Son Vagonda Mevsim Kış
By Fatma Sancak on Ara 13, 2010 in edebiyat, İnsan, Öykü
İnce bir melodi duyuldu önce; evet duydu, elini uzattı, yetişemeyeceğini anlayınca kalkıp doğrulmak yerine, iyice gömüldü, vazgeçti. Birden simgeleştirdi bu hareketi zihninde, tüm hayatının ‘keşke’lerinin yekününü hissettiği sık zamanlardan birinde, bir öç alma haliydi bu tepkisizlik, boş vermişlik. O ince melodi, bir hareket olsa dahi hiçlenmişti umursuz mutsuzluğu karşısında, diğerleri gibi.
Kaçırdığı bir fırsat mıydı yoksa kaçırdıklarının, yok yok kendine verilmeyenlerin bir kez daha yüzüne vurulacağı ihtimalinden kaçış mı? Bunları düşünmek bile acı veriyordu, düşünmekten bile vazgeçmeye karar verdi.
Dokunamadığı hayallerini düşlemekten yorulmuş; kendinden iyice uzağa düşmüş hedeflerinin acısını, o uzaklıkla dindiriyordu; mevsim kış…
Koyu kırmızıdan bordoya çalan, aşınmış parlak deri koltuğun cam kenarına yakın köşesinde, bacak bacak üstüne atmaktan uyuşmuş sağ bacağını, sol eliyle hafif ovduktan sonra farkında olmaksızın doğruldu, önce kapıya yöneldi, derken tam aksi bir hareketle cama yöneldi. Böylelikle kaderi şaşırtma oyunları, cüzi iradesinin yön verdiği hayatının yek sahibesi olduğuna inandırıyordu iyice kendini.
Topu topu üç adımlık kompartımanın tam ortasında kaderle, kendi arasında bir seçim yapıp, kendini seçmiş olmanın kuru huzuruyla en fettan yürek halini hissetti içinde; sağ ve sol omzuna göz süzerek bu kez en bilinçli haliyle elini kalbine götürdü, şahit olsun diye.
Herkesin bu ruh halini, kendi ile kaderi arasındaki soruların ve sorguların sahibi olduğunu, aksinin mümkün olmadığını sadece düşünebilenlerin bunun farkında olduğunu düşündü, bu hezeyanın fukaralarına acıdı, kendine acıdığının aynısıyla, nedenlerin farklılığıyla.
İçine yayılan acının hissinden hemen sonra düşünebildi nedenini yine kurtlar hücum etti midesine, aynı soru etrafında dolanmaya odaklandı zihni; ben mi kaçırdım tüm hayallerimin gerçekleşme ihtimalini, ben mi kaçırdım istediğim hayatı yoksa, yoksa benden esirgendi mi tüm bunlar? Kader miydi, değil miydi? İsyan!
İçinde isyan, dışında pes etmişliğin etkisiyle oturdu kalktığı koltuğa. Düşüncelerinin uzun zaman aldığını düşünürken, oturduğu koltuğun hala sıcak olduğunu fark etmesiyle kısa bir zaman geçtiğini anlayınca şaşırdı. Gözlerini saatine kaydırdı, sanki ölçme biçimiydi görsel zaman aralığı. Oysa şimdi fark etmişti, düşünce zaman ile beden zamanın aynı ölçüde hesaplanmadığını.
Bu kez saatine odaklandı, şu saat dedi, benim bir kopyam, nasıl da benziyor bana… Koyu kahve rengi, deri, ince kordon, kırmızı altın yuvarlak saatin, iki kordon başına dizilmiş tek sıra üç elmas taşa bakarken; 1950’li yılların modası bu saate olan tutkusunun pahasından yahut göreceli zaman ölçerliğinden değil bir tarihi, bir zamanı, akrep ve yelkovanın çok üstü bir sembolle izah edebiliyor olduğunu düşündü, işte onu etkileyen buydu. Sürükleyen de, düşündüren de… Bir de yüzük almalıyım dedi, tek taş, elmas, koyu kırmızı altın ama mutlaka tarihi bir parça olmalı.
Rüzgarın sesi miydi, yoksa trenin sesi miydi, yoksa birbirlerine mi karışıyordu sesler? Ne olursa olsun, soğuğun sesini andırıyordu bu ahengin uğultusu. Az önceki düşünceler tavaf ederken beynini, dışarıya hiç renk vermeden – yalnızdı ama hep bir izleyeni olduğunu biliyordu- sanki dışarıdakinin aynı zamanda içindeki olduğu gerçeğini düşünmeksizin doğruldu ve sonuna kadar açtı perdeyi. Kış gününde, ikindi sonrası kararmaya dönmüş havadaki koyu kızıllığa bakıp, Yaratanın eşsizliğine övgü bir tesbih düşürdü diline; sübhanallahi ve bi hamdihi, sübhanallahi ve bi hamdihi…
Bu vakitler hızla geçen vakitlerdi, gece kadar uzun yahut gündüz kadar kalıcı değillerdi, vaktin geçişi hızlıydı ancak bir dönüşümün ispatı olarak etkileyiciydi, keşke biraz daha sürseydi, keşke…
İşte bir keşke daha eklendi diye düşünürken, bu kez kendini, kendi düşüncelerinden azat etti; yolculuğu değil, varınca onu karşılayacak olanı düşünür düşünmez, güçlü bir heyecanla birlik, ela gözlerini parıldatan bir ateş hissetti içinde, az önceki iç çekişleri ve soruları yaşayan kişi değildi şimdi.
Varacağı noktada onu bekleyeni düşünürken, o kısa hevesi olduğundan fazla büyüttüğünün farkında değildi. Yolculuğun kendisini ve yolculuk içinde kendi kendisiyle sorgusunu da, bir varış eğlencesi düşü uğruna ihmal ettiğini fark edememişti. Nasıl olmuştu bu? Bir gel-geç heves sevinci, bir dünyalı karşılama, onu asıl varlığı olan yolculuğundan ve yolculukta kendi içine dönüşünden nasıl koparabilmişti, bir dünyalı ve dünyalık heves nasıl bu kadar oyalayıcı olabilirdi, üstelik onu kurban seçebilirdi? Bir günah işlemişçesine karardı içi, darıldı, kırıldı kendine yığılıverdi koyu kırmızıdan bordoya çalan, parlak deri koltuğa, büzdü dudaklarını ve parmaklarını avuç ilerinde ezmeye başladı, eskimiş zemine boş boş bakarak, çöktü kendi içine bir koca çığlık gibi!
Kendine veremediği cevapları, muhtemelen bilmediğinden değil de düşünmediğinden olduğuna inanarak, tembel yanlarına çekişesi geldi, ertelemelerine lanet okuyası. Yeniden düşünmeye koyulmak istedi, yaşadıkları kendi seçimi miydi yoksa ona verilenler mi? Ya verilmeyenler, ya esirgenenler? Bir soru daha doğurdu kısır yanlarından, peki ne önemi var tüm bunların? Zamanın tükeniyor olduğu bu yolculuk, kendi içine yönelik de olacaktı, bu içsel yolculuğun soruları arasında ne işi vardı dünyalık kazançların, hangi akıl ile ölçebilirdi bunları yahut hangi gönül ölçek olurdu?
Tam bir cevaba yaklaşmışken, trenin aniden durmasıyla, yolculuğunun bitmiş olduğunu düşündü, dili titretecek kadar ürktü, ağız içinde kelime aradı; nafile sesi çıkmıyordu ama kalbinin sesi duyuluyordu. Yolculuk bitmiş miydi, bu kadar kısa sürede bitemezdi, daha yeni çıkmıştı yola, tüm bunları düşünürken, bu yoğunlaşmayı hunharca dağıtan insan sesleri duydu ve ardından bir düdük sesi… Tam ağlamaya başlayacaktı, bu kadar ani bir final beklemiyordu ki, trenin yeninden hareket ettiğin fark etti. Bir istasyonda durmuş olmalıyız dedi kendi kendine, başkasının duyabileceği bir tonda. Ama aklına hiç gelmedi, başını çevirip dışarıyı kontrol etmek.
Tekrar yolculuğun bitiş korkusuna dönüp, son anları dolu dolu düşünerek geçireceğini ve cevaplar bulup, kararlar alacağını düşünürken, tekrar aynı dünyalı ile varacağı noktayı düşünmeye; onu düşünmenin sıcacık heyecanını hissetmeye koyuldu. Saçlarını, ellerini, ona aldığı kazağı giyip giymediğini derken kulağına fısıldadığı güzel sözleri düşünmeye başladı. Derken dikkati kendine yoğunlaştırdı, çantasından makyaj çantasını çıkardı, bulduğu malzemeler ile hafif parlamış olan cildini pudra ile matlaştırdı, birkaç ufak dokunuşla daha iyi göründüğünü düşündü. Parfümüne uzandı bu kez, birden fazla sıkışlarla boynundan çizmelerine kadar gezdirdi tüm şişeyi.
Tekrar toparladı zihnini, hayatın ne ve neresinde olduğu düşüncesinde, tükeniyor oluşuna yoğunlaşacaktı, bir cevap, bir çözüm bulacaktı bu eziyete. Derken gözleri, ağzı açık kalmış çantasından kendini dışarı atmak için uğraştığı belli olan ‘Johann’ kelimesine takıldı; zarif bir armağan olacağını düşünmüştü Bach eserlerinden bir demetin. Hem gardaki utangaç sarılmalarından ve el ele yürümelerinden sonra, belki kar yağarsa, sıcak bir cafede otururken, klasizmin handikapından bahsederken uzun uzun, bir cümle arasında zarifçe uzatabilirdi ona bu hediyeyi, evet tüm bu şıklığı, incelikle tasarlamıştı kafasında. Siyah dantel eldivenlerini de ekleyerek bu görsele üstelik…
Tekrar irkildi, en ince ayrıntısına kadar tasarladığı bu kavuşmanın, ertelediği finale olan dikkatini dağıttığını anlayarak; tekrar koyuldu asıl sonun, asıl kavuşmanın önemine dikkat kesileceği formüller aramaya.
Boğulduğunu hissetti. Biraz temiz hava almanın iyi geleceğini düşünerek açmaya çalıştı kompartımanın penceresini, zorlandı. İnce kadın kollarından, güçlü kadın sesleri çıkardı; alıp götüresi, götürdüğü yerde bırakası ve asla hatırlatmayası, güçlü kadın sesleri… Çok uzun gelmişti bu süre ona, kendine geldi sesine çarpan rüzgarın soğuğuyla, kar kokusu ile birlik kar taneleri belli belirsiz eridi güzel yüzünde. Bir sarsıntıyla sarsarak ince bedenini, durdu tren.
Bir önceki heyecanın yerini korku almıştı. Tren durmuş, yolculuk sona ermişti. Kavuşmayı düşünecek hali ve heyecanı da yoktu şimdi. Bilinmez ama yakın olan bu sondan çıldırırcasına korkuyordu. Cama ve aydınlığa sırtını döndü, üç adım boyunda kompartımanın çıkışına doğru, ilk adımını yalnız, ikinci adımını çantasını uzanıp alarak, son adımını hızla tüketti. Kompartımanın kapısını tedirginlikle açtı; trenin kapıları açılmıştı, rüzgarla birlikte kar taneleri saçılıyordu dar koridorlara, yolculuk bitmiş, kar başlamıştı, son vagonda mevsim kıştı, güçlü bir kadın sesi duyuldu; sonrası sadece oyalandığım şeyler arasında kaybettiklerimdi, dedi. Kaybettiklerim.
… Bu öykü ilginizi çektiyse…
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Okuyacağınız bu eserle romanlarından da tanıdığınız değerli yazarımız Suzannur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.
3 Yorum
Yazan:suzannur Tarih: Ara 13, 2010 | Reply
Ah Cemile, bu, şimdiye kadar ki okuduğum en güzel yazın, naif ama sert, öteli ama buralı, hayal ama gerçek, yolculuk ama yolculuk…
ve bunda farklı olan betimlemelerin; hale uygun ve yolculuğu sürgit sürdüren betimlemelerin, canlı ama hüzünlü…varlıkları ile mekanı senden yaşamın kıyısına ulaştıran…
ve eklediğin parça… hüzün, veda ve sanki özleyiş’i anlatıyor… uzağa gideni…
ne demeli?
Yazan:suzannur Tarih: Ara 13, 2010 | Reply
ve son bir ek:
Kim bilebilir, hangi kapılar kapatılırken hangilerinin açılacağını ve kaçırdığının fırsat değil, kendisine verilmeyen değil; daha iyisinin bedeli olabileceğini…
Yazan:cb Tarih: Ara 16, 2010 | Reply
suzancığım, bir ahh da benden:)
yorumların çok değerli, siyasi yazılarım arasında, öykü, belki biraz edebiyat karalıyor olmak, ruhuma o kadar iyi geliyor ki, özellikle olumlu yahut olumsuz yorumlar çok daha iyi geliyor, inş. daha iyi öykülerim de olur:)