Anayasa toplantıları-2
By Konuk Yazar on Eki 19, 2010 in Makale, Özgürlükler, Yeni Anayasa
Anayasa toplantılarının ikinci ayağı için bu pazar yine Şirince Köyünde Ali Nesin ve Sevan Nişanyan’a misafirdim. Katılımın yine beklenen kadar olmaması Sevan Usta’yı haklı olarak endişelendirse de “belki de böylesinin daha iyi olduğu” söylemi daha ağır bastı. Böylesi daha iyi olabilirdi çünkü nitelik ve niceliğin birbirini dengeleyemediği bir ortam olabilirdi. Belki de katılımcılardan biri veya birkaçı ortamı provoke edebilirdi.
Böylesi daha kötü olabilirdi çünkü; gerçekten kaliteli fikirlere ne kadar ihtiyaç olduğu iki ustanın varlığına rağmen kendini hissettiriyor. Belki de coğrafi olarak çok yakınlarımızda bulunan ve gerçekten fikirleriyle bize mihmandarlık edecek insanlar iki adım ötemizde olabilirlerdi. Böyle insanlara da her zamankinden fazla ihtiyacımız olduğu su götürmez bir gerçek.
Hoş, yer seçimi konusunda gerek Ali Nesin’in, gerek sevan Nişanyan’ın tercihi göz önünde bulundurulunca yapılan toplantının biraz da “meraklısına” olduğunu daha rahat anlayabiliyorsunuz. Çünkü Nişanyan Konaklarına gitmek için tırmanmak, Nesin matematik köyüne gitmek için de yeşilin gökyüzüyle cilveleştiği ıssız bir yolu kullanmak zorundasınız.
Başarıya giden yolun her daim dar ve engebeli olduğunu düşününce bu kadar zorluk meraklısı için zor olmamakta zaten. Gerçi bu hafta sayımız bir miktar artmakta. Sevan Usta’nın dediğine göre, Ak Parti İzmir Gençlik Kollarından yaklaşık kırk kişi bu hafta sonu bizimle olacaklarmış. Umarım özlenen nicelik, istenen niteliği getirir.
Ali Nesin’in henüz yaşını doldurmamış oğlu Turna’nın annesinin kucağında izlediği toplantıda, yine Turna’nın kendisinden tüm rol çalma girişimlerine karşın Sevan Usta, değişen katılımcıları göz önünde bulundurarak geçen haftadan devam etmeyi teklif etti.
Doğrusu da buydu ve davete icabet ettik…
Sevan Usta, söze Anayasa’nın 66. Maddesinin tam bir fecaat olduğu görüşünü dillendirerek başladı. Hani şu: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” diye başlayan ve devamı gelen madde. Bu cümlenin sert bir cümle olması ve kesin hüküm içermesi diğer konularda da önümüze çıktı. Bu maddeye nispetle Sevan Usta’nın getirdiği alternatif maddeler daha soft bir geçişi öngörmekte.
Yıllarca herkesin dikkatini çeken bir konu olan Anayasa’da laikliğin tarifinin olmaması Sevan Usta’nın da ilgisini çekmiş olmalı ki üzerinde pek de şerh düşülemeyecek olan şöyle bir madde hazırlamış Usta: “Kamu hizmetinde herhangi bir dine ayrıcalık tanınamaz. Toplumca tanınan din ve mezheplerden herhangi birinin ifade ve ibadeti kısıtlanamaz. Bu din ve mezheplerin mensupları, inanç ve geleneklerine aykırı davranmaya zorlanamaz.”
Birinci cümle konusunda hemen herkes hemfikir olmakla beraber takip eden cümlelerde iki ayrı şerh düştü Katılımcılar. Bunlardan ilki “toplumca tanınan din ve mezhep” kavramının ucu açık bir kavram olduğu görüşüydü. Belli bir sayıya ulaşması mı gerekiyordu toplumca tanınmak için sorusu atıldı ortaya. Usta’nın bu soruna bulduğu cevap mahkeme kararlarının yeterli olacağıydı. Arkasından gelen “inanç ve geleneklere aykırı davranmaya zorlanamaz” maddesinde de benzer şerhler düşülünce Usta bu meselelerin akıl dairesinde ve komplekslerden sıyrılarak çözülebileceğinin işaretini bir örnek üzerinden verdi. Katılımcılardan birinin verdiği, “türbanlı bir doktorun erkek hasta ile ilgilenip ilgilenmeme durumu” üzerine Usta da bir örnek verdi. Kanada Polis departmanında görevli Sih (Hintli) polislerin geleneksel kıyafetler içinde görev yapma isteği üzerine işin hukuk yoluna aksetmesini ve kazanan tarafın Sih unsurları olduğu örneği ilginçti. Usta’nın anlattığına göre bu polisler halen Kanada’da başlarında geniş kavukları ve bellerinde teneke kılıçları olduğu halde görev yapmaktaymışlar.
Tabi ki bu madde üzerinde tartışırken acı bir gerçekle de yüzleşmek zorunda kaldık. Mesela Sevan Nişanyan bu Ülkede böyle bir tecrübe yaşayamazdı. Çünkü azınlık unsurların bu Ülkede memuriyet hakkı olmadığı gerçeği bir an için aklımızdan çıkmıştı.
Sonrasında Usta’nın hazırladığı maddeler üzerinden gitmeye devam ettik. Bir diğer madde şöyleydi: ” Dini kuruluşlara kamu bütçesinden ayrılan pay, o din veya mezhep unsurlarının genel nüfusa oranını geçemez”. Bu madde adil bir madde görülmekle birlikte bana göre şu anki Türkiye pratiğiyle bire bir örtüşmemekte. Şöyle ki, Eğer Diyanet İşlerinden veya Devletten diyelim para alırsanız veya bir şekilde akçeli işlerinizi Devletle görmeye kalkarsanız gün gelip aynı Devletin peyki olabilme ihtimaliniz de o nispette çoktur. Ama tehlikenin daha da büyüğü, bu etnik unsurların yaşaması kuvvetle muhtemel olan hayal kırıklığıdır kanaatimce. Aleviler veya azınlık dinine mensup olan vatandaşların Türkiye’de Sünni Müslümanlara pozitif ayrımcılık yapıldığı iddiasına samimiyetle katılıyorum ama yine de atladıkları bir konu var. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı tarihinin hiçbir döneminde Müslümanların yönünü döndüğü bir kıble olmamıştır. Belki içinde çok değerli Din adamlarını barındırıyor olabilir ama ben yakın bir dönemde Diyanet İşlerinin bir “içtihat makamı” rolüne soyunduğunu hatırlamıyorum. Güncel olduğu için iki örnek vermek isterim; Başörtüsü konusunda Ali Bardakoğlu bir açıklama yaptı geçende, hatırlarsınız. Ne dedi Hazret: Başörtüsü konusu siyasilerin çözeceği bir konuymuş. Paradoksun ebatlarını daha iyi gözler önüne sermek için devam ediyorum ve şu soruyu soruyorum: Eğer bir Müslüman’ın sorununu, bir diğer Müslüman kurum çözmeyecekse ve dahi topu taca atmak yoluna tevessül edecekse, ki yapılan budur, aranan kanın gerçekten bu kurum olduğuna inanır mısınız Siz? Bu soruna en azından köşelerinde yer ayıran, destekleyen insanların arasında ateist var, sosyalist var, Marksist var ama Diyanet İşlerinden bir yetkili yok. Sizce de garip değil mi?
Aslında bana göre garip değil. Çünkü, kendilerine en yoğun baskı uygulanan dönemde dahi kendi yanlarında görme bahtiyarlığına eremedikleri bu kurumu Ümmet içtihat makamı olarak tanımıyor. Peki, bu Kurumun Alevileri, ateistleri bağrına basacağı garantisini kim veriyor? Ya bu kurumun bu inançların inananlarına nasıl bir hizmet götüreceği sorunsalı ne olacak? Hazır yeri gelmişken ikinci örneği de vereyim: Ulusal basında okumuşsunuzdur; Diyanet İşleri, Çanakkale’de bir Alevi Köyüne cami yaptırıyor. Bu iş için yetmiş milyar da para harcıyor. Uzatmayayım, Camide görevli Din görevlisi dört yıl boyunca tek başına namaz kılıyor.
Ben burada değişik bir bakış açısına sahibim. Ne kadar kabul görür bilmiyorum. Şöyle ki; Avrupa’da Devletin karşısında Dini güçlü kılan kılan kiliselerin yüzlerce yıllık geçmişinden, kendi okullarının, hastanelerinin, gazetelerinin olmasından bahsederiz değil mi? Türkiye’de Nur Cemaatinin aynı paralelliği göstermek konusunda ne kadar emin adımlarla ilerlediğinin fakında mısınız? Ya da şöyle sorayım daha iyi anlaşılması için: Ali Bardakoğlu’nu herhangi bir yurt dışı gezisinden dönüşte, hava limanında karşılayan bir Müslüman hatırlıyor musunuz? Esas soru şimdi geliyor; Fethullah Gülen’in Amerika’dan dönüşünü ve o hava limanında yaşanacak olanları tahayyül edebiliyor musunuz? Nur Cemaati Türkiye’de bunu başardı Saygıdeğer Okur. Güçlü bir yapılanmayla kendini Devletin karşısında konumlandırabildi. Darısı diğer inançların başına diyeceğim de o cesareti göremiyorum.
O cesareti göremiyorum çünkü, Nur Cemaati bir gerçeği açık açık dillendirmese de farkındaydı. “Ayıyla gerdeğe giren dikkat etmek zorundadır”. İskilipli Atıf da dahil olmak üzere yakın tarihten çok sayıda referans bulabilirdi Cemaat bu konuda, ama gerek yoktu. Şu anda mezar yeri dahi bilinmeyen Said Nursi bile tek başına referans olmaya yeter de artar bile. Cemaat, bu yüzden ritüellerini yaşamak için Devlet’ ten icazet almayı geçin, akıl sorma yoluna bile gitmedi.
Alevilerin veya başka inanç kurumlarının Nur Cemaati pratiğinden öğrenecekleri çok şey olduğu kanaatindeyim. Fakat özellikle Alevilerin şunu iyi bilmesi gerekir ki, Diyanet İşleri onların sandığı gibi Sünni Müslümanlar üzerinde çok büyük bir otorite değildir.
Toplantının bu başlığının sonunda geldiğimiz nokta da bu oldu. Diyanet hiçbir zaman çok güçlü bir kurum olmamıştı. Bu çağdaysa pasifize edilmesi gerekmekteydi. Onu pasifize etmek için de kimse dışarıdan gelemeyeceğine göre kurumlar güçlenmeliydi. Ayrıldığımız tek nokta, benim bu sürece Devletin müdahil olmamasını istemem.
Bu başlığı burada kapatıyoruz Saygıdeğer Okur. Ha, son olarak Sizi Sevan Usta’nın hepimizi gülümseten cümlesiyle uğurlayayım: ” Ben inanmış bir ateist olarak İslam’dan yanayım. Çünkü İslam olduğu müddetçe, etrafımda inançlı insanlar olduğu müddetçe soyulma ihtimalim daha düşüktür. Hatta ben bu iş için cebimden bir pay bile ayırabilirim”.
Bir sonraki konu başlığımız yerel yönetimler. En azından bi el atıverin saygıdeğer Okurlar. Ufuk açıcı yorumlarınıza hiç olmadığı kadar ihtiyaç var çünkü.
Kalın sağlıcakla…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor.
Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan…
Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.