Bir kağıt, Bir kalem, Bir de Angelika Lütfen
By Fatma Sancak on Ara 3, 2010 in edebiyat, Kitap Sohbeti, Sanat
Angelika’nın kelimelerini balçıktan karan bir kadının,
‘yıldız’ parlaklığındaki ellerine ithafımdır.
Bir Kağıt
Arkadaşım AteşNur, onunla yürümeye niyetlendiğim bir yolculuktu. Yol kısa sürdü. Hayır. Yolu bitirmedik. Sadece kısa sürdü. Ben korktum ve… Kağıt gibi bir kadın, şeffaf, bir o kadar kırışkan ve ışığa tutulası. Ben korktum ve yol kısa sürdü.
Bir kadın daha; arkadaşım Sükun. Yol yürüyesi değil, yolun kendisi. En çok kullandığı kelime; fuzuli. Neden acaba, takılıyorum buna? Neden acaba? Yoksa o da biliyor mu, bir fuzuliyet varlığı olarak muamele gördüğünü, üstelik ben gibi girmemişken aslan kafesine, biliyor mu?
Bir yol, birden çok kadın. Öyle ise sırayla yürüyelim, olur mu?
Bundan sonrası için dikkat! Sözlerim çölümsüdür, kuruyabilirsiniz.
Susaya da.
Yoktur serabı da.
Bir Kalem
AteşNur, cevval kadın. Ben okurum, o yazar. O yazar, ben okurum. Garip bir öğlenden sonra mıydı? Yoksa lanet huzursuz gece yarılarından biri mi? Yolculuğun sonuna doğru olduğunu hatırlıyorum sadece…
Yazdım diyorum, bitti. İçimden söküldü kanatan cam kırıkları. İnceliyorum, sivrilerek, bir kalem olasıya uzatıyorum ona:
Angelika
Etrafımı saran tülden insanlar; şeffaf ve süzülgen. Bir ahunun, ağustos sabahı gelen tebessümü. Ekleniyor önce, kutlu gecenin arifesi at toynaklarıyla birlik, ‘ at hikayesine ‘. İki kirli fincan, diplerinde birikmiş tortuya aldırmaksızın övünüyor, porselen halleriyle, porselen hallerine. Sığmıyorlar bir masaya; sığmıyoruz; ben, kağıt ve kalem, kuruntulu fincanlar ve Angelika bir masaya. Bir ömre. Bir özneye.
Usul usul geliyorum ey kalem. Ürkütmemekten değil, ürkmekten usul usul geliyorum. Bir sıçrayışın ihtimal hali korkusu damlıyor; ‘ yazmak eksiltir, yazmak eksiltir ‘ eksilmez ancak eksiltir.
Susa susa geliyorum ey kağıt. Farkında olarak değil, fark etmeksizin susuyorum. Bir hararetin endişe hali ile duruyor, ellerim dilim üzerinde, kocaman bir stop çekiyor üstelik. Usulluğumdan yüz buluyorlar, susuyor oluşumdan bir cesaret yaratıyorlar, dilim kuruyor belki. Belki kağıt ve kalem. Belki mi dedim? Şimdi eminim; oldukça nemli. Sadece ‘ Angelika unutuşuyla ‘ unutuyor, belki. Ben unutmuyor, bekliyorum. Unuttuğumdan değil bekleyişim. Korkuyorum. Korkuyorum hala, saat onikiyi vurduğunda, rolünü kapan kelimeler yığını arasında sırıyor olmaktan.
Bir cam vazoya takılıyor gözlerim, camın varlığına inat, içi taş doldurulmuş bir cam vazoya takılıyor gözlerim. Cam, taş ve kum. Ben olmanın faizi hesaplanarak ödeniyor, kuruşu kuruşuna. O an biz oluyorum, oluyoruz. Cam, taş ve kum. Zihnimde yanlarına yapay bir çiçek dikiyoruz, rahatlatıcı. Rahatlatıcı çünkü plastik çiçekleri öldürme riskimiz yok, biliyoruz. Cam kırılır; kum ufalanır; taş yerinde ağırdır. Cam kırılıyor, kum ufalanıyor, taş ağırlaşıyor. Alissa kırılıyor, umutları ufalanıyor, doğulu bir erkek ağılaşıyor; bir ikindi vakti, tülden insanların yolu, perdelenerek ‘ Alissa Yolu‘nda.
Her kaybediş, bulma ihtimaline gebe. Bulma hali bir başka sevinç vesilesi, kaybın görünmeyen yanı bu olsa gerek. Bunları düşünerek, daha bir gömülmeye çalıştığım, yeşil koltuğun kollarına kollarımı paralel koyup, parmaklarımla köşesine tutunduğumun farkında olduğum anla birlik düşünüyorum tüm bunları. Gömülmek mi, tutunmak mı? Sorular basit ve kısa, cevapları uzun ve zorlu değil oysa. O koltukta kaybolma ihtimalini, kendimi bulma haline gebe oluşuyla seviyorken, evet, evet tüm bunlar oluyorken, bedenimde tek ve tek başına, gözlerimin yardımıyla sadece kirpiklerim hareket yaratıyorken, ‘ Müberra’nın kaybetmesi ‘, buluş ihtimalinin ölüşüyle kolkola, uzun kirpiklerini batırıyor, kısa öykümün, umutlarına.
Adem elması sivri, sözleri yumuşak devşirmelerden izin alarak sesleniyorum, kısa öykümün, yarınlı umutlarından. Tepemden bir radyo gölge ediyor; tüm frekansların aynı şarkıyı çaldığı, köşesi kırık o radyo, gölge ediyor. Onu da katarak hesaba, izin kağıdıma güvenip, alçak bir sesten sesleniyorum; tenimiz kara olsa iyiydi, umutsuz hastalıkların çaresi karaçalsa yine iyi ama kardeşim bahtımız kara. Sömürgeciler, bağlarına ve bağlılıklarına bakmadan, kadını öte attığından bu yana, bizim yazgımız ve yazdığımız kara, bahtımız kara, kapkara. Bağlanınca hüküm niyetlerin kör yordamlarına, ah ‘ Hüküm ‘ seninki benden çok daha kara.
On dokuz muydum, yoksa yirmi mi? Hatırlamıyorum. Yaş işte boş ver, dememeli. Bir kemanın dört telinden biri, o yıl. Mi- La- Re- Sol. Başlangıcı ince, bitişi inceliği de taşıyabilen bir kalınlıkta. Ses ve yıl. Sesler ve yıllar. Bir yıl eksik yahut fazla ne fark eder, deme. Mi’nin, sol’e varmasının kaderidir, la ve re. Bizim hayatlarımız, o kemanın dört telinin, dört evresinde bir yılı özetliyorsa, bir yıl eksik yahut fazla ne fark eder, deme. ‘ Şairle randevu ‘ ayarlandığı o gün, züppe serserinin, pis nefesinin yüzüne çarpacağı o gün, o bir yılın, bir sefarad ezgisine, bir ninniye gözyaşı olacak o gün, dört telin, bir elimi kestiği o gün, bir eksik yahut bir fazla ne fark eder deme.
Sana söylüyorum. Kara paltonun yakalarına saklamaya çalıştığın boynunun gömülmesinden anlayarak, kaçmaya çalıştığını, yerine mıhlayarak seni, sana söylüyorum; Nisa diyor Allah bize. Anlıyor musun, Nisa? Ya sen, sen ne diyorsun? Siz ne diyorsunuz? Söylesene, ne diyorsunuz? Şahıs zamiri arama, vermiş hükmü frenk, he yahut she deme, kaybettiğimde kıvrak S’mi sen oldum zannedip, beni hiçleyip, çalıp elmas işlenmiş S’lerimi susma. Susma, söyle, ne diyorsunuz? Doluştuğumuzda, işçi, memur, arlı arsız kadınlar bir konağa, giydiğimizde biri başka, biri başka terliklerimizi, tutuşturmaya çalıştığınız o konakta uyuduğumuzda, uyutulduğumuzda, ‘ sinemacı kadınlar ‘ olarak uyanacağımız o sabaha bakıp, ne diyorsunuz bize? Nisa mı?
İman eden cismin suretidir. Sıratta aynaya, sırlı cama ve suya sırtını dönmüş kadının öyküsüdür. Bitirmekle batırmak arasında, Mayakovski okurum geceleri, keman çalar, loş köşelere saklanırım. İman eden cismin suretidir, sıratta aynaya, cama ve suya dönmüş kadının öyküsünü yazarım, yazarım. Sabaha kadar yazarım, bakarsın, belki bir gün, ben de yaşarım. Çünkü, çünkü benim kaderimde yazmak…
Lütfen
Beğenmedi biliyorum. Canım, dedi; ‘ canım çok kapalı bir öykü, pek anlayamadım’
Ahh AteşNur ilahi, sen de. Bir de anlaşılacak mıydı? Neyiz biz, kimiz? Dünya ‘anlaşılmayan tür’ ilan etmedi mi bizi, biz kadınları? Bir de anlaşılacak mıydı?
Yok, yok aslında öyle değil. Çünkü bu benim ne öyküm, ne de hikayem değil. Bu birçok kadının, kendine kapalı localar bulacağı, tekil; bir o kadar kadına ulaşacak kadar çoğul bir öykü.
Bu, bu benim öyküm değil. Bu, bu hepimizin öyküsü. İyice bak, iyice… Sen de kendi öykünü bulacaksın, sen de.
Ben de buldum, ben de. Odada bir hüzün vardı, tüm eşyayı tavaf ettim ve onu hiçbir eşya içre bulamadım. Kendi içimi yoklamam gerek; ürküyorum.
Ben de buldum, ben de. Angelika’da bir hüzün vardı, bin kadın, bir de ben buldum; binbir…
Ben bunları sıralarken, sayıklarken; sağ kulağıma AteşNur, sol kulağıma Sükun eğilerek; neden bizi sevmiyorlar?
Büküldüm ve eridim toprağa… Anladım, beni ele veren; lütfen. Anladım, beni ele verin; lütfen. Bizi de.
Ekim/ Aralık 2010 Samsun
* Angelika / Yıldız Ramazanoğlu
2 Yorum
Yazan:suzannur Tarih: Ara 3, 2010 | Reply
Kelimelerin ve onları cümle içinde yeni anlamlarla, benzetmelerle kullanış biçimin çok farklı bu da onları etkileyici kılıyor. Demek yazın için kapalı dendi, bir de bana dersin ki azıcık açık yaz :))
Ellerine sağlık.
Yazan:cb Tarih: Ara 3, 2010 | Reply
sevgili suzannur,
malum pek rest bir kalemim var ancak sen ve senin gibi birkaç dostum var, onların uzman olduğu alanlar olduğundan belki, bu türde kalem oynatınca hem yorumlarınızı bekliyor, hem de çocuk gibi çekiniyorum, bu nedenle çok teşekkür ederim.
ama hocam, rica ederim, ben sana açık yaz demedim, öğrencilerin ricalarını ilettim 🙂 ya evet kapalı diyorlar bana 🙂