Yazan:MOR Tarih: Eki 2, 2010 | Reply
Sayın Mehmet Bey,
Sizin yazılarınızı keyifle takip eden biri olarak yazıyı okurken ki defalarca okumam gerekiyor tam olarak irdeleyebilmek için aklımda yorum olarak yazabileceğim birşeyler vardı fakat Atılım Beyin yorumunu okuduktan sonra vazgeçtim.Bu kadar yoğun bir yazıya ancak bu şekilde katılınabilir.İkinizinde yüreğine ve emeğine sağlık…
Sevgi ve saygılarımla..
Yazan:MY Tarih: Eki 3, 2010 | Reply
Mor Hanim selam,
aslinda yazi o kadar agir degil, bizler de siradan insanlariz est. Ama okumaya alisik oldugumuz turden farkli.
bir baska yazima koydugum girizgahi bu yazi icin de tavsiye ediyorum. Derin insan, derin göz ve Zaman Nedir? serisi böyle okunmali yani et-gözü kapatip “derin göz” ile bakarak 🙂
Yazan:MY Tarih: Eki 4, 2010 | Reply
Atılım Bey,
Daha önceki konusmalarimizdan bu yana degisen pek bir sey olmamis, tabiat bilimlerinin yeri, yöntemleri ve sinirlari konusunda hemfikir degiliz. Yakin zamanda da olmayacagiz 🙂
Saygilar
Yazan:Atılım Ateş Tarih: Eki 4, 2010 | Reply
Mehmet Bey,
Aksine, daha önceki konuşmalarımızdan beri çok şey değişti. Bilimin ve teknolojinin bir dil olarak işlevi üzerine yeni yeni düşünüyorum. Bu aralar The History and Philosophy of Technology isimli kitabı okuyorum, bu konuda yapılmış bir konferansta sunulan makalelerin derlenmesiyle oluşturulmuş. Aslında 1973 yılından kalma bir kitap, yani bilim ve teknolojiye dair heyecanın hala canlı olduğu dönemden kalma. Bu anlamda biraz eski diyebilirim. O kitapta gördüm bu fikri ilk olarak.
Bence tabiat bilimlerinin sınırları konusunda iki farklı tavra sahibiz: Siz kendi aklınızda bir sınır belirlemişsiniz ve bu nedenle sürekli aksi istikamete gidiyorsunuz, bense sınırı bulmak için üzerine doğru gidiyorum.
Selamlar,
Atılım Ateş