RSS Feed for This Post

Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı (6)

Dikkat: Hassas insanları rahatsız edebilecek fotoğraflar içeren bir yazı okuyorsunuz.

Ünlü fotoğrafçı Robert Capa’nın İspanya iç savaşında çektiği bir kare. Başından vurulan cumhuriyetçi milis silahını tutamıyor artık, güneşin kavurduğu kısa otların üzerine gölgesi düşüyor, yüzü sanki ifadesiz, gökyüzü bulutsuz, ufukta kayda değer bir şey görünmüyor. Sonradan kurgu olduğu iddia edildi bu fotoğrafın. Milisin gerçekte ölmediği, ölüyormuş gibi yaptığı söylendi. Tartışmaların neticesini bilmiyorum ama bu yazıyı okumaya başladığınızdan beri bu şüphe yüzünden resimle aranıza bir mesafe girdi değil mi? Yani askerin ölümünün “gerçek” olması ile “ölüyormuş gibi yapması” arasında fark var.

-mış gibi yapmak insan yavrusunun çok küçük yaşlarda öğrendiği bir kabiliyet. Anne 6 aylık bebeğin karşısına geçip elleriyle yüzünü kapıyor, “üühüü” diyor. Anne ağlıyormuş gibi yaptığında bebek ilk defa tanışıyor bu “rol kesme” ile. Bazen riyakârlık diyoruz, bazen oyun, bazen sanat, yapmacık, ART-ifical:

“Su içmek için elimi masanın üzerinde duran bardağa uzatıyorum. Bardağı kavrıyorum, ağzıma götürüyorum, suyun soğukluğunu hissediyorum ağzımda, yutkunuyorum. Şimdi dans ettiğimi hayal edin, koreografinin bir yerinde su içiyormuş gibi yapmam gerek. Yukarıda saydığım hareketleri yapıyorum ve seyircilerimin “içinde” su içerek serinleme hissini uyandırıyorum. Ne oldu? Gerçekten su içmek ile SEYİRCİ ÖNÜNDE su içiyormuş gibi yapmak arasında ciddi bir fark var: Sanat’a dahil olan hareket -ki hiç bir hareket Zaman’sız varolamaz- artık fayda amaçlı değil. Hareketin kendisi amaç, maksat, istenen, özlenen şey. Dans ederken de hareketin kendisi MuRaD! Dansta hareketin kendisi YARATI(LI)Ş, Dansta hareketin kendisi Zaman Kâğıdı’na yazılan yazı!” (Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı -3-)

Şimdi Capa’nın çektiği bu fotoğrafa bakan bir insana bakıyorum. Ölümle aramdaki mesafe iyice artıyor. Ölüyormuş gibi yapan bir adam, onun resmini çeken ve bu işten para kazanan profesyonel bir fotoğrafçı, paspartuya konmuş bir kare ve çerçevenin sağ tarafında kareyi açıklayan sergi etiketi, sergide bu fotoğrafa bakan gözlüklü bir ziyaretçi… Ve siz, bir internet sitesinde söz konusu ziyaretçinin fotoğrafına bakarak bu yazıyı okuyorsunuz.

Gerçekten ölmek ile “ölüm” kelimesini telaffuz etmek arasındaki mesafe büyük… Ya da ölmek ile ölen bir insanın fotoğrafına bakmak arasındaki mesafe. Acaba Zaman’ı durduran(?) bu kareler Ölüm’ü (=Hayat’ı) anlamaya yardım edebilir mi?

“…Elbette 21inci yüzyılın “modern” insanları için adına ölüm dediğimiz “korkunç” şeyin hayatı anlamlandırabileceğini kavramak kolay değil. Modern toplumlar toplumsal başarılarını ölçerken ölümü dolaylı veya dolaysız bir ölçüt olarak kullanıyorlar:

  • 1) Ortalama yaşam süresi,
  • 2) Bebek ve anne ölümleri,
  • 3) Aşıyla önlenebilecek hastalıklardan ölenler,
  • 4) Trafik kazaları,
  • 5) İntihar oranları.

