Füze Kalkanının Hedefinde Türkiye
By Konuk Yazar on Kas 22, 2010 in Amerika, Amerikan Saldırganlığı, Barış, Dış Politika, Ortadoğu, Savaş
Soğuk savaş sisteminin anormal yapısının sona ermesi yer küremizde henüz normalleşmeye doğru giden bir süreç lehine bizleri ümitlendirmiyor.
İki kutuplu soğuk savaş düzeni anormaldi, çünkü kutup merkezlerine olduklarından çok daha büyük güç sağlıyordu. İki kutup arasına sıkışmış unsurlar ise gerçek ilişkisel tutumları yerine içinde yer aldıkları kutbun kodlarına göre uluslar arası sistemde varlıklarını sürdürmekteydiler. Bu durum öylesine çarpık ilişkiler üretiyordu ki, Türkiye örneğindeki gibi kimi ülkeler, çevresindeki birçok komşu ve akraba topluluklar ile uluslararası sistem gereği karşı kutupta yer alarak onlara cephe alıyordu. Her hangi iki ülke yarı kazara tercihleri yüzünden kimi zaman abartılı şekilde birbirleri için tehdit kaynağı oluşturabiliyorlardı. Bu yapay çarpıklık ekonomik, kültürel ve sosyal alanlarda ilişkilerin doğal seyrine engel oluyordu.
Bütün bu çarpıklıklar esasında, uluslar arası sistemin hukuki ve siyasi yapısındaki temel bir anormallikten kaynaklanıyor. Birleşmiş milletlerde veto yetkisi bulunan beş ülkenin kendi güvenlik stratejileri, tehdit algıları dünyanın geri kalanına dayatılmakta; onlardan bu kaygılara dayanılarak üretilen politikalara hatta savaşlara destek vermeleri beklenmektedir. Kanaatimce uluslar arası sistem, gelinen nokta itibarıyla bu beşli hegemonya ve onun peşine takılan geri kalan unsurlar arasındaki bir çatlak üzerinden ciddi bir kriz yaratmıştır.
Uluslar arası sistemin bu anti demokratik yapısı, sesini duyuramayan, sistem içerisinde temsil hakkı bulunmayan halklar üzerinde ciddi bir rahatsızlık hissi uyandırmaktadır. Bir buçuk milyara yakın nüfusuna rağmen tek bir Müslüman ülke, bu beşli oyun kurucu aktörler arasında yer almamaktadır. Latin Amerika’nın, güney Asya’nın, Afrika’nın muazzam halk yığınları bu küresel sistemde kendilerine yer bulamıyor.
Soğuk savaş düzeni temeldeki bu iktidar anomalisi üzerine kurulu idi. Çünkü dünyadaki ekonomik ve askeri güç dağılımı batı lehine büyük bir uçurum görüntüsü arz ediyordu. Ne var ki, 1990’lardan sonra iyice derinleşen iktisadi ve enformatik ilişkiler, dünyanın geri kalanının muhteşem batı ile arasındaki uçurumun boyutlarının giderek daralması şeklinde gelişmektedir. İktisatçıların “kapanma” adını verdikleri bu yeni dönemde, içinde Türkiye’nin de yer aldığı kimi ülkeler inanılmaz ölçeklerde ekonomik büyümeler gösterirken, Batı ekonomileri büyük krizler yaşamakta, Avrupa ekonomileri ise ciddi oranlarda küçülerek kan kaybetmektedirler.
Elbette ki bu durum, zengin Batı ile yeni büyüyen ekonomiler arasındaki uçurumu giderebilmiş değildir; ancak uzun vadede bu ekonomik dengelenme durumu, Batı’nın tekelci hegemonyasını büyük ölçüde zora sokan bir trend halinde gerçekleşmektedir. Gezegen artık daha fazla toplumun kültürel, ekonomik değerler ürettiği bir yer haline gelmektedir.
Küresel ekonomik dengelerdeki bu köklü değişimin küresel siyaset mekanizmaları üzerinde belirleyici olmaması düşünülemez. Uluslar arası sistemin statüko tarafında yer alan erkleri soğuk savaş sonrası dönemde geleneksel soğuk savaş siyaset mekanizmasının devamından yana bir tavır sergilemektedirler. Irak savaşında, Afganistan savaşında küresel politika üretim süreçleri aslında Batı’nın, Batı gerisinde kalanları (Rest of the West) kendi strateji ve güvenlik kaygılarına göre ürettikleri politikalara ikna etme süreci olarak gerçekleşmiştir. Hatta Batı, II. Bush döneminde ikna sürecine bile yanaşmayan bir kibir ve iktidar inancıyla tek başına dünyaya yön vermeye kalkmıştır.
Oysa dünyanın bugün geldiği noktada temel mesele şu: soğuk savaş döneminde olduğu gibi zengin azınlık Batı toplumu kendi tekeline aldığı küresel siyaset mekanizmaları aracılığıyla dünyayı kendi perspektifinden bakarak şekillendirmeye devam mı edecek? Yoksa kültürel, ekonomik, sosyal açılardan hızla gelişen yeni siyasi çekim merkezleri bu süreçlere eşit ve aktif katılım yoluyla ortak mı olacak? Soğuk savaşın kutuplara sağladığı abartılı güç ilişkileri tek kutuplu olarak devam mı edecek? Yoksa iki kutuplu dünya sisteminin çökmesiyle ortaya çıkan bölgesel güç merkezleri kendilerini ilgilendiren gölge politikalarında kendi merkezlerine göre tutum mu takınacaklar? Türkiye Batı’nın en uzak karakolu olarak kalmaya mı devam etmeli? Yoksa bu geleneksel fay hatlarının suniliğinden hareketle gerçek ilişkiler mi üretmeli? İşte kriz bu krizdir.
Son birkaç yılda Batı’yla yaşadığımız gerilimlerin temelinde böyle bir kriz yer almaktadır. Örneğin İran’a yönelik yaptırımlar konusunda, Türkiye ve Brezilya, Batı’nın oyun kurucu veto yetkisine sahip geleneksel erklerinin politika üretim süreçlerini devre dışı bırakarak, İran’la nükleer üretim konusunda anlaşmaya varmıştı. Bu süreçte sorun yaratan şey anlaşmanın içeriği değil, anlaşmayı ortaya çıkaran aktörlerin ve süreçlerin geleneksel sistemi zorlaması idi. Beş büyüklerin ve özelde ABD’nin çerçevesini çizip yürüttüğü politika üretim süreçlerine alternatif olarak, Türkiye ve Brezilya’nın inisiyatif almaları Batı açısından kabul edilebilir bir şey değildi. Güvenlik konseyinden alelacele çıkarılan yaptırım kararları, Batı’nın geleneksel karar verme mekanizmalarının dışında bir girişimin dikkate alınmayacağına yönelik açık bir bildiridir. Birleşmiş milletler görüşmelerinde İran’a yönelik alınan yaptırım kararları aslında doğrudan Türkiye ve Brezilya’ya yönelik yaptırım kararları idi.
Türkiye’nin de içinde yer almaya zorlandığı füze kalkanı aslında, Batının ben merkezli güvenlik stratejilerinin ve bu stratejilerin üretim aşamalarının geleneksel batılı erklerin tekelinde olduğu statükosunun sürdürülmesi eğilimi olarak okunmalıdır. Batı, küresel politika üretim sisteminin kendi tekelinde olmasını tartışmaya açılabilir olarak görmüyor. Yine Batı siyaseti kendi kaygıları ekseninde şekillenen stratejilerinin dünyaya dayatılmasını da tartışmaya açmaya yanaşmıyor. Üstelik bu güvenlik kaygılarının kendisi açısından bile ne derece gerçekçi olduğu tartışmalı olduğu halde.
Dünya siyasetinin gelmiş olduğu bu kriz aşamasında ortaya çıkan bölgesel aktörler ve bölgesel güç dengeleri, Batı’nın ben merkezli güvenlik ve intizam dayatmalarına çok da fazla ikna olmuş değil. ABD’nin Polonya, Romanya, Türkiye, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri hattı üzerinde bir cephe oluşturma gayreti, bölgeye ilişkin Amerikan politikasının özetidir. Bu hattın Ortadoğu bölgesinde kalan mevzileri Sünni karakterde olup doğrudan Şii İran cephesine karşın beslenmek istenilmektedir. Suudi Arabistan’ın son birkaç yıl içerisinde milyarlarca dolarlık silahlanma harcamaları, Amerika’nın bölgeye muazzam ölçülerde sattığı silahlar; özet olarak Şii İran cephesine karşı dayatılan Batı destekli Sünni bir blok inşası çabasıdır.
Diğer taraftan bölgeye büyük silah satışı gerçekleştiren bir başka aktör olarak Çin, Ortadoğu ile ilişkilerini giderek derinleştirmekte, bölge ülkeleri ile başta enerji konuları olmak üzere çok yönlü ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirmektedir. Örneğin Irak’ın Saddam döneminden kalan yaklaşık on milyar dolarlık borcu tek kalemde Çin hükümeti tarafından silindi. Çin ve Türkiye başbakanlarının karşılıklı yaptıkları ziyaretlerde yapılan anlaşmalar sonucu “stratejik ortaklık” kavramı dillendirilerek bütün dünyanın dikkatini çeken bir ilişki şekli gündeme geldi. Bölge ülkeleri Çin’i Batı’ya karşı bir denge unsuru olarak gördüklerini dillendirmekten çekinmiyorlar. Ortadoğu siyasetinin dışarıdan gelen yeni aktörü olarak Çin, Amerikan merkezli Batı gücünü bölgede yalnız bırakmaya niyetli davranmıyor.
Türkiye’nin son yıllarda ortaya koymuş olduğu yeni dış politika vizyonu, NATO’nun, yani Batı’nın güvenlik stratejileri ve tehdit algıları ile temelden bir uyuşmazlık içerisindedir. Batı, Türkiye’den İran merkezli ve aslında daha geniş İslam coğrafyasını da içeren tehdit karşısında öngördüğü safta yer almasını talep etmektedir. Son yaşadığımız füze kalkanı krizinin oturduğu çerçeve, esasında Türkiye’nin Batı’nın kurduğu cephe hattında Batı’yla birlikte hareket etmesi veya kendi yolunu Batı’dan bağımsız olarak çizme iradesi arasındaki gerilimin uzantısıdır. Türkiye’nin bu yeni vizyonu Batı cephesinde zannedilenden daha büyük rahatsızlıklar yaratmaktadır.
Füze kalkanı projesinin Türkiye açısından anlamı yeni Türk dış politikasının zabturabt altına alınması, Beş büyüklerin hegemonik statüsünde ast – üst ilişkilerine riayet etmesi, Amerikan savaş gücünün bölge üzerinde belirleyici etkiye sahip olduğunun teyit edilmesi gibi unsurlar içermektedir.
Türkiye NATO’nun füze kalkanı projesine onay vererek kendi vizyonu ile ters düştüğü şeklinde bir görüntü ortaya çıkmış olsa da, bu türden kesin bir kanaate varmak için sürecin işleyiş şekline ve devamına tanıklık etmeye ihtiyaç vardır. Uluslar arası siyasette tek bir noktadan hareketle sürecin derin akışını analiz etmek genellikle yanıltıcı olur. Türkiye’nin bir anda NATO’nun varlığını tartışır bir konumda bu projeyi reddetmesi erken bir hamle olarak olumsuz etkiler yaratabilir, öngörülemez bir krizin ortasına kadar sürükleyebilirdi. Bu yöndeki değerlendirmelerin gerçeklik payı bulunmaktadır. Elbette ki tek bir toplantıda alınan kararlardan hareketle uzun süredir ilkesel bazda başarıyla yürütülen politikanın çöpe atıldığını söylemek mümkün ve doğru değildir. Ancak Türkiye kamuoyu, ortaya koymuş olduğu tepkilerle, NATO’nun geleneksel güvenlik stratejilerine göre tayin edilmiş bir Türkiye olmak istemediğini net bir şekilde dile getirmektedir. Bunun yanı sıra henüz nasıl gerçekleşeceği, ne tür diplomasi hamlelerine maruz kalacağı ortaya çıkmamış projeden hareketle her şeyin tükendiği, aktörlerin ve rollerin tanımlanan yataklarında akmaya razı oldukları sonucunu çıkarmak da yersiz olur. Türk dış işleri bakanı Ahmet davutoğlu’nun, NATO’nun üyesi ve karar verme süreçlerinin sahibiyiz şeklindeki açıklamalarını, NATO’nun geleceğinde Batı kontrollü yapısının değişmesi yönünde ve üyelerin gerçek tehdit algılarına yönelik bir politika sürdürüleceğine dair beyanatlar olarak değerlendirmek mümkündür.
Füze kalkanı projesi uluslar arası sistemin içine girdiği derin krizin dışa vurduğu alanlardan birisi olmuştur. Uzun vadede bu projenin aşamalarının bahsettiğim kriz ekseninde gerçekleşeceğini ve buna bağlı sancıların yaşanacağını öngörmek mümkündür. Bu krizin giderek daha da derinleşeceğini, başka bölgesel sorunlarda ve politikalarda kendini göstereceğini söylemek gerekmektedir. Ancak bunun için sürecin devamını, ne şekilde geliştiğini, aktörlerin temel yaklaşımlarını gözlemlemek gerekiyor. İndirgemeci popülist değerlendirmelerden kaçınmakla birlikte, Batı’nın geleneksel dayatmalarının, mutlak hegemon pozisyonunun, yersiz ve yalan kaygılarının (bkz. Irak’taki sözde nükleer füzeler) bölge ülkeleri için mutlak iştirak edilmesi gereken konular olmadığını tartışmak kamu oyunun görevidir. Ve bu büyük kriz yeni sonuçlara gebedir.
11 Yorum
Yazan:cb Tarih: Kas 22, 2010 | Reply
mustafa beyin yazısını konuyla ilgili detaylı ve açıklayıcı buldum, oldukça başarılı.
derin düşünce’de ilk kez yazıyor, yazılarının devamını dilerim
Yazan:ali yardım Tarih: Kas 23, 2010 | Reply
NATOnun güvenlik konseptinin bir kaç ülkenin dünya üzerindeki hegemonyasını sürdürmek için kurgulandığı açık bir gerçek.bu konsepti, Türk dış politikasının mimarlığını yapan Davutoğlu’nun ve güçlenen Türkiye’nin;belli noktalardan zorlaması mümkün olmakla beraber, değiştirebileceğini düşünmek hayaldir. batı kutbunun hegemonyasının devamı için dünkü tehdit algısı komünizm, bugünkü ise siyasal İslamdır(batının bazı sterilize İslamcıların sırtını okşamasına aldanmamak gerekir.bu tehdit algısının tamamen İslamın siyasi veçhesine değil,bizatihi kendisine yönelik olduğuna dair ciddi kuşkularım var. zira Müslümanlar nufüs bakımından ve sosyal konumlarının giderek yükselmesiyle batıda ciddi bir ağırlık oluşturmaya başladılar. Sarrazin tezlerini içinden geçiren avrupalı politikacıların sayısı az değil. Avrupa merkez sağının, aşırı sağ ile yegane farkının, birinin ırkçılığını açıkça, diğerinin ise “örtülü” bir biçimde ortaya koymasıdır.) NATO bazen, tamamen kurgular üzerinden bu tehdit algısını pekiştirerek, dünya siyaseti üzerindeki hegemonik konumunu tahkim etmektedir.eğer bu hegemonyanın devamından yana isek, gözlerimiz kapalı evet diyebiliriz; diğer durumda ise düşünmek gerekiyor: NATO ölçüleri içerisinde Türkiye için “kabul edilebilir” bir elbise biçilmesi mi, Türkiye’nin kendi dış politikasının mimarı olarak batı hegemonyasını çatlatması mı, milli menfaatlerimize uygundur? ben riskli bir yol olsa da ikincisini tercih ediyorum.
Yazan:logic Tarih: Kas 23, 2010 | Reply
Ulusalcılar’dan beter bir yaklaşım olmuş bu. NATO’nun işi gücü yok, Türk Dış Politikası’nı füze kalkanı koyarak zabturabt altına alıyor.
Adamlar bir yere koyacaktı bu kalkanı. Önce Polonya’ya niyetlendiler, Ruslar karşı çıkınca da İran’ı da düşünerek buraya koymaya karar vermişler işte. Kimilerine göre olay ABD’ye para kazandırma meselesinden başka bir şey değil.
bu tip yanlış bilgiler güven zedeler hep. Irak’ta kitle imha silahı aradılar, nükleer silah değil.
Yazan:beytullah emrah Tarih: Kas 24, 2010 | Reply
iran’da varlığı delillendirilemeyen füzelere karşı füze sistemi projesi yürütülürken, bu sistemin elindeki nükleer silahları ispatlanmış israil’i de koruma kalkanı altına alması, nasıl “ilkeli bir siyaset” olarak kamuoyuna takdim edilebiliyor, gerçekten anlamış değilim…
hayır, dürüstçe çıkıp desinler ki, “biz nato ülkesiyiz, ne nato’dan çıkmaya niyetimiz var ne de kalkan projesinin dışında kalmaya!” Ama bu dürüstlüğü göstermek yerine insanların salak yerine koymaları sinir bozucu…
sarkozy, “bizde kediye kedi denir” derken sadece bir gerçeği hatırlatıyordu. doğru.
biz de mesela kapıların üzerine ayrıca kapı, pencelere de pencere diye etiket yapıştırmayız. ikisinin de ne olduğu, ne maksatla orada durduğunu biliriz, ona göre kullanırız. “iran’ın adı geçmiyor” diye bağırmanın ne anlamı var? yani kapıda etiket yok diye onu pencere mi kabul edelim bundan sonra?
Yazan:MY Tarih: Kas 25, 2010 | Reply
Nasilsa Türk ordusu zirt pirt kendi ülkesini isgal etmekten bikmisti, rica edelim yeni bir balyoz plani yapsinlar 🙂
ïsternseniz NATO’dan derhal çikalim, Iran ile birlik olup Israil’e ve ABD’ye savas ilan edelim,
bizim mehter marsini duysalar kaçacak delik artarlar degil mi?
“Irak’tan çikmazsaniz Washington’u yerle bir edecez” diye tehdit edelim,
Türk hava kuvvetleri ABD yapimi uçaklari, ABD yapimi radarlari, ABD yapimi füzeleriyle bakalim gidip ABD’yi vurabilecekler mi?
Tahminim Türk Hava kuvvetlerinin tehdit menzili 1500-2000 km’yi asmaz. Hatirlayin Apo’yu Kenya’dan getirmek için bir is adami uçagini ödünç vermisti.
Bu da demektir ki Türk uçaklari Rusya üzerinden uçacaklar ve Rus ikmal içaklarina ihtiyacimiz var.
Yasasin Türk-Iran-Rus koalisyonu, kahrolsun kapitalist amerika!!!!
yaw dis politika ne kadar kolaymis, basbakana söyliim de beni bakan yapsin 🙂
ikinci bir alternatif var, isternseniz tek bir NATO ve tek bir ABD olMAdigini idrak edelim ve akilli dis politika alternatiflerini düsünelim.
Daha az efelik, daha çok akil? Nasil olur?
Yazan:beytullah emrah Tarih: Kas 27, 2010 | Reply
mehmet bey,
benim eleştirdiğim konuyla sizin ortaya koyduğunuz tepki gerçekten alakasız… demagoji yapıyor değilim. bu tepkinizin de yukarıdaki yorumumdan ziyade kafanızda benimle ilgili oluşturduğunuz imajdan kaynaklandığını düşünüyorum, bu tarz karşılığınızın ilki değil.
bana karşı aynı refleksi sergileyip, kaçıncıya dalga geçtiğinizin farkında mısınız bilmem?
doğrudur, ben basit bir efeyim, kafam basmaz böyle reel politiklere, uluslararası sistemlere, konjonktörel hareketlere. ama meydanlarda “biz katile katil deriz, hesabını sorarız” diye bağırırken, OECD üyeliğine evet diyen de ben değildim, israil’i güvence altına alan bu kalkan projesine onay veren de… benim eleştirim de bu ikiyüzlülüğeydi. siyaset bizde böyle birşey ama. halkı salak yerine koymak değilmiş mesele, kimin koyduğuymuş, son süreçte bunu anladım. ama ne önemi var? biz ak parti’nin kollarına bırakalım kendimizi gönül rahatlığıyla. herşey ne de güzel değil mi? o zaman ne olduğu belli bir projeyi onaylamış bir devleti savunmak için yazıdaki kıvranıp durmak niye? ne yoralım o derin aklımızı böyle konulara ki?
akif emre “Doğrusu hükümet de iyi bir kriz yönetimi sergileyerek medyayı yönlendirmeyi başardı. (Eski) merkez (yeni bir kısım) medya dahil açıkça karşısına aldığı kesim bile Türkiye’nin zaferinden bahsediyordu.” derken ne kadar haklıymış…
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=25026&y=AkifEmre
gerçi akif emre de çok basite almış bu dış politika meselesini ama n’apalım olacak o kadar!
ben daha fazla efelenmeden müsadenizi istiyorum.
behlül kaçar.
Yazan:MY Tarih: Kas 27, 2010 | Reply
Beytullah neden sahsi aldin anlamadim,
Gideceksen müsade senin güle güle git, ALLAH’a emanet ol.
Neredeyse 4 senedir baska sitelerde ve burada kör ABD karsitligini elestiriyorum.
Bir kisim Müslüman gözlerine sinek konmus bebek cesetlerine aglamakla kendini tatmin ediyor, çare yok, fikir yok. Sen böyle degilsin ama kendini bu gruptan görüyorsan senin bilecegin is.
Aklini iman(!) çengeline asmis, düsünmekten, yenilikten, ötekini anlamaktan korkan bir güruh var ülkemizde. Baska Islam ülkelerinde de var. En ufak bir özelestiriye “istemezüük! Bati öcü, ABD öcü…”
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı isimli kitapta elestirdik bu tutumu. Islam’i bile akilla tasdik edince tam Müslüman olursun degil mi? O halde neden aklimizi kullanmaktan geri duralim?
ABD’de tipki Türkiye’de oldugu gibi bir korku tacirligi var. Ama onlarinki daha sinsi, daha zengin, daha güçlü. Bir anlamda ABD halkinin önemli bir kismi bu “Ergenekon” MADE IN USA’nin kölesi durumunda. Washington, Pentagon ve HollyWood üçgeninde boy gösteren bu mekanizmayi ABD tedavi edilebilir mi? isimli kitapta çok detayli olarak anlattik.
Sen kendini bir takim kolayci semalarin içine hapsetmek istiyorsan yine senin bilecegin bir is. Marx “Din toplumlarin afyonudur” demis ama bir harf hatasi yapmis. “Kin toplumlarin afyonudur” deseydi olurdu.
Yahudi nefreti, ABD karsitligi, … Müslümanin afyonu çok. Ama ALLAH’a hamdolsun herkes afyonu çekip yatmiyor, çalisan, didinen de var. (Bkz Müslüman’in afyonu bahsi, Yahudi oldukları için mi zalimler? kitabi)
Yazan:beytullah emrah Tarih: Kas 27, 2010 | Reply
yorumu şahsi aldım, çünkü tam benim mesajımın üzerine ve dediğim gibi daha önce bana karşı tekrar edilmiş müstehzi bir üslupla yazılmıştı… ve ne yazıya ne de benden önceki yorumlara karşılık gelen birşey değildi.
Yazan:Levent Yağmur Tarih: Kas 27, 2010 | Reply
Füze kalkanı konusu neden bu kadar abartılıyor anlamıyorum.
Türkiye, NATO üyeliğiyle beraber, TSK modern ve güçlü bir ordu oldu. Hala NATO’dan çıkalım diyen tiplere şaşıyorum.
Türkiye, herhangi bir taviz vermiş değildir. Atılması gereken bir adım atılmış, gereği yapılmıştır. İran’ın bölgede nükleer faaliyette bulunduğu bilinen bir gerçek. Buna karşın NATO da kendini koruyacaktır. Bu gayet normal bir durum.
Yazan:sq Tarih: Kas 28, 2010 | Reply
Muhtemelen kapsamlı bir yazıdır fakat füze kalkanları, yeni stratejik ortaklıklar, gerçekten bu oyundan birşey anlamıyorum ve nereye varacağını kestiremiyorum. Çok safım heralde zira silahlar, füzeler onlar bunlarla makul bir gelecek göremiyorum.
Yazan:ali yardım Tarih: Kas 28, 2010 | Reply
ABD karşıtı olmayan ABD yandaşı olur. çok mu indirgeyici ve sloganımsı bir ifade? olsun. realite. zalime karşı en azından buğzetmekle yükümlüyüz. Hz.Peygamber bu seviyeyi, en düşük iman seviyesi olarak anlatıyor.gücünüz yeterse elinizle, olmadı dilinizle… o da mı olmadı, kalbinizle buğzedeceksin. Ebu Garib’i hatırlamak, İsrail isimli şımarık çocuğun ABD den taltif gördüğünü söylemek “müslümanın afyonu” öyle mi? o zaman bütün Müslümanlar afyonkeş olmakla yükümlü Mehmet bey. NATO Türkiye üzerindeki uluslararası vesayetin adıdır. yok NATO üyesi olunca TSK modern ordu olmuşmuş, milli istihbaratın temelinin ABD tarafından atıldığını da söyleyin-ki doğrudur- tam olsun. lutfu tükenmez padişahın iltifatlarını sayarak kılıflı amerikancılık yapalım. olmaz öyle şey. ZAlime meyleden, onun zulmüne ortak olur. zulüm karşısında pasifleşmek, asıl müslümanın afyonu olan budur. maalesef bu sitenin bazı müslüman yazarları ve gülen cemaati, bu hastalıkla nezle olmuş durumdadır. ya birilerinin “our boys” u olacağız ya da ABDye karşı net bir tavır koyacağız. İsmet Özel’in bir kitabının adıyla bitirelim:Surat asmak hakkımız.
en azından surat asalım ve kalben buğzedelim