RSS Feed for This Post

Şah&Sultan (İskender Pala)

 “Cihânın gerçi nûş ettim yedi tastan geçen zehrin

Velâkin zehr-i kâtilden beter buldum meğer kahrın.”[1]

Şah & Sultan[1]  romanı, merkezine Çaldıran Savaşı’nı alarak 1501-1525 yılları arasındaki Sünnilik ve Kızılbaşlık ekseninde birey, toplum ve Osmanlı-Safevi Devletinde yaşanan olayları/siyasi yapıyı/dini kabulleri/kültürü… Kamber Can ve Hüseyin’in gözlerinden anlatan tarihi bir romandır.

İskerder Pala’nın son romanı Şah & Sultan’ı incelemeye başlamadan önce şunu sormalıyız: Tarihi bir romanda gerçeklik ve kurgu arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?

Tarihi romanın başlangıcı, Walter Scott’un İskoçya’da çıkan bir ayaklanmayı anlattığı 1814 yılında yayımlanan Waverley adlı romanı kabul edilir. Oysa Rousseau ve Pichois tarihi romanın başlangıcını daha da eskiye dayandırırlar ve “Gomberville, La Calprenede, Mlle de Scudery’nin romanları, Manzoni (Nişanlılar), Willibald Alexis, Gustav Freytag, C.F. Meyer, Fontane…” [2]‘i, tarihi roman örnekleri olarak sunarlar. Tarihi romanın sahneye çıkmasıyla da tarih, gerçeklik ve kurgu arasındaki ilişki daima sorgulanmış, farklı görüşlerle gerçeklik ve kurmaca arasındaki bağlantıya açıklamalar getirilmiştir. Hala da bu sorgulama devam etmektedir.

Cemil Meriç, tarihin daha renkli bir dünya yaratmak için vesile olduğunu söyler ve “Yaşayanlara kasvetli gelen bir çağ, daha sonraki nesiller için serüvenlerle dolu bir dünyadır.”[3] diye ekler. O döneme ait her şey, her türlü yaşantı, dil, mekân, estetik, konuşma… romanın içinde olmalıdır. Elbette yazar “geçmişi bugüne getirecektir” ama “geçmişi bugünün gözüyle değil; o günlerin gözüyle, o günlerin havasıyla verecektir.”[4] Tarihsel romanın baskın özelliği “kişileri, tip ve karakterleri çağına yerleştirmektir. Bu da tarihsel roman yazarının anlattığı çağın duyarlığını yakalamasına ve yaşantısına girmesine bağlıdır.”[5]

Semih Gümüş “Roman sanatı için tarihin anlamı nedir?”[6] sorusunu sorar ve Tarihi romanı açıklamak için tarih ile tarihçi ve tarih ile romancı arasındaki ilişkiden bahseder. Bu ilişkiyi dört unsura ayırır. ” Romancı; roman tarafından değerlendirilen görece bağımsız tarihsel olgular; roman sanatının yazınsal gerçekliği ve yaratın sürecinin etkin unsurları; romancı ve tarih ile roman sanatı ve tarihsel olgular arasında -birincilerin kazanacağı- eşitsiz ilişki.”[7] Semih Gümüş, tarihsel olguların tarihsel romanda yeniden kurulduğunu, düzenlendiğini ve biçimlendiğini ve biçimlenirken kurmaca anlatının bütüncü bir tarihsel imgeye dönüştüğünü, yani tarihsel dönemin romanın yazınsal gerçekliğine izdüşen bir imgesine dönüştüğünü belirtir. Çünkü tarihsel olgular, tarihsel roman içinde yeniden kurulur ve romanın dili de tarihsel retorikten apayrı bir dil kullanarak yeni bir tarih tasarımının/yorumunun ortaya çıkmasına neden olur. Tarihin kendisine benzemeyen bu yeni bilgi, tarihin öznelliğinden daha fazla nesnel bir tavrın ürünü olacaktır. Kurmaca yapıt, kazanan/kaybeden tarafın görüşünü değil, önyargılardan bağımsız, yaratıcı bir tutumla, bir tarafın bilimsel düzeyde verilen bilgilerine rağmen, bireyin, vicdanın öyküsünü anlatacaktır. Gümüş’ün tarihsel romanın nesnelliği konusundaki görüşü elbette tartışmaya açıktır ama şu unutulmamalıdır: Tarihi bir roman, tarihin herhangi bir dönemine ait bir dilenciyi de anlatsa, o kişinin ardında o dönemi ‘farklı’, ‘kişiye ait’ ve ‘tarihin önemsemediğini önemseyen’  yeni bir bakış açısıyla değerlendirme imkânı doğar ki bu da tarihin yapamayacağı bir şeydir. Şu da denebilir, belki de roman, tarihin bilgi tarafı değil, insani tarafıdır.

Öyleyse tarihi romanda tutarlılık ve kesinlik aramak, ya da ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu diye bir nicel değerlendirmeye gitmek çok da anlamlı değildir. Anlattıkları gerçeklere mümkün olduğunca sadık bir tarihi roman da yazsa yazar, adı üstünde yazdığı romandır ve romanın da kurgu/fiction/kurmaca olduğu asla unutulmamalıdır.

Romanın İncelemesi:

Şah İsmail, Kamber Can’ın; Yavuz Sultan Selim, Hüseyin’in gözlerinden(Çaldıran Savaşı’na değin/altta değinilecektir), kahraman anlatıcı bakış açısıyla sunulmuştur. Roman, Sünniliği ya da Rafiziliği/Kızılbaşlığı değil, sultan ve şah olma iddiasında olan ve bu yolda yürüyen iki insanın güttükleri siyasetin, teb’ada/halkta/toplumda nasıl yankılanıp sosyal/toplumsal değişime/dönüşüme/ayrıma neden olduğunu vurgulamaktadır. Kardeşlik olgusu Selim’in yanındaki Hüseyin’le, İsmail’in yanındaki -Hüseyin’in ikiz kardeşi- Aka Hasan’la -özellikle- belirtilerek, özelden genele/topluma yayılan kardeşlikten düşmanlığa ilerleyen ilişkinin tarafsız tespiti yapılmıştır. Hüseyin’le Hasan’a düşen yazgıda, kardeş ama düşman olma durumu, bu düşmanlığı ve ardından gelen savaşı engelleyememe, içinde oldukları sistemin onları birbirinin uzağına düşürmesi, ikilemleri, birbirlerini severken bir savaşın içinde kan dökmek üzere karşı karşıya gelmeleri toplumun sürüklendiği siyasi kararlardaki edilgen ama seçime bir şekilde taraf olma tutumunu açıklamaktadır. Hatta kimi insanlardaki ganimet, mal, makam hırsının bu ayrılığı daha da belirginleştiren unsurlar olduğu tespiti de yapılarak, bu bölünmenin sadece taht kavgası olmadığı da objektif bir şekilde kahramanların gözlemlerinden aktarılmaktadır.

Saltanat, asker, halk, birey olguları kahraman anlatıcıların gözünden okura başarılı şekilde sunulurken;  Sultan’la Şah’ın iç dünyaları, hayal ve hayal kırıklıklarının sunuluşunda, Şah İsmail’in bu yönü Sultan Selim’e kıyasla daha zayıf kalmış ancak Şah’ın savaşı kaybetmesinin ardındaki süreçte Şah’ın iç dünyası daha başarılı bir şekilde sunularak bu durum düzeltilmiştir. Kamber Can ve Hüseyin iki anlatıcı olarak kendi merkezlerinden/iç dünyalarından en yakınlarındaki kişilere, olaylara, fikirlere ve yaşadıkları döneme tanıklık ederken bunu öznel ama objektif bir tutumla aktaran iki karakterdir. Sadece aktarım göreviyle de silik/gözlemci karakter olarak değil, kendi hikayeleri(Kamber’in hadımlığı, Hüseyin’in kardeşinden, köyünden ayrılması…) ve hayata bakışları ile de romanda baskın karakter /baş karakter olarak yer almaktadırlar. Selim’i ve Şah’ı anlatan bu iki karakter, onların kararlarını, bu kararların sonuçlarını, yargılamadan ama sorgulayarak, her iki karaktere de eşit mesafeden bakarak hatta anlatıcı olarak rolleri değiştiğinde de ‘öteki’ olarak yine aynı tutumu koruyarak aktarmışlardır.

Yukarda da değinildiği gibi romanda kahraman anlatıcı bakış açısı kullanılmıştır. Anlatıcı bakış açısındaki, teknik anlamdaki en büyük başarı, Çaldıran Savaşı’na kadar Kamber Can’ın Şah İsmail, Taçlı ve Safevileri anlatırken, savaşın ardından Taçlı’yla birlikte Osmanlı Devleti’ne esir düşmesi yüzünden Taçlızade ve Sultan Selim’i özetle Osmanlı tarafını aktaran kişi olması; Hüseyin’in de savaşa kadar Sultan Selim’i ve Osmanlı’yı anlatırken savaşta bilemeyerek ikiz kardeşini öldürmesinin vicdani hesaplaşması yüzünden Hasan’ın/kardeşinin yerine geçerek Şah İsmail’i ve Safevileri anlatan konuma geçmiş olmasıdır. Anlatıcılar yer değiştirirken farklı görüşteki insanların karşıdakini/ötekini değerlendirmeleri fırsatı da doğmuştur. Romanın ortasında değişen anlatıcılar ve onların yazgılarının değişiminin sadece fiktif anlamda kalmayıp teknik/biçim anlamında da bir değişimde kullanılması romanın en başarılı yönlerinden biridir. Kahraman anlatıcı bakış açısı bir de romanın 29. Bölüm’ünde (Hasan adlı yeni bir anlatıcı, Sultan’ın savaş sonrasında yaptıklarını aktarmak için) kullanılır. Kahraman anlatıcı bakış açısının yanında Raviyân-ı ahbâr dile gelende adlı ikinci bölümde, Bihruze’nin anlatıldığı kısım, Tanrısal/İlahî bakış açısı; Laedrî hikâye ettiğinde adlı dördüncü bölümde, Şehzade’nin anlatıldığı kısım, Gözlemci Bakış açısı kullanılmıştır.

Sultan Selim ve Şah İsmail başlığında, Osmanlı ve Safevi Devleti, bunun alt biriminde Sünnilik, Bektaşilik ve Kızılbaşlık, Rifailik… eserin zıtlıklarını/gerilim noktasını oluşturmuş; Selim’le Osmanlı Devletinin yapısı, anlayışı, edebiyatı, ordu sistemi(düzenli, teknolojik), inanç yapısı…, İsmail’le Safevi Devletinin yapısı, anlayışı, edebiyatı, ordu sistemi(Türkmen yaşam biçimi, at üstünde, kılıç-kalkan, geleneğine sımsıkı yapışmış), inanç yapısı… eserde yansıtılmıştır.

Tüm coğrafya, Türk, Türkmen, Kürt, Özbek, Hristiyan Gürcü, Çerkes beyleri, Akkoyunlu… romanın içinde yer almışlar. Eserde yer alan kişiler ise şöyledir: Kamber, Babaydar, Bihruze, Ömer, Hüseyin, Aka Hasan, Selim, İsmail, Emir Zekeriyya, Gülizar Begüm/Taçlı Hatun, Benli Hatun, Dede Abdal Bey, Lele Hüseyin Bey, Alemşah Begüm, Emir Naki, Zağarcıbaşı Berenduk, Emir Naki, Sultan Beyazıt, Halimi Çelebi, İstanbul, Eleşkirt, Doğan Alp Gazi, Yusuf, Tayyar, Hemdem Paşa, Derviş Ahmet, Tahmasb, Tacizade Cafer Çelebi, Bevey, Vezir Sadreddin, Aka Mirza, Malkoçoğlu Tur Ali, Din Ali Beğ, Korcubaşı Kürt Sarı Pire, Seyyit Muhammet Kemune, Emir Sadreddin, Mir Abdülbaki, Leyla… Kalabalık bir isim kadrosu ama Kamber ile Hüseyin, -onların gözünden sunulan- Şah, Sultan ve Taçlı Hatun  ana karakter olarak romanda yer alırlar.

Kurgunun zamanı Ağustos 1501’den başlamış ve Eylül 1525’te son bulmuş, zamanda kırılmalar olmayıp, klasik/doğrusal zaman işleyişi tercih edilmiştir. Mekânlar Erdebil, Tebriz, Trabzon, Hoy, Erzincan, Elbistan, Maku, Çaldıran, Amasya, Muş, Mısır, Akşehir, Kayseriye, Malaiyye, Ayıntap, Şam… olarak karşımıza çıkmaktadır.

Eserin içindeki beyitler, dörtlükler, nutuklar, nefesler, nasihatler, mektuplar, deyişler, fetvalar, maniler, dualar, hikayeler (Selil ile Selma’nın hikayesi/kurgu içinde kurgu), bölüm başlarında yer alan rivayet bildiren cümleler -Dede Korkut Hikâyeleri’nin giriş cümleleri gibi (Bu bâb … beyanındadır), halk hikayelerinin giriş cümleleri gibi (Raviyân-ı ahbâr dile gelende)-  ile eser geleneksel yönün modern anlatıda birleştirildiği bir yapı kazanmış ve gelenek, yeniden şekillendirilerek ama formunu yitirmeden günümüze kazandırılmıştır. Bu kısmın dikkat çekici diğer yönü ise, Sultan Selim’in anlatıldığı yerde Selimî mahlasıyla kendisinin yazdığı beyit ve dörtlüklerin; Şah İsmail’in anlatıldığı yerlerde Çaldıran Savaşı’ndaki yenilgisine kadar Hitayî mahlasıyla, bu yenilgiden sonra ise Hatayî mahlasıyla kendisinin yazdığı beyit ve dörtlüklerin olaylara paralel temalarla okura ulaştırılmış ve bunun büyük bir başarıyla gerçekleştirilmiş olmasıdır.

Yazar, romanında savaş terimlerine bolca yer vermiş, Sultan ve Şah’ın konuşmalarında üst dili tercih ederken (Osmanlıca kelimeler, saray dili), halka ait konuşmalarda yöresel unsurların ağır bastığı bir dil kullanmıştır. Özellikle esere yayılan alıntılarda (şiir, vaaz, mektup, nasihat…) edebi terim ve kavramlar, dini ve tasavvufi terminoloji (Kızılbaşlık, Sünnilik, Rıfalik, Bektaşilik…) de eserde yer almıştır. Bu yüzden üst dil kullanılan yerlerde dil, sanatlı ve süslü ifadeler içerirken; anlatıcıların olay aktarımında ve yerel unsurların romanda verilişinde günlük dil, sade ve akıcı bir üslupla kullanılmıştır.

Sevgi teması Pala’nın diğer eserlerinde de olduğu gibi çok derin, lirik, naif ve güzel bir üslupla eseri tek boyuttan/olay katmanı çıkararak ona farklı katmanlar/felsefi, dini, tasavvufi… kazandırmış ki sevgi’ye, aşka dair tespitler yapılmıştır ve bu tespitlerin ardında Pala’nın Divan Edebiyatından süzüp açığa çıkarttığı ‘hikmet’ gizlidir. Buradan itibaren ben de sevgiye özel bir bölüm açarak romanda yer alan cümleleri sizlere aktaracağım. Çünkü sevgi, üzerine çok söz söylendiği halde içindeyken farkında olamadığımız; ancak kaybettiğimizde değerinin farkına vardığımız bir varlık(yaratılmış/hazine anlamlarında).

Şimdi söz sadece ‘sevgi’nin:

“Ey yolcu, sevgiye yürü, ta ki hakikate eresin.(s:1) Bütün inançların temeli sevgidir. Her kim bir şey veya  kimseyi severse ona inanmış, boyun eğmiş, kulluk etmiş olur. Kulluk, sevginin yedi derecesinden biridir ki ilk adımda dostluk başlatır. Bu dereceler ezeli ‘ilgi’den doğar, ilgiyi ‘sevgi’ takip eder. Sonra ‘tutku’, ‘aşk’, ‘şevk’ ve ‘kulluk’ diye devam edip ebedi ‘dostluk’ta nihayet bulur. İyi veya kötü, yararlı veya zararlı her türlü sevginin bir etkisi, sonucu, meyvesi, hükmü vardır. Coşku, zevk, özlem, yakınlaşma, ayrılma, uzaklaşma, terk etme, sevinme, üzülme, ağlama, gülme… Hepsi sevginin etkileri ve hâlleridir. Kişi sevgi basamaklarında sürekli bir kazanç ve güç kazanarak ilerlemelidir. Belli bir yol aldıktan sonra sevgi yüzünden ağlasa da, gülse de; sevinse de, üzülse de; hatta sıkılsa yahut coşsa da bundan yarar görür. Nitekim sevgiden uzaklaştığı zaman bunun tersi olacak, her hâlden üzülecektir. Akıllı insan kendisine zarar verecek sevgiyi istemez. Hakikati sevmek, …sevgilerin en güzelidir. Çünkü hakikat Mutlak Güzellik’ten doğar ve bütün güzeller O’nun güzelliğinden bir ilham taşıdıkları için sevilirler. Hakikati ayırt etmeyi bilirsen sevgiliye karşı sevgide ortak edinmemiş olursun. Sevgiliyi sevmek, sevgilinin sevdiklerini sevmek, sevgili için ve sevgili yolunda sevmek, bunların hepsi insanın tabiatına uygundur. …şimdilik sevgiyi bir su farz et. Ona ulaşmak zevk, ayrı kalmak acı verir insana.(s:3-4) Bir madde, tabii olan merkezinden ayrıldığında sevgiyle ayrılır ve oraya yine sevgiyle dönmeye çalışır. Ezelde harekete geçen eşya ebediyete sevgiyle yürüyecektir. Göklerde, yerlerde ve ikisi arasında ne varsa sevgiyle vardır. …Bu yüzden dış yerine içi, suret yerine ruhu sevmek gerekir.(s:5) Babaydar’dan Kamber’e…

Sevgi acaba nura dönüşür, acaba insanı yakıp tutuşturur muydu? (s:27) Kamber’den…

Sevginin bitebilen bir şey olduğunu yahut gittikçe kuvvet ve güç kazanabildiği gibi zamanla zayıflayıp etkisizleştiğini o vakit kabul ettim. …Belki de aşırı sevgi kıskançlığı, kıskançlık uzaklaştırmayı, uzaklaşma da azalmayı tetikliyordu. (s:44) Sevgiyle yaşamak da kıskanmakla devam ediyordu. …Kişi ne derece çok seviyorsa o derece çok kıskanıyor olmalıydı ki asla rakip kabul etmiyordu. Rakibin kimliği ya da cinsiyeti değildi önemli olan; sevgiliyi sevenden uzaklaştırması, sevilenin sevgisini başka bir kişi veya nesneyle paylaşmasıydı. (s:45) İnsan sevgiye hükmeder; ama aşk insana hükmeder! …Kişinin gönülde kendisi olmak sevginin başlangıcı, sevgilide kendisi olmak ise sonu olmalıydı. Birincisi hamlık, ikincisi olgunluk ve pişmeydi çünkü. Kişi sevgiyle varlığını, ama aşk ile hakikatini tanıyordu. Çünkü aşk, kendisinden geçip sevgilideki gerçekliğe ulaşmanın adıydı. Eğer âşık kendi gerçekliğine sevgilide eriyerek ulaşabiliyorsa ayrılık veya kavuşma, ret ya da kabul, karar veya irade, açılma veya kapanma ortadan kalkıyordu. Bu durumda sevgiliden başlayan yollar yine sevgiliye gidiyordu ki galiba aşk dedikleri şey de bu idi. …Sevenin varlığı ya sevilenle veya sevilendendir. Keza yokluğu da sevgilide olacaktır. (s:45-46.) Kamber’den Gülizar Begüm ile Şah’ın sevgisine bakış…

O an anladım ki sevgi ile öfke aynı kaba giremiyordu. İnsanın zihnine takılan öfke gönüldeki sevgiyi örtüyor ve göstermez oluyordu. (s:56) Kamber’in Şah ile annesi Âlem Şah Begüm arasındaki ilişkiye bakışı…

Sevgi her şeyden önce kıskançlığın da adıydı. Seven, işin başlangıcında sevilenin dostlarına dost, düşmanlarına düşman iken, sevgi kemale erdiğinde kıskançlık yüzünden durum tersine dönüyor, onun dostlarına düşman, düşmanlarına dost oluyordu. Artık sevgiliye bir rüzgâr bile dokunsa o yeli, birine söz söylese o dili kıskanmaya başlıyor, neredeyse kimsenin ona bakmasını bile istemez oluyordu. (s:72) Kamber’den, Müritlerin ve Gülizar Begüm’ün Şah’a sevgisine bakış…

Ey sevgili! Hayalin gözümde, ismin dilimde, sarayın kalbimde… Peki ama nereye kayboldun?! Gözlerim seni arıyor, hâlbuki gözbebeğimdesin; kalbim seni özlüyor, hâlbuki bağrımın içindesin. Kaybolup gittin desem kalbim beni doğrulamıyor. Çünkü sen onun içinde bir sır gibi kaldın, hiçbir yere ayrılmadın. Yok gitmedin, hep yanımdasın desem, gözüm beni yalanlayacak. Şimdi doğru ile yalan arasında şaşkın kalakaldım. Bir kelebek rüyası mıdır gördüğüm? Eğer öyle ise kelebek senden yana kanatlarını çırpıyor. O halde, gönlümdeki yangına şahitlik ederek şu alevlerin içinde gülümseyen, şu gözyaşlarıma yansıyan hayalin ne vakit kelebeğe hakikat olacak? Ateş ile su arasında kalan hasretim ne vakit dinecek? Nerdesin, kiminlesin, n’eylersin bilsem! (s:101-102) Kamber’in, Taçlı’nın Ömer için hasret cümlelerine şahit olması…

…seven, işin başlangıcında sevgiliyle ilişkilendirilen, ona benzeyen her şeye ilgi duyuyor, benzemeyenleri bile ona benzetiyor, bundan haz alıyordu. …sevgi kemale erince seven, mükemmelliğin yalnızca sevgilide olduğunu fark eder ve artık ona benzer bir şey bulamaz. Tıpkı bunun gibi sevginin başlangıcında seven feryat figan eder, ağlayıp inler, yanar yakılır, kalbindeki ateşin dumanı ağızdan ah olarak çıkar. Ama sevgi kemale erip de sevenin varlığını ele geçirince artık inlemeler ve ağlamalar son bulur, seven latif bir cisme dönüşür; kusurluluk biter, paklık başlar. Yani ateşin alevi büyüdüğü vakit dumanı azalır, hatta kaybolur gider. (s:102-103) Kamber’in gözünden Şah ile Taçlı’nın sevgisi…