Özellikle batı şehirlerinde mezarların etrafı yüksek duvarlarla çevriliyor. Mezarlığa bakan evlerin kiraları daha düşük. Biz de Şişli mezarlığının girişine yazılan “Bütün nefisler bir gün ölümü tadar” ibaresi tepki almıştı yanlış hatırlamıyorsam. Modern yaşamın amacı gitgide ölümden kaçış olmaya başladı sanki. “Ömrü uzatan” ilaçlara, 100 yaşından fazla yaşayan insanlara medyada gösterilen ilgi de bunu işaret ediyor…” (Derin İnsan kitabından)

Zannediyorum yine Capa’ya ait bir kare. Bir başka iç savaşa ait haber fotoğrafı. Bu kez ölüm (?= ölü) gerçek .  Polemik yok, şüphe, dedikodu yok. Resmin siyah-beyaz oluşu çelişkili bir yolla yerdeki kanın kırmızılığının arttırıyor. Rastgele bir kırmızı olsaydı, bir elma, bir gül, bir bayrak ya da bir Ferrari’yi hatırlatabilirdi. Ama bu acımasızca siyah bir kan! Bakan kişinin aklındaki en korkunç, en ölümcül, en “kan kırmızıyı” çağırıyor.

Bir roman okuyorsunuz farz edin; “babam kanlar içinde yatıyordu” cümlesini okudunuz, irkildiniz, o adamın o anda ölmesini beklemiyordunuz. Gözünüzde bir dekor ya da bir kan rengi canlanmadı. Sizin öznel, sübjektif zihninizde olabilecek en korkunç bir cinayet hissi yaşadınız. Tüyleriniz ürperdi.

Aylar sonra duydunuz, o romanın filmi çekilmiş. Gittiniz. Çok beğenen onca arkadaşınızın aksine burun kıvırarak çıktınız. Neden? Film çekilirken azamî sayıda seyirciye cinayet hissi yaşatmak için herkes için aynı olan, objektif, genel, standart bir kan kırmızısı ile cinayet tasvir edildi de ondan.

Evet… Fotoğrafa geri dönelim. Kanın üzerinden yansıyan ışık ahşap sandalyeden yansıyan, kapıdan, pencereden karanlık odaya süzülen ışıklarla uyak yapıyor. Adeta bir şiirin uyakları gibi. Ressamların iyi bildiği “üç leke” kuralı bu. Fotoğrafçı Capa o kadar profesyonel ki ölmüş bir insanın karşısında bile mesleğinin inceliklerini unutmuyor.

Eğer insana zoom yapmış olsaydı estetik bakımdan çok daha zayıf bir kare görecektik ve büyük ihtimalle basın ajansı o kare için para ödemeyecekti. Estetik, güzel değil. Bu tür fotoğraflar “estetik” ile “Güzellik” arasındaki DEVASA farkın belirginleştiği karelerdir. Ölmüş bir insana bakmanın hiç bir zevki olmadığı halde gözlerimizi çeken bir şey var: Netlik, zıtlıkların, yansımaların, abartmaların “önemli” olan şeyi ön plana çıkarması. Bir huzur evinde korku içinde ölümü bekleyenlerin her cenazede içlerinden  “oh! Bu sefer de sıramızı savdık!” diye gizlice sevinmeleri gibi bu estetizasyon yani çekici hale getirme (Ayrıntılı açıklama için bkz. Ayıp sanat olur mu?). Paradoksal bir biçimde “ötekilerin” estetik ölümü bize kendi sonumuzu unutturuyor. Son zamanlarda moda olan Snatch tarzı mafya/şiddet komedilerinde de bu durum gözlenebilir sanıyorum. Ölüm kavramını “gülünç” hale getirerek kendi ölümümüzle aramıza mesafe koymamız teklif ediliyor gözlerimize (yani aklımıza). Tabi gerçekte Ölüm’ün sebebidir parodisi yapılan, Ölüm’ün kendisi değil. Ama çabanın yönü sanırım bu… Geçelim.

 Bir önceki kareye bakarak daha fazla Zaman var burada. Resimin içi Zaman dolu dolu. Edward Hopper’ın tablolarında görmeye alıştığımız iç mekân / dış mekân ayrımı ve bu mekânlar arasında ışık üzerinden gerçekleşen bir etkileşim var. (Bkz. Boşluk aynası ve Edward Hopper). Bütün bu görsel zenginlik sebebiyle gözlerimiz resme bakmıyor, adeta okuyor, detay detay: Adamın giysileri bir üniforma mı? Dışarıdaki ağaçlar yapraklarını dökmüş, mevsim kış olmalı…

Koyu kıvamına rağmen akmakta olan kan insanın yeni ölmediğini, belli bir zaman geçtiğini gösteriyor. Önceki fotoğraf neredeyse tamamen et-göze hitab ederken bu ikincisi aklın işlevlerine meselâ tahayyüle yer bırakmış. Ölüm anında yüzün aldığı şekilden yerdeki kanın rengine kadar bir çok şey bakanın zihninde teŞeKKüL edecek. ŞeKiL  gözden geçmeden AKLedilecek.

“… [Ölülere bakarak korkarken] Bir tür fantezi ile karşı karşıyayız aslında. İnsanlar bir cisme veya kavrama hak ettiğinden daha fazla önem atfederek akıllarını yanıltıyorlar. Kadın ayakkabısından tahrik olan fetişistlere veya kartal tüyünde, ayı pençesinde gizli güçler arayanlara benziyorlar. Varlığın bileşenlerini birbirinden ayırıp kimyasını bozmanın ötesinde tariflerini de değiştiriyor bu tutum:

Hayat = Biyolojik hayat, zevk ve tatmin.

Ölüm = biyolojik ölüm, bir çukurda böcekler tarafından yenmeyi bekleme.

Gerçek anlamları içlerinden boşaltılmış kelimeler ile düşünen, hayatı kendine “anlatan” insan neye üzülüp neye sevineceğini bilemiyor. […]

 

Nabzımızın kaç defa atacağı, akciğerimizi kaç defa doldurup boşaltacağımız belli. İnsan ana rahmine düştüğü anda dönmeye başlayan bir sayaç bir tür kum saati gibi işliyor. Üst tarafını değil ama aşağı düşen kumları görebiliyoruz. Başlayan veya biten bir şey yok, sadece belli sayıdaki kum tanesi yer değiştiriyor… şöyle bir düzeltme yaparak bu yazıyı bitirelim: “Ölene kadar hayatı yaşıyoruz” yerine H2O formülünde olduğu gibi “Hayat-Ölüm denen bir şey yaşıyoruz” diyelim…” (Derin İnsan kitabından)

Bir başka profesyonel fotoğrafçı olan Tony Vaccaro’dan bir kare. İkinci dünya savaşı sırasında öldürülmüş bir Alman askeri. Etrafa saçılmış aile fotoğrafları ve mektuplar ölenin önce insan, sonra düşman olduğunu düşündürüyor. Sahne şair Ahmet Erhan’ın mısraları gibi:

“Ve ölüm gelir, dağlar yüzünü, saçlarını, bir kâğıt torba yırtılır,

portakallar saçılır sokağa,Ölüm gelir, doğum tarihlerine ve düşlere aldırmaz”

Ama bir soru cevapsız kalıyor: Acaba Vaccaro bu resimleri etrafa kendisi mi saçtı yoksa askerin cesedini bulduğunda bu halde miydi? Fotoğrafların gerçekten saçılmasıyla saçıl-MIŞ gibi yapılması arasındaki fark büyük. MaKSaD, MