Sevgili Recep Tayip Bey
By Editorden on Eki 28, 2010 in vicdan, Zulüm
Mehmet Atak
Hitap şeklim sizi şaşırtmasın lütfen. Size bir davette bulunurken, adeta bir seçime döndürülen referandum öncesi ucuzluklara iştirak etmek gibi bir niyetim olmadığı aşikardır zannederim. Evet TC Başbakanına sesimi duyurmaya çalışıyorum, ama öncelikle bağışlanmış bir akıl ve kalp taşıyan, insan Recep Tayyip Erdoğan’a seslenmek istiyorum. O sebepledir ki, tıpkı TMK Mağduru Çocuklar için bizi kabul ettiğinizde yaptığım gibi size öncelikle bir insan olarak seslenip meramımı anlatmak istiyorum. Nüfusu 72 milyonu aşmış bir ülkenin derdi de milyonlarca ve bir başbakanın bunların tümünü detayıyla içselleştirebilmesi imkansız. Ve o noktada maalesef pek çok mesele iyi niyetle havale edilmiş olsa bile, bürokrasi cehennemimde daha da arapsaçına dönüyor. Oysa önceki tecrübemden biliyorum ki, insan olarak alakanızı çekebilirsek dinliyorsunuz, sorular soruyorsunuz ve devamında bir şeyler kendi güç vesayetlerinin daimi için devletten çok devletçi bürokrasi cehenneminde deforme edilmeye başlarsa, sesimizi duyup müdahale ediyor ve neticeye erdiriyorsunuz.
Sizce mezar taşları sıcak mıdır?
Geçen sene, bir cumartesi annesi, seneler sonra kızının kemikleri bulunmuş başka bir cumartesi annesinin omzunu okşuyor ve sesinde bir imrenmeyle “mezar taşına dokunacaksın, için ısınacak” diyordu. Dondun kadım, dakikalarca, kendime geldiğimde Galatasaray Meydanı boşalmıştı. Sıcaklık ve mezar taşı!
Aslında bu mektubu size yazmaya taa temmuz ayındaki Bosna Hersek’te Srebrenitsa Soykırımı’nın 15’inci anma törenlerinde yaptığınız konuşmayı dinlediğimde karar vermiştim. Ama maalesef, muhalefetin bile hakikisinin değil, sık sık meselesinden kopan, bazen sinsi bir zekayla, bazen ahmakça ama hep partizanca, tümdengelim mantığıyla yapıldığı bir coğrafyada, altında başka bir şeyler aramayacağınız doğru bir adres bulmam gerekiyordu. Benim sizden tek bir talebin vardı, gelin, temas edin bu acılı annelere, sonra da biliyorum çok kolay değil (bizim vergilerimizle var oldukları halde, haksiz kocaman bir siyasi ve iktisadi güç vesayeti kazanmış, devlet içinde devlet olmuş kurumlarla çevreliydiniz, çevrelisiniz) ama hiç olmazsa evlatlarının cesetlerinden arda kalanları bulup teslim edin bu annelere, faillerini hakkıyla yargılatın ki bize hep eller gibi bakmış bir toplumsal adalet duygusu ilk kez inşa olsun.
Aradan geçen 15 seneye rağmen bugün bile hâlâ akıbetleri bilinmeyen, mezarları meçhul, bir mezar taşı dahi olmayan binlerce kayıp olduğuna dikkat çekmiştiniz. “Oğullarının, beylerinin yolunu gözleyen en azından mezarını bilmek isteyen, en azından az önce müze haline getirilen orada gördüğümüz gibi, elbisesinden bir parçayı koklamak isteyen nice anneler var, nice kadınlar var Srebrenitsa’da…” demiştiniz. Bu coğrafyada da var Recep Tayip Bey, pek çok var. Ve “kayıp” başka hiçbir şeye benzemiyor? Kayıp yakınları uykuyu öldürmüştür derler, çünkü bu karasız denge, onların günlerinin geceye dönup devri daim etmesine müsaade etmez, bitmeyen bir günde belirsizliğin melanetiyle yürüyüp dururlar vadeleri dolana kadar.
Berfu anneyi 103 yaşında tanıdım, akmıyordu, gözleri doğrudan yaş olmuştu. Ellerimi tuttu ve “Cemil’i bulacaklar mı?” dedi. Sonra küçücük kalmış vücuduna tezat kocaman bir inad ve ısrarla “istiyorum!” demeye başladı, “mezarını olsun istiyorum”. Cemil Kırbayır, 12 Eylül askeri darbesinin hemen akabinde göz altına alınmıştı, Kars polis karakolunda kaybedildi. Berfu anne, Cemil gelir de, onu evde bulamaz diye tam otuz sene ne bir komşuya, ne pazara gitti, avlusunun eşiğinden adım atmadı. İlk kez belki Cemil’ini bulur umuduyla dışarı çıktı ve İstanbul’a geldi. Akan damı dahil evinin hiçbir yerini tamir ettirmiyor hala, ya Cemil’i gelir de evi tanıyamazsa diye. Kardeşi Mikail ise, bir kayıbın ardından geometrik yaşlanmış yüzüyle her hafta sessizce oturuyor Galatasaray meydanında.
Nasıl bir aşağılık duygusu körüklemişlerse bize, Fehim Tosun’u sizin de tanıştığınız U2’nin solisti Bono’nun “Mothers of the Disappeared/Kaybedilenlerin Anneleri” şarkısının olduğu albümde ismi geçince tanıdık. Fehmi Tosun, 1995’te İstanbul Avcılar’daki evinin önünden karısı ve beş çocuğunun gözleri önünden götürülüp kaybedilmişti. Zevcesi Hanim Tosun 15 senedir gündüzleri çalışıp çocuklarına bakıyor, geceleri kocasının ayak seslerini bekliyor. Uykuyu öldüren bu kadın her cumartesi kızıyla birlikte, belirsizliğin umarsız bir öfkeye dönüştüğü bakışlarıyla Fehim Tosun’un resmini taşıyor.
6 yaşındaki Bahar’ı tanıyacaksınız, kar kış demeden her cumartesi babası ve babaannesiyle Galatasaray meydanına gelip hiç görmediği dedesi Kasım Alpsoy’un resmini taşıyor küçücük elleriyle. Öyle menem bir şey ki bu kayıp, kuşaklara sirayet ediyor; küçük çocukluk molaları olmazsa, Bahar’ın yüzündeki hüzün yaşının taşıyamayacağı derinlikte. Midyat’tan göçmüş Kasım Alpsoy, çalıştığı deri fabrikası Terörle Mücadele Ekipleri tarafından basılıp Gayrettepe’ye götürüldüğünde sene 1991’di. 15 gün ağır işkenceden geçirip salıverdiler ama “sonra gel al” deyip hüviyetine el koyarak. Serbest bırakıldığına dair imzası artık mevcuttu da, karakola hüviyetini almaya gittiğinden beri Kasım Alpsoy artık mevcut değildi. Hiç Türkçe bilmeyen karısı ve kızkardeşi, o dönem 9 yaşında olan Bahar’ın babası Memed’in tercümanlığında kapı kapı dolaşmışlar ama pek çok işlemi bile yaptıramamışlar. Bu imza attırıp, hüviyetine el koyup kaybetme epey yaygın o dönem.
Ramazan amcayı tanıyamayacaksınız geldiğinizde, gözlerinin üzerinde adeta jelatinleşmiş yaşlarıyla Seyhan’ın hasretiyle parçalanmış yüreği Galatasaray meydanında 283’ü haftaya erişemeden duruverdi. Asiye anneyi ben de tanıyamadım, 29 Ekim 1995 gecesi Mardin Dargeçit’teki evinden, 12 yaşında askerlerce alınan oğlunun peşini hiç bırakmamış, “ben devletten davacıyım, oğlumu istiyorum” deyince o da bir süre devlet tarafından kaybedilmişti. Hep 12 yaşında kalan oğlunun peşinde ömrüne senelerin ilave edilmesine dayanamamış, erken hayattan çekilmiş onun anne yüreği. Ağabeyi Seyhan’ı taburda Filistin askısında son gördüğünde 9 yaşında olan Hazni bugün 24 yaşında, hem öksüz, hem yetim, karındaşı, ağabeyi Seyhan ise hala kayıp, o büyüyemedi; hala 12 yaşında.
İTÜ Matematik bölümü öğrencisi, satranç şampiyonu, klasik müzik tutkunu Tolga Baykal Ceylan, bir manada “Beyaz Türk”tü (!?). Altı sene önce İğneada’da jandarma tarafından kaybedilinceye kadar annesi “böyle şeyler bizim başımıza gelmez” diyen bir iş idarecisi. Kurşunun adres sormayacağını ta ki Tolga kaybedilince anlamış; peşini bırakmayınca askerlerden, savcılardan aldığı sinkaflı küfürler cabası. Sagolsun güvenip İstanbul’a geldiğinde bazen bizde kalıyor Kadriye Hanım, kah sofraya gayri ihtiyari Tolga için de tabak getiriyor hala, kah apansız otobüsten aşağı atlıyor Tolga’yı gördüm zannedip. Bu arada kimlikleri tespit edilemeyen (?) birileri anneyle dalga geçer gibi kütüğe Bulgaristan’da diye işliyor, Bulgar hükümeti yalanlıyor, bir süre sonra Amerika’da Obama’nın kampanyasında görüldü haberi veriliyor, tabii asılsız. Gelin, Kadriye Hanım anlatsın size Tolga’yı. Kadriye Hanim acıdan helmelenmiş kırık dökük sesiyle “Askerliği, suç işlemeyi reddeden bir yapısı vardı. Ben altı yıldır her gün azap çekiyorum. Bilsinler ki biz kayıp annelerinin ahı tutacak. Devletin arkasına saklanıp kaybedenleri” diyor.
Altı çocuğunu ve kocasını kaybetmiş bir anne Döndü Ergin. JİTEM’in doğrudan evine bomba koyduğu bir kadın, kimisini askerin, kimisini gerillanın kaybettiği altı çocuk. 12 yaşındaki kızını vermek istemeyince, tekme dipçik ellerinden çocuğu koparılmış bir kadın. En ağır da Dersim’de kaybedilen mezarsız kızı oturuyor yüreğine, belki de en küçükleri olduğundandır. Emekli Koramiral Atilla Kıyat “Faili meçhuller devlet politikasıydı” itirafını yaparken, Döndü Anne de “Belli oldukları halde çocuklarımızın katillerini, onlara bu müsaadeyi verenleri ellerinde yetki olduğu halde yargılamayanlar, bize çocuklarımızın kemiklerini vermeyip bir mezarı bile çok görenler, İnşallah çocukları üzerinden bizim yaşadıklarımızı yaşar” diye beddua ediyor senelerin figanından kekrekleşmiş sesiyle. Beddua, gücümüzün yetmediği yerdeki havaleniz, umarsızlığın bulaşmaya mecbur ettiği melanet… El-Camiu’s-Sahih’de (İslam literatürünün en güvenilir hadis kitaplarından kabul edilen İmam Tirmizi’nin kitabı bizde daha ziyade Sünen-i Tirmizi ismiyle tanınır.) “Mazlumun zalime olan bedduaları reddedilmez” der, ne fenalık etmiş olursa olsun Esved-i Ansi’yi (Abhele bin Ka’b) öldürmesi, bağışlanmış bir canı almasıyla bendeki yeri hep şaibeli kalacak İslam literatürünün güvenilir imamlarından Feyruz bin Deylemi ise, hadislerinde “Doğruyu bildiği halde susana lanet olsun” der.
Hangi hesaplı çiçek kuşları sizi hatalı emforme ettiyse, mealen “Onlar kim? Ne yapıyorlar? Arkalarında kimler var biliyor musunuz?” sözleriniz acılarına acı, umarsızlıklarına umarsızlık ilave etti biliyor musunuz? Ben sebebi bende saklı kalsın, İHD’ye üye olmuyorum ama üç seneye yakındır Cumartesi İnsanları’ndan biri olarak Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon’da çalışıyorum. Biz her cumartesi, Galatasaray meydanında ellerimizde bir kayıp resmi, beş dakika sessizce oturuyoruz, ki bu sessizlikteki acı öyle kesif ki, ilave edilecek her şey üzerinden akar, zayıf kalır yanında. Sonra da her hafta bir kayıbın hikayesi okunuyor, faili kör kör göze belli meçhulleri deşifre ediliyor ve genelinin birleştiği adres, Ergenekon işaret ediliyor. Öyle bir itina gösteriliyor ki, hariçten bir slogan, bir pankart sızmasın, bazı kalpsizler bu büyük acıdan nemalanmasın diye. Ak Parti’den sadece bir kez Sayın Zafer Üskül geldi Galatasaray’a, akademik serinlik değmiş meşrebiyle öyle bir mesafe koydu ki annelerle arasına… Kayıp resimlerini genellikle ben dağıtıyorum, her kayıp bir diğerinin izdüşümüdür diye, uzattığım resmin kimin resmi olduğuna bile bakmam, Cumartesi İnsanları da kimin resmi olursa alır. Evet ateş asıl düştüğü yeri yakar ama tüm kayıplar hepimizin kayıpları değil midir, bize bir coğrafyayı aynı zaman diliminde paylaşmak nasip olmuşsa. Zafer Bey kendisine uzattığım resmi refuze etti. Kendisini müşkül durumda bırakacak bir teşkilat üyesi mi diye çevirip bir baktım, kim çıktı biliyor musunuz? Yazar Sabahattin Ali… Ah! Ne zaman anlayacağız Allah’ın kimseye garanti vermediğini! Siz gelin Recep Tayip Bey, temas edin, dinleyin bu anneleri, hiçbir yaratılan mevkii ne olursa olsun eksiksiz değildir, hata yapmama garantisi yoktur, “sizi yaralayan sözlerim hatalıydı” deyin “bana hatalı anlatmışlar, size hatalı aktarmışlar”, bir şeyler deyin, bu yarısı kaybedilmiş gönüllerini alın annelerin. Vücutlarını mumyalamış umarsızlıktan bir kat bile kazısanız büyük sevaptır.
Boşnak bir kadının Sırp Cumhurbaşkanı Tadiç’le aralarında geçen diyalogdan bahsetmiştiniz: “Aradan geçen 15 yıla rağmen oğlunun kocasının akıbeti belli olmayan bir Boşnak hanımefendinin değerli meslektaşım Tadiç’e gelip onun elini sıkmak suretiyle, ‘beyimi ve iki yavrumu kaybettim’ diyerek o takındığı metaneti ben takdirle anıyorum. Ve bu hanım kardeşimin gözlerinde metanet gördüm. Onur gördüm. Ama nefret ve kin görmedim. Çünkü o asaletinin gereğini yerine getiriyordu. Onun için takdir ediyorum, tebrik ediyorum. İşte dünya barışının buna ihtiyacı var, bu annelere ihtiyacı var. Biz şunu biliyoruz. Bir insanın ölümü tüm insanlığın ölümü gibidir. Buna inanarak adımlarımızı atıyoruz. Onun için illa barış, illa barış, illa barış diyoruz.”. Bir cumartesi, saat 12’de ansızın Galatasaray Meydanı’na gelseniz, oğlunu kaybetmiş bir ana, kocasını kaybetmiş bir zevce, babasını kaybetmiş bir kız da sizin elimizi sıksa. Gözlerine baksanız onun, sesindeki “kayıp”ı duysanız… Affetmek Allah’a mahsus, bu acıyı senelerdir her gün tekrar yaşayan bir ana “affedebilir ve unutabilir mi?” zannetmem, ama hiç olmazsa yavrusunun mezarına kavuşur, ahir ömründe yavrusunun katillerinin ellerini kollarını sallayarak, belki müstakbel maktullerini arayarak dolaşamadıklarını görürse, “barışabilir”. Az şey mi bu sevgili Recep Tayyip Bey?
“Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan ve kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Zira zengin de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğer, bükerseniz veya çekinirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa 135)
Cirmim ne ki size garanti vereyim, ama gelirseniz bir cumartesi, uzattığınız eli hiçbir annenin iteceğini zannetmem. Teşbihte hata oluyor burada, affola, ama onlar değil size, evladının mezarı için yılana sarılmaya bile aç. Yine de uzanan elinize cevap vermeye imtina edenler çıkarsa aralarından, evlat sahibisiniz, evlat acısını tahayyül edebilirsiniz (Ne bir anne çocuğu ile, ne de kendisi için doğurulmuş olan baba, çocuğu ile zarara uğratılmasın.). Haber alıp, provake etmeye kalkacaklar, bu pravokasyondan hem zavallı, hem zalim nemalanmaya kalkacaklar çıkarsa da, bunlara pabuç bırakacak, muhtemel bir provakasyon sebebiyle imtina edip, varlığınızı ruhlarının yarısı gayiplere karışmış bu annelerden esirgeyecek değilsiniz herhalde…
Hatırlar mısınız tarihe 14 gün öncesiymiş gibi geçmiş bir vaka vardır. İngilizlerin desteğinde İttihadçıların gemi azıya aldığı, başta Serbesti Gazetesi’nin başyazarı Hasan Fehmi Bey, fail-i meçhullerin çığ gibi büyüdüğü bir dönem. Ulemadan 15 zad idam edilir (erken İstiklal Mahkemeleri olarak bakabilirsiniz), idamdan dönem coğrafyanın yakın tarihinin en etkili imamlarından biri mahkemeden çıktığında, arkasındaki kalabalık Beyazıd’tan Sultanahmet’e “ZALİMLER İÇİN YAŞASIN CEHENNEM! ZALİMLER İÇİN YAŞASIN CEHENNEM!” nidalarıyla yürümüştür. İnanın o cehennem sadece zalimler için değil, o zulme şahit olup, mazlumun ahının içinde kalmasına müsaade edenler için de yaşamaktadır.
“Allah’tan korkup sakının ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir.” (Bakara, 233)
Sizden haber bekliyorum, gelin lütfen, bir temas edin mazlum analara…
Sevgiyle kalın,
Mehmet Atak
Ps. Bu mektubu size gönderebilmeme vesile olan Yıldız Ramazanoğlu, Ali Bulaç ve Yahya Ayyıldız’a şükranla.
2 Yorum
Yazan:Aliye Özkul Tarih: Eki 28, 2010 | Reply
🙂 🙁
meseleler, meseleler,
galiba bazen birşeyin çok büyümesi haraket kabiliyetini daraltıyor. işin içine karmaşık ilişkiler ağları giriyor ve bu ağları kolaylıkla üzerinizden atıp çevik bir şekilde meselelere eğilemiyorsunuz.
erdoğan belkikişisel olarak meseleleri çözmeye çalışacak ama etrafını fareler sarmış. (çünkü büyük ambarlara fareler dolar)
artık sorunların tanımını rahat yapıyor ama rahatlıkla çözemiyoruz. bu sorumluluk sadece yöentenlere ait değil toplum olarak hepimizin sorumluluğu…
Yazan:Ücretli Öğretmen Tarih: Eki 28, 2010 | Reply
idamdan dönem coğrafyanın yakın tarihinin en etkili imamlarından biri mahkemeden çıktığında, arkasındaki kalabalık Beyazıd’tan Sultanahmet’e “ZALİMLER İÇİN YAŞASIN CEHENNEM! ZALİMLER İÇİN YAŞASIN CEHENNEM!” nidalarıyla yürümüştür. İnanın o cehennem sadece zalimler için değil, o zulme şahit olup, mazlumun ahının içinde kalmasına müsaade edenler için de yaşamaktadır.
Bu kısım çok güzel ve manidardı…