Bilip bilmezlenmek, görüp görmezden gelmek, işitmek ama duymamış gibi davranmak sevgi olabilir miydi? …Eğer öyle ise sevgiye zarar erişir, masumiyeti gider miydi? Bir şeyin haddi aşınca zıddına dönüştüğünü biliyordum. …Atlar hızlanınca arabanın tekerlekleri nasıl hızla dönmeye başlar ve gitgide tersine dönüyormuş gibi görünürse, bütün sevinçler sonunda kedere, bütün kederler sonunda neşeye, bütün konuşmalar da sonunda sükûta varırdı. Tıpkı bunun gibi doğruluktan ve dürüstlükten güç alan, özünde doğruluk olan sevgi acaba haddi aşınca eğriliyor, sevene dürüstlükten taviz mi verdiriyordu? (s:126) Kamber’in, Taçlı’nın Şah’ı görmezden gelişine bakışı…

Eğer birisine olan sevginin, yerini bir başkasına ait olan sevgiye bırakması mümkün olsaydı, Taçlı’nın kalbinden diğer sevgilerin gidip yerine Şah’ın sevgisinin geldiğini söyleyebilirdim. Bilemiyorum, ben bir gönüldeki sevginin mahiyet değiştirdiğine değil, aynı mahiyet üzerinde gelişip büyüdüğüne inanıyorum. Bir kişiyi gerçekten seviyorsanız onun sevgisini başka bir sevgi ile değiştiremezsiniz. Bilakis onun sevgisini daima çoğaltır, benliğinizle bütünleştirirsiniz. Gönüller aynadır ve aynayı tek bir suret, tek bir görüntü için temiz ve berrak tutmak gerekir. Aynada görüntü çokluğu ve karmaşası yahut üst üste bindirilmiş suretler yalnızca şaşkınların kârıdır ve bu, bir tür hastalık sayılır. Bir aynada iki suret daima çatışır ve kuvvetli olan diğerini kovar. Eğer aynaya ilk giren görüntü masum ve samimi olursa bir ömür boyu ikinci bir görüntünün orada yansımasına izin vermez. (s:135) Kamber’den…

Sevginin ikbali de, idbarı da olurdu elbette; bazen kucaklar bazen sırtını dönerdi. Artması veya eksilmesi, kemali veya zevali de olabilirdi. Sevenin tavırlarını değiştirmesi elbette sevgideki bu değişkenliğe bağlı olurdu. Nitekim âşıklar başlangıçta aşkı inkâr ederken sonradan ona ısınırlar ve sahiplenirler. Sevgi bazen artar, seven bunu görmezden gelir; bazen de eksilir, seven yine bilmezlenir. (s:184) Kamber’in Taçlı’ya sevgisi…

Sevgi belli ki kendi canından evvel sevilenin canını düşünmek, kendisine bir zarar erişmesinden evvel sevgiliye gelecek zararı bertaraf etmekti. …Sevgi kimin için can vereceğini bilmekti belki de. (s:205) Kamber’in gözünden, Şah’ın Taçlı’ya sevgisi…

O sırada sevginin ne olduğunu yeniden sordum kendime ve güzelliğin gözünün kendini görmeye kapalı olduğunu anladım. Sevilen, bir sevenin aynasına sahip olmadığı zaman kendi güzelliğinin mükemmelliğini göremiyor ve bundan rahatsız oluyordu. …Güzellik eğer seveni yoksa beyhude telaş demekti. Güzellik bir yemek ise sevgi onun yeterli miktardaki tuzu sayılıyordu. (s.216) Kamber’in gözünden, Taçlı’nın Şah’a gücenikliğinin nedeni.

…ve sevgi bir yeminin adı olmalı diye düşündüm; ölüm üzerine yapılmış bir yeminin… Eğer uğrunda ölünecek bir gaye varsa, ölüm bir sevgili olurdu ve ölüm gecesine Mevlana gibi şeb-i arus derlerdi. …Ölüme giderken sevginin bir gülümseme olduğunu düşüneceğim artık ve onu gözümün önünden hiç kaybetmeyeceğim. (s:221) Kamber’in savaşta yaralanıp Taçlı’nın kucağında onun gülümsemesine bakışı…

Sevgi eşitlikten ziyade kölelik demekti zaten. Sevgilinin kölesi olmaya hazır olmayan bir kişi, sevginin hakikatine eremezdi ki! Seven ile sevilen arasında ikiliğin, sen-ben demenin yeri olmazdı. O iklimde yalnızca ‘sen’ zamiri kullanılırdı. Sen demek, benden vazgeçtim demektir çünkü. (s:244) Kamber’in Taçlı’ya sevgisi.

Sevgi, güzel bir kokunun adı mıydı? Sevgiliye dair bir koku, sevgiliden beklenen koku… Hani seher vakti saba rüzgârı eserken dimağı doldurması için içe çekilen o bahar kokusu gibi! Hani sevgilinin bulunduğu tarafa yönelip başının kaldırarak derin bir nefes alır gibi! Sevgilinin kendine özgü bir kokusu vardır ya hani! Hiç unutulmayan ve başka bir kokuyla karıştırılmayan bir koku! Bazen bir saç telinden, bazen bizzat sevgili elinden gelip gönülleri sarhoş eder hani! Yalnızca burna değil, kalbe de giren bir kokudur ya o! (s:252) Kamber’in gözünden Şah’ın Taçlı’yı anlayamadığını ifade etmek için…

Sevgi belki de bir şehrin hatıralarını benimsemenin, bir şehre ait olduğunu hissetmenin adıydı. Bu yüzden olsa gerek, Taçlı, bir şehirden değil de topyekûn sevgiden kopuyor gibiydi. (s:259) Taçlı’nın Tebriz’den ayrılması üzerine Kamber’in hissettikleri…

Sevgi beğenmenin devamı değil miydi? Eğer göz beğendiyse gönül sevmez miydi? Gururun sevgiyi öldürdüğünü söyleyenler haklı olabilirler miydi? Sevgi gururu yok mu ediyordu? (s:270) Kamber’in Sultan’ın Taçlı’ya bakışını değerlendirişi.

Bu incelemeyi Kamber’in Taçlı Hatun’a hissettiği sevgi sözcükleri (s:239) ile bitiriyorum, çünkü romanda sevgi ile ilgili kısımlar devam ediyor, bunlar da okuyanların hakkı olsun, ki sevgi’nin ne olduğu üzerine başlayan 27. Bölüm mutlaka okunmalı… :

Âşık için var olan yâr, kıyamete kadar yaşasın!

 


[1] Gerçi bugüne kadar dünyanın yedi tastan (yedi kat gökten) süzülüp geçen zehrini içtim ama kahrını en öldürücü zehirlerden daha beter gördüm! Yavuz Sultan Selim / Selimî

 


[1] İskender Pala, Şah&Sultan, Birinci baskı, Kapı Yayınları, İstanbul, Ekim 2010.

[2]Rousseau A.M.-Pichois CI., Karşılaştırmalı Edebiyat, MEB Yayınları:2633, İstanbul, 1994, s.104-107.

[3] Meriç Cemil, Kırk Ambar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998, s.137.

[4] Özdemir Emin, Yazınsal Türler, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1994, s.271.

[5] Özdemir Emin, Yazınsal Türler, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1994, s.272.

[6] Gümüş Semih, Roman Kitabı, Adam Yayınları, İstanbul, 1991,s.63.

[7] Gümüş Semih, Roman Kitabı, Adam Yayınları, İstanbul, 1991,s.64.

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:nihan Tarih: Kas 29, 2011 | Reply

    kesinlikle muhteşem bir kitap. başları sıkıcı gelebilir ama sonra çok akıcı oluyor. iskender pala’ya teşekkürler 🙂

  3. Yazan:ayşegül Tarih: Oca 28, 2012 | Reply

    başları sıkıcı ama güzel bi romandı 🙂

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin