Republic of Turkey (Hindi Cumhuriyeti)
By Yusuf Mehmet Bahadir on Eki 14, 2010 in Akıl, atatürkçülük, Kemalizm, Osmanlı, Resmî Tarih, Tarih
Doğrusu, mevcut cumhuriyetimizi nasıl adlandırmalıyım, bu konuda çok kararsızım. İnsan merkezli “Demokratik bir Cumhuriyet” olması gerekirken, millet olarak ancak “Muz Cumhuriyet”lerinde görülebilecek uygulamalara ve Cumhuriyetin Vesayet taraflarına tanık olabildik çoğu zaman.
Kendi zihniyetleri doğrultusunda, beni adam etmeye uğraşan sözde aydın pozitivist entelektüel, bana sürekli, yere göğe sığdıramadıkları, kıymeti kendinden menkul “Cumhuriyet Kazanımlarından” bahsetti yıllar yılı…
Oysa, bu kazanımların ne ya da neler olduğuna dair derin şüphelerim var benim. Hatta biri beni ikna edene kadar, şüphe bile etmiyorum…
Aslında, küçük ve mutlu azgın bir azınlığın amentüsü haline gelmiş dogmatik bir zihniyetti karşımdaki. Sorgulanamazdı, zira devletin temel kurumlarını sorgulamaya ya da dünyadaki benzerleri ile mukayese etmeye başladığınız zaman, malum zihniyet hemen bir savunma ve saldırma pozisyonu alıyordu. Kutsalıma dokundurmam refleksi ile hareket ediyor ve hatta sizi, yobaz olarak yaftalayıp dışlayabiliyor ve sonuçta kendine sürekli iç düşmanlar üretebiliyordu. Geçen onca sancılı ve acılı yıllar ve hatta tecrübelerimiz “Cumhuriyet Kazanımları” hakkında bize yeterince bilgi veriyordu zaten. İşte Kazanımlarımızdan bazıları (Sanırım bunu demek istiyorlar?);
– Halkın yönetimini, halkın yönetiminden çok halk adına halkı yönetme üstünlüğünü kimselerle bölüşmeye yanaşmayan bir avuç bürokratın kurduğu rejim…
– Rejimin halka ait olduğu değil, halkını rejime karşı “tehdit ve şüpheli ve hatta düşman” listesinin başına koyan devletçi ve ittihatçı bir anlayış…
– Siviller işi berbat ederse gelip askerler düzeltir ve darbe meşru olur” zihniyetindeki adamların egemenliğine hoşgörüyle bakan bir idare tarzı. Ne de olsa “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” klişesi. Vs…
Hatta olağanüstü akıl almaz kazanımlarımız da söz konusu…
Birinci Cumhuriyetle gelen, bol kanlı, gözü yaşlı Dersim kazanımlarımız var mesela !!! İstiklal mahkemelerinde suçsuz yere asılan onca günahsızın ahu zarı gibi kazanımlarımız var örneğin. Dahası, Varlık vergisi, 6-7 eylül olayları gibi gayri müslimlere reva gördüğümüz utanç verici kazanımlarımız var. “Şapka giymeyiz” diyerek sadece sözlü tepki gösteren bir halkın üzerine ateş açmak hatta bir şehri savaş gemisiyle bombalamak gibi akıllara zarar kazanımlarımız da var bizim…
Yine birinci Cumhuriyetin bizzat muğlak bir ifadeyle tanımladığı, kendinden olmadığı için (belki de paranoyak korkularından dolayı), ortaya çıkardığı hayali ve farazi vatan hainlerinin bolluğundan dolayıdır ki, sürekli vatanını kurtarmak zorunda kalan, sözde vatansever birileridir mesela kazanımlarımız. Ergenekondur mesela…
27 Mayıs’tır, 12 Mart’tır, 12 Eylül’dür, 28 Şubat’tır, 27 Nisan’dır, Balyoz’dur, Kafes’tir, Ayışığıdır, Eldivendir, Lahikalar’dır, Kürt meselesidir, Kıbrıs çözümsüzlüğüdür…kim bilir.
Oysa kazın ayağı hiçte öyle değil. Cumhuriyet, uygulamaları ve tanımı ile çok daha farklıdır dünya literatüründe…
Cumhuriyet temel manada:
Siyasi sahanın insanlara ait olması düşüncesinden yola çıkan, bireysel hak ve özgürlüklerin sağlanması için, siyasi sahaya keyfi müdahalelerin önlendiği ve bunun için de hukukun üstünlüğü ilkesini prensip edinmiş siyasi idare şekli olarak tanımlanabilir. (1)
İnsan merkezli ve milletin iradesine dayalı olması gereken cumhuriyet, kendi içinde monarşiye ya da bir zümrenin hakimiyetine doğal olarak karşıttır. Ancak bu mesele “padişah kovuldu, cumhuriyet ilan oldu, ulus egemen oldu” türü klişelere sığdırılacak kadar da basit değil. Zira padişahı kovmakla cumhuriyetçi olunamayacağı gibi, bir devletin adına cumhuriyet kelimesini eklemekle de rejim insanlara ait olmaz. Bugün cumhuriyetle yönetilen Avrupa devletlerinin çoğunda, hala kral ve kraliçelerin olması ayrıca düşünmeye değer mahiyette. Zira, bu küçük kıyaslama dahi, düşünebilenler için, meselenin sır perdesini aralama noktasında bir başlangıç olabilir.
Bireysel hak ve özgürlüklere dayalı, insan merkezli bir anayasamız olmadıkça, yaşadığımız cumhuriyetin, tam anlamıyla içi doldurulmuş bir cumhuriyet olamayacağı, sadece tabelada ya da kağıt üzerinde kalacağı, acı bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.
Ancak Türkiye’nin gerçek mana da içi doldurulmuş bir cumhuriyet rejimine kavuşması için, yine dışarıdan kanun ithaline kalkışması ve insan merkezli bir anayasa metnini halkı için yürürlüğe koyması sorunları tam olarak çözmeyecektir. Çünkü, sorun bir zihniyet meselesi olduğu için, bizim en başta bu kavramları ve bu değerleri ya da başka bir ifadeyle cumhuriyet kazanımlarının neler olabileceğini algılayabilecek ve bütün bunları metinlere dökebilecek çapa erişmiş insanlardan müteşekkil bilinçli ve sorgulayıcı bir topluma ihtiyacımız olduğu aşikar…
Asıl anlatmak istediğim meselenin bamteli şudur ki;
Bilinenin aksine, Cumhuriyet bizlere, Samsun’dan güneş gibi doğan Mustafa Kemal’in engin dehasıyla lütfedilmiş bir olay değil. Hadi hakkını yemeyelim, 29 Ekim 1923’de sadece anayasa metnine yazılı olarak geçmiştir. Bu tarihin bundan başka bir anlamı yok benim için. Zira, ondan önceki tarihlerde de daha özgürlükçü daha katılımcı, parlamentolu bir cumhuriyet ve hatta demokrasi tecrübelerimiz var bizim… Çok bilindik bir örnekle başlayayım…
Padişah otoritesinin ciddi şekilde sınırlandırılarak sembolikleştirildiği çok partili, çok sesli ve anayasalı II. Meşrutiyet dönemi en güzel örneklerden sadece biridir.
İkinci örneği; Mustafa Armağan’ın “İnsanlığın Son Adası” adlı kitabında bahsettiği Lübnan’dan vereceğim. Bize ne Lübnan’dan demeyin. Zira bu olayın zuhur ettiği tarihlerde Lübnan Osmanlı toprağıdır. Ve en kozmopolit, diliyle, etnik yapısıyla, kültürüyle ve inançlarıyla en karışık toprağıdır Osmanlının. Nüfus profiline bakılınca, tabiri caizse, 70 ayrı etnik yapı ve 70 ayrı mezhep ve inançları bir araya getirin ve bütün bunlarında aşiretler halinde örgütlenmiş olduklarını ve kanlı iç savaşların yıllardır süregeldiğini düşünün. İşte böylesi karmaşık ve içinden çıkılmaz bir bölgedir Lübnan…
Söz konusu bölgede İç savaş 1840’lardan itibaren başlamış ve 1860 yılında tavan yapmıştır. Bu nedenle Lübnan bahane edilerek, iç işlerine karışılmasından endişe eden Osmanlı yönetiminde çözüm çoktur. Zira Osmanlı da, tek kahraman değil, isimsiz çok kahraman vardır. Keçecizade Fuad Paşa başkanlığında, uluslararası toplantı düzenlemeye kara verilir. Toplantıya İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya temsilcileri katılır. Osmanlı diplomatları o kadar başarılı performans sergiler ki, Yabancı diplomatlar bu son derece hassas bölgede Osmanlı çözümünden başka bir çözüm olamayacağı noktasında ikna olurlar. Osmanlı diplomatları bir nevi dünya kamuoyunu ikna etmiştir denilebilir.
Ve sonuçta, Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı adıyla öyle ilginç bir rejim kurulur ki; bunu duyan günümüz korku duvarına toslamış siyasileri ve temsilcileri “karpuz gibi ortadan bölündük, parçalandık, mahvolduk” paranoyalarıyla ortalığı birbirine katmaya, bir kısmımız da dağa bile çıkmaya yeltenirdi kim bilir.
Kanlı iç savaşlara çözüm olarak geliştirilen ve Osmanlı yöneticileri tarafından kurulan bu rejimde, bölgenin başındaki Vali, nüfus ekseriyeti göz önünde bulundurularak Hıristiyanlardan seçilmiştir. Vali Babıali tarafından atanacak olup yine ona karşı sorumludur. Her dini veya etnik grup parlamentoda, nüfus oranına göre temsil edilecektir.
Böylece Osmanlı Devleti 16 yıl sonra kendi kuracağı parlamentonun ilk prototipini Lübnan’da gerçekleştirmiş oluyordu. İlk pilot bölge şartlar gereği Lübnan seçilmiştir. Bu tecrübe, 1920’ye kadar, Lübnan’a uzun barış (2) dönemini de beraberinde getiriyordu. (1920’de Lübnan artık bir Fransız mandasıdır)
Osmanlının bu çabasını, milli olmayan bir devletin, modern ama milli olmayan bir demokrasiyi tesis etme çabası olarak değerlendirmek de mümkün. Ben bunu bir nevi “ulus devlet modeline” bir alternatif model çabası olarak da değerlendiriyorum.
Modern dünyada Osmanlı, çok uluslu çoğulcu bir meclis kurma çabasındayken, “demokrasinin beşiği” Britanya’da, böyle bir şeyin söz konusu dahi tasavvur edilemezdi.
Sanıldığının aksine, çağın şartlarına göre kendini sürekli değiştiren ve yenileyen bir Osmanlı tablosu, birilerinin sinirlerini bozsa da, bir nebze ezberlerin bozulması korku duvarlarını aşma adına hepimize iyi geleceği kanaatindeyim.
Üçüncü ve son örnek için biraz daha gerilere gitmemiz gerekiyor. Şöyle 300 sene kadar filan. 1703 Edirne Vakası’na gidelim…
Bu olay, 18.yüzyıl başlarında Osmanlı Toplum yapısı hakkında da oldukça öğretici bilgiler vermektedir.
İstanbul’da ikamet eden esnaf tüccar, bürokrat, yeniçeri, ulema kısaca başkent sakinleri, uzun bir ihmal edilmişlik döneminin ardında Edirne’de oturan padişah II. Mustafa’ya, sorunları ile ilgilenmeleri için müracaat ederler. Ederler ama padişaha ulaşmak noktasında demir duvarları delemezler. Sonuçta toplumsal bir patlamayla, İstanbul’dan Edirne’ye yürüyüşe geçilir. Amaçları padişahla pazarlık yapmaktır. İstanbul’da kendi aralarında kararlaştırdıkları yöneticilerin tayin edilmesini, vergilerin düşürülmesini ve padişahın İstanbul’da oturmasını istemek gibi masum istekleri vardır aslında. Sonuçta II. Mustafa tahttan indirilir ve yerine cemiyetin isteklerini kabul ettiğini bildiren III. Ahmet padişah olur. Lale devrinin tohumları da böylece atılmış olur.
Edirne Vakasında, garip olan şudur ki,
Bu görüşmeler esnasında Çalık Ahmed adlı yeniçeri ağası, saltanatın kaldırılabileceğini ve bir “cumhur cemiyeti ve tecemmu devleti”, yani halkın seçimine dayalı bir yönetim şeklinin getirilebileceğini söylemesidir. Dikkatinizi çekerim daha 18.yüzyılın başındayız ve Fransız ihtilaline tam 86 yıl vardır.
Düşünebiliyor musunuz? Osmanlı bünyesinde bir yeniçeri ağası cumhuriyetten ve seçimden bahsedebiliyor. Bu bir tesadüf olabilir mi? (Biz padişahları, despot, astığı astık kişiler olarak tanımıştık oysa!)
Sonuç olarak, Osmanlı’da Cumhuriyet uygulamaları daha çoğulcu daha özgürlükçü ve millet iradesine dayalı bir prensipte uygulana gelmiştir. Ve Cumhuriyetimizin kökleri, tam 300 yıl önce, bir ağustos günü Edirne’de atılmıştı. Ve buradan hareketle, Cumhuriyetimizin 87 değil, tam 307 yaşında olduğunu tüm dünyaya ilan etmek istiyorum…
Tarih şaşırmaktır, ve düşünmek şaşırmakla başlar. Derin düşünmek lazım, tabi hindi gibi değil…
Dipnotlar :
(1) Bakınız: Serdar Kaya, http://www.derinsular.com/pdf/kemalizm.pdf
(2) Engin Deniz Akarlı, “The Long Peace: Otoman Lebanon 1861-1920”
17 Yorum
Yazan:Suat Sağlam Tarih: Eki 14, 2010 | Reply
Klavyesi olan yazıyor işte.
Batsın bu Cumhuriyet yaw!
Kurana gıcığız ya?
Durduk yerde kuruldu zaten bu Cumhuriyet devleti.
İstanbulu kimse işgal etmemişti.
Bulgar ve Rus orduları İstanbulun Ayestefenos (Yeşilköy) üne kadar da gelmemişti.
Hatta Balkan harbinde soykırıma uğrayan Türk ve müslümanlar da anadoluya göç etmemiştir.
İtalyanlar, Antalyayı,Muğlayı,
Fransızlar, Antebi ,Adanayı,
işgal etmemişlerdi.
Sütçü İmam bir hayaldi.
Hiç yaşamamıştı.
Yazan:ergin Tarih: Eki 14, 2010 | Reply
Bundan sonra tarikatlar cumhuriyeti olarak anılacak.
Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Eki 15, 2010 | Reply
Klavyesi olan yazıyor da, ağzı olan da konuşuyor işte böyle, Suat kardeşim.
Sahi, milli mücadele yapıldıktan sonra, İstanbul’daki işgalci güçler, “Aman bu Türkler ne yamanmış. Gelip bizi de denize dökmeden gidelim bari” deyip geldikleri gibi gitmişlerdi! zaten…
Bunlara laf anlatamazsın. Nankör bunlar nankör 🙂
Yazan:sq Tarih: Eki 15, 2010 | Reply
Neymiş, bir yeniçeri ağası çıkıp “halkın seçimine dayalı bir yönetimden” bahsetmiş. Hemde Fransız devriminden önce! Hayli enterasan. Cumhuriyetimiz 307 yaşındaymış, nasıl ya:)
Bu arada, Mehmet Bey bilir misiniz, Anadolu için cumhuriyetten epey evvelce bile ecnebi kıtalarda bugün ki Türkiye’ye karşılık olarak (Turchie vb.) isimler kullanılıyordu, anlayacağınız “HİNDİ İMPARATORLUĞU 307 YAŞINDA”…:)))
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Eki 15, 2010 | Reply
Bu olduğunda daha Atatürk doğmamıştı yalnız.
Yazan:sq Tarih: Eki 15, 2010 | Reply
pardon “HİNDİ CUMHURİYETİ” yapacaktım, klavyem sürçtü. Freud klavye sürçmelerinin de altında buzağı arar mıydı acaba?
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Eki 15, 2010 | Reply
Turchie’de hindi manası yok ama. Bu İngilizlerin işgüzarlığı olmalı.
Bir de ismimizi bile yabancıların koyması çok ilginç gelmiyor mu size?
Yani ecnebiler bize Türk demiş de biz neden bu sözcüğü hemen benimsemişiz bunun da Freudian bir açıklaması olmalı.
Yazan:MY Tarih: Eki 15, 2010 | Reply
Tadindan okunmuyor, çok keyifli bir yazi, genellikle derinlik ugruna okuma zevkini feda etmek gerekir ya da tersini yapmak. Bu yazi her iki fedakârliktan da fedakârlik ederek lüzumsuz fedakârliklardan kaçinabilecegimizi ispat etmesi açisindan DD tarihine kaydedilmeli 🙂
(-1)x(-1) = +1 prensibi olarak adlandirabiliriz ya da MB prensibi:))
Konusu, içerigi ayrica konusulabilir ama yazi teknigi, akiciligi bakimindan genç yazarlara örnek bir makale.
MB kardesimin yazarken keyif almasi, ask ile sevk ile yazmasi zannediyorum bu basarinin sirri olmus. Böylece bir sirri daha faash ettik 🙂
Yazan:durhat Tarih: Eki 15, 2010 | Reply
walla Ekrem bey bizdeki tuhaflıkları çözümlemeye yetmeyecek gibi görünüyor Freudian açıklamalar.adam bereket toplumsal psikanalizimize pek mesai ayırmadı da kurtuldu,yoksa işin içinden çıkmayarak kesin mesleği bırakırdı:)
ya bir de denk gelip bize kafa yorsaydı nelerle karşılaşırdı bilmiyorum.
mesela Zekeriya Beyaz gibilerine nasıl bir psikolojik tanım koyardı?
feminist geçinip militarizm yalakalığı yapan,körü körüne kemalizm kuyrukçuluğuna takılan marazlı tiplere ne tür teşhis koyardı?
onlar ki,özgürlük,eşitlik gibi sloganları dillerinden düşürmezler,kadın hakları diye ortalığı yıkarlar ama kemalizm eleştirisi karşına hemcinslerine saldırmaktan hiç sıkılmazlar.istiklal mahkemelerinde on binler asıldı dersiniz,hayrunnisa gülün “burjuvalığıyla”karşı saldırıya geçerler.siz düşünün üstad Freud bu bilmecenin altından kalkabilir miydi?
ya silivride ergenekon zanlılarının posterlerini taşıyarak solculuk taslayan grüh?
anti-emperyalist,anti-amerikancı geçinen ama ergenekoncu abilerine toz kondurmayan ucubeler?
demokrasi sözcüğü geçince tüyleri diken diken olan “vatansever”takımı?
17.500 faili meçhul cinayete gıkı çıkmayan,hortumlamalara sessiz kalan ama “nurcular,fethullahçılar”geliyor,”sivil dikta”ya doğru gidiyoruz diye yaygara koparanlar?
hangi birine yetişecekti adamcağız?bu akıl tutulmasına açıklık getirecek babayiğit bir psikoloji uzmanı varsa gösterin:)
Yazan:ali duman Tarih: Eki 15, 2010 | Reply
dünyayı 1930’da dondurdukları için, ülkemizin gelişmesinin önünde bir barikat gibi duran bu akıl ve bilim dışı zihniyeti deşifre etmek ve bu zihniyetin iç enerjimizi gereksiz yere daha fazla tüketmesine izin vermemek adına cumhuriyetin kazanımlarını(!) kronolojik bir liste haline getirerek, “dünyanın en idamlı/hapisli/sürgüncü, en şaibeli, en psikolojik harpli(kendi halkına karşı), en darbeci, en katliamcı cumhuriyet tarihi” dalında rekorlar kitabına başvurmayı teklif ediyorum.
akıltutulmasına uğramışlar ve iflahı mümkün görülmeyenler için belki son çare bu olabilir, malum bu kafalardan bir kısmı sonunda dank edebilir, ne kurtarsak kar değil midir?
hiç olmazsa en azından bugüne kadar kaybettiğimiz bir 50 yılı, geri kazanabiliriz, zira bu zihniyetin başka türlü düzeleceği yok.
not:böyle başvuru mümkün bir şey değilse, bunu kurulacak bir vicdan mahkemesine taşımamız da yeterli olacaktır. (sadece 12 eylül faşizmi için bilgi üniversitesinde bir vicdan mahkemesi oluşturulmuştu, bu örnek diğer vakalar içinde uygulanmalıdır, zira tarihiyle yüzleşmekten kaçan ve özür dilemeyen devlet anlayışına karşı çok anlamlı bir mesaj olacaktır)
Yazan:İzzet Kütükoğlu Tarih: Eki 15, 2010 | Reply
Yazarın görüşlerinin tamamına katılmamakla birlikte. Türkiye’de ki cumhuriyetin tabeladan ibaret olduğunu düşünüyorum!
Cumhuriyet Atatürk’ün gerçekleşmemiş bir idealidir. Cumhuriyetin gerçekleşmemiş bir ideal olarak kalmasının sebebi olarakta Atatürk’ün çevresindeki kişlerin cumhuriyet arzusuna sahip olmamasını görüyorum. Bir başka sebepte “cehalettir.” cehalet aslında en önemli sebeptir ve Cumhuriyete sahip olmamızı bu günde engelleyen bir sebeptir.
Bu gün için bile cumhuriyet tanımı tarifi yapılamamış bir kavramdır.
Cumhuriyeti seçilmiş insanların ülkeleri yönetmesi veya babadan oğula geçmeyen idare biçimi olarak bilmekte, halkın kendi kendini yönetmesi diye tarif etmekte doğru bir anlatım değildir.
Cuumhuriyet her şeyden önce sistematik bir rejimdir.
Cumhuriyet; yasama, yürütme, yargı kuvvetlerinin birbirlerini olumsuz etkilememeleri için, Kuvvetler ayrılığı olarak kabul edilen bir ayrılık esasına dayalı bir yönetim şeklidir.
Ne yazık ki, Kuvvetler ayrılığı denilen ayrılık ülkemizde anlaşılmış değildir!
Bu anlaşılmamış olduğu için, kurgusallıktan yoksun, yasama ile yürütmenin belli olmadığı bir düzen yozluğu ülkenin anayasal düzeni haline gelmiştir!
Bir anayasa düşünün? bu anayasada kuvvetler ayrılığından bahsediliyor.
Fakat bu bahsetme. Analaşılmış bir bahsetme değildir!
Bu anayasaya göre, hükümet yürütmedir.
Bu düşündürücüdür???
Hükümet iktidar milletvekillerinden oluşuyor, hükümet üyesi yasa düzenliyor, oy kullanıyor. Ve bu hükümete bizim anayasamız yürtme diyor.
Bu yanlıştır. düpe düz cehalettir!
Eğer hükümet yürütme ise, yasama ile yürütmenin ayrılık noktası neresidir?
Bu sorunun cevabını bu ülkede anayasa hukukçusu olarak geçinenlerden, anayasa hukuku dersi veren hocalardan bekliyorum!
Soru: yasama ile yürütme arasındaki ayrılık noktası neresidir?
Bizim anayasalarımızı yapanlar cumhuriyet anayasası yapmak üzere oturmuşlar, saltanat anayasası yaparak işlerini bitirmişlerdir!
Buna cahil olmaları neden olmuştur!
Kimse demesin ki, bunlar anayasa profesörü…
O anayasa profesörüde birilerini yetiştirip, bir başka anayasa profesörleri yetiştirecek, onlarada anayasa profesörü diyeceksek, bu cehalet bitmez! sürer gider!
ve öylede olmuştur.
Yeni anayasa isteniyor.
Kim yapacak yeni anayasayı?
Eski anayasanın neden işlemediğini anlamamış cahil proflar mı?
Peki ne değişecek?
Hiç bir şey değişmez. Bu düzenin tezgahından düzgün prof çıkmaz. onun yaptığı anaysadan da hayır gelmez.
Anayasa yapmak için sistemden anlamak gerekir. Sistemden anlamayanlar sistem kurgulayamazlar, sistematiklikten yoksun bir cumhuriyetin başarı şansı yoktur!
Aslında anlatmak istediğim çok şey var ama, bu ülkenin mekteplerinde okumuş, bilhassa tahsili yüksek olanlar benim anlattıklarımı anlayamazlar. çünkü onlar okuduğu kitapların, aldıkları bilginin etkisi ile cumhuriyetin varlığına iman ettirilmişlerdir!
Bu ülkenin kurtuluşu hakiki bir cumhuriyetle mümkündür.
Yukarıda anlattığım sebepten dolayı hakiki bir cumhuriyeti anlatmak kolay değildir.
“Reform ve farklı Türkiye” diye arama motoruna yazıldığında bu adla bir kitap yazıldığını kitabın TBMM kütüphanesinde bulunduğunu görebilirsiniz. Bu kitabın yazarıda İzzet Kütükoğlu’dur.
Bu kitabın yazarı ilk okul tahsillidir.
seyir defteri Atilla İlhan sitesinde yazılarıma ulaşabilirsiniz.
farkliturkiye@hotmail.com
Yazan:aziz yılmaz Tarih: Eki 16, 2010 | Reply
Sevgili Mehmet Bahadır bey kardeşim,emeğine saygısızlık olmayacaksa bir fıkrayla başlamak istiyorum.
Aynı yolda aynı istikamete giden iki adam karşılaşmış raslantıyla.Bir müddet bereber yürürken aniden yağmur başlar.Adamaın birinde şemsiye yok,diğerinde ise iki tane.İki şemsiyesi olan fazlalık olanı yol arkadışına verir.Yağmur diner.Güneş açar.Şemsiyesi olmayan,şemsiyesini kullandığı arkadaşına minnet duygularını iletir,teşekkür sözcükleri sıralar.
Beriki,
-“Evet,yedek şemsiyem olmasaydı gerçekten perişan olurdun”diye karşılık verir.
Teşekkürüne, muhannet kabilinde karşılık bulan adam alçakgönüllüğü ve nezaketi elden bırakmaz.Teşekkürlerini yeniler.
Ne var ki altan alması,tekrar tekrar teşekkür etmesi yine de çifte şemsiyeliyi pek kesmez.O nazikçe konuyu değiştirdikçe,adam:
-“Seni ben ıslanmaktan kurtardım,şemsiyeme çok şey borçlusun”gibilerinden yaptığı iyiliği habire başına kakar.Mezvuyu aynı yere getirerek yürüyüş boyunca adamı bıktırır,çileden çıkarır.
adam “Ya sabır!” çekerek kendini bozmamaya çalışsa da canına tak eder.Herifin dırdırı bitecek gibi değildir.En sonunda gözüne derince bir su birikintisi ilişir ve tepeden tırnağa kendini çamurlu birikintiye bulayarak şöyle der:
“Ulan şemsiyen başını yesin!Aha bundan beter olacak halim yoktu ya,şemsiyen batsın,şimdi muradın oldu mu?” der ve omuzundan bir yük atılmış gibi derin bir nefes alır nihayet.
***************
Fıkra bu ya,lakin “Cunhuriyetin Kazanımları”retoriği şemsiye kıssasından çok da farklı değil.Bu ülkede yıllardır “Cumhuriyetin Kazanımları”ninnisiyle büyüyoruz.Allah için bu kazanımlar nelerdir öğrenmeye vakıf olamadık.Duyduğumuz tek şey,”Cuhuriyet olmasaydı şöyle olurdu,Cumhuriyet olmasaydı böyle olurdu”nakaratı…Plak hiç değişmedi.Vatan,Millet,Sakarya edebiyatıyla cilalanıp durdu da bunun dışında bu kazanımların hikmetine nail olamadık bir türlü.Sanki öncesinde bir millet,bir ülke yoktu…Her şey 1930 larda yoktan var edildi.
İyi de yaşanan onca travmaya,istiklal mahkemelerine,idamlara,katliamlara,despotizme ne demeli?Cevap yok,yanıt yok!”Ya olmasaydı?”
Oldu da ne oldu?Aha sicil ortada,artık kazanım mı getirmiştir,yoksa başka bir şey mi? hepsi yaşanmışlıklarıyla belgeleriyle ayan beyan ortadadır.
Hem “aman benzeyeceğiz” diye sanrılara kapıldığımız İran’ın da başında bir Cuhuriyet ibaresi var.Kuzey Kore de bir Cumhuriyet!Nerede kaldı çoğulculuk,nerede kaldı demokrasi,nerede kaldı yönetimin halka geçmesi?
Cuhuriyeti cumhuriyet yapan ilke ve prensipler bunlarsa,peki bunun esamesinden eser var mı?Cevap yok tabi.Nasıl olsun ki?
Kazanım da kazanım.Darbe,cunta,andıç,lahika kazanımı!…Nur topu gibi bir de Ergenekonumuz var hakkını yemeyelim.”İyi çocukları”bir gecede sivil yargıdan askeri yargıya havale ederek dışarı salan enteresan kazanımlarımızı;çetelerin üzerine giden savcıları ise buhar gibi ortadan kaldıran HSYK gibi nadide sivil yargı kurumlarımızı da unutmayalım bu arada.E daha ne olsun?Bunlar kazanım değil mi?Peki ya şu Cumhuriyet şemsiyesi olmasaydı halimiz,ahvalimiz ne olurdu?Sahi,acep bundan daha mı better olurduk,bunu bir düşünmek gerekmez mi? Belki de biz nankörler bu kazanımları bir türlü anlayamadık,kimbilir:)
Yüreğine,kalemine sağlık ey güzel insan.
Yazan:Cengiz Cebi Tarih: Eki 17, 2010 | Reply
İnsanoğlu samimi olduğu ölçüde iyi, olmadığı ölçüde de berbat bişey.
“Cumhuriyet”miş.
Bu sözü yüz yıldır ağızlarına dolayanların işleyegeldikleri haltlar, ne kadar samimi olduklarını anlamak için fazlasıyla yeterli.
O günlerde şimdiki takipçilerinin “sizin derdiniz demokrasi değil” sözüne benzer şekilde “sizin derdiniz cumhuriyet değil” diyenler de olmuş tabi.
Ama o günler bu günler gibi değilmiş.
Tüfengi elinde tutan ne derse o oluverirmiş.
“Sizin derdiniz cumhuriyet filan değil” diyenler tüfenk yoluyla bi güzel susturuluverirmiş.
Bu muhteşem ulusal geleneği canlı tutmak için her on yılda bir tüfenkler işbaşına gelmiş.
Bunun adı da “cumhuriyet”miş.
Ha pardon, “cumhuriyeti korumak”mış.
Malum, su uyur, ‘cumhuriyet düşmanları’ uyumazmış.
…
Palavraya palavra diyenleri tüfenk yoluyla susturma devri sona eriyor gibi.
Ama “ne kadar iktidarda kalsak kardır” zihniyetiyle bu süreci yavaşlatmak için olmadık yollara başvurulduğunu da görüyoruz.
Aslında pek de “olmadık yollar” değil bunlar.
Entrikalarla kurulmuş bir şebekenin yıkılışını geciktirmeye çalışanların “meşru” yollar kullanmalarını beklemek zaten safdillik olur.
Tarihin en büyük yalanlarından biriydi, yüz yıl kadar dayandı ve çöktü.
Ama “su uyur, yalancılar uyumaz”.
Cehalete karşı elbirliğiyle çalışalım, yalancılara fırsat bırakmayalım.
Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Eki 18, 2010 | Reply
Sevgili Mehmet Yılmaz Abim
İltifatlarınız ve övgüleriniz için teşekkür ederim. O sizin, güzel bakışınızdan kaynaklanıyor. Yazılarıma biraz sevgi biraz aşk biraz da ihlas katmaya çalışıyorum. Ve ne oran da katabiliyorsam, o oranda güzelleşiyorlar sanırım 🙂
Desteğiniz, ilginiz, vefanız ve fedakarlıklarınız için tekrar Allah razı olsun.
Sevgi ve muhabbetlerimle…
Yazan:MB Tarih: Eki 18, 2010 | Reply
Değerli Aziz Bey;
Estağfirullah, fıkranız çok güzel Aziz Beyim. Değerli yorumunuzla hem yazıyı ihya ettiniz hem de beni çok mutlu etiniz.
Yazıda demiştim ya : “Oysa, bu kazanımların ne ya da neler olduğuna dair derin şüphelerim var benim. Hatta biri beni ikna edene kadar, şüphe bile etmiyorum…”
Evet şimdi ikna oldum. Tüm şüphelerim yok oldu. Dediğiniz gibi daha ne olsun. Ne kazanım ama :))
Uzun uzun anlatmak istediğimi iki cümleyle o kadar güzel özetlemişsiniz ki, bu pratik zekaya şapka çıkarıyor ve bu güzel insana saygılarımı sunuyorum…
Yazıya güzellik, derinlik ve zeka pırıltısı kattığınız için teşekkür ederim…
Kardeşin MB
Yazan:ismail yücel Tarih: Eki 9, 2011 | Reply
xxxx xxxx xxxx xxx xxxx
washıngton abd kurulurken ilk demokratik anayasayı o donemin bakanlar kurulunda oylamaya sunar ve oylama neticesinde tüm üyeler red oyu verir. washington oy pusulalarının hepsini alır yırtar ve anayasanın kabul edildigini ilan eder.
nasıl amerika da demokrasi demoksatik olmayan bir yöntemle geldiyse türkiyede cumhuriyet böyle kuruldu ve hala eksikleri var. hep eleştirdigimiz uygulamalar olmasaydı (keşke olmasaydı) bugün anadoluda onlarca beylik hüküm sürüyor ve birbirleriyle savaşıyor olacaktı..
Yazan:A. Emre Tarih: Eki 30, 2012 | Reply
Evet şimdi bi beylik yok; onun koskoca bir federe devlet olma iddiası olan ve daha 30 yıl önce cumhuriyetçilerin kurduğu bir çete savaş çıkartmaya çalışıyor. 29 yaşındayım, bir darbeden 3 yıl sonra doğmuş, ömründe 4 ekonomik kriz görmüş, 13 yıl eğitim hayatından sadece meslek lisesinde okudu diye gasp edilmiş biriyim. Aman kazanımlarınız sizin olsun bi şey istememem, azıcık ötede oynayın ve çocuklarımdan torunlarımdan uzak durun yeter. Mesela sizi yetiştirip truva atı gibi buraya sokan batılılardan halen sömürge olan bi bahçe isteyin. Ayrıca görülmemiş yeni bi şey yapmış edalarınız da boşuna. Çünkü biliyorum ki; en azından bu coğrafyada Aladdin Keykubad’ı zehirleyip öldüren ve işbirliği yaptığı askerlerle memleketi moğollara peşkeş çeken bir hayırlı evlat (2. Gıyaseddin) vakası vardır tarihimizde. O bile sizin ilk öncül örneğiniz olurken yine de sizin yaptıklarınızdan utanırdı sanırım…
Yazınız için teşekkürler Mehmet Bey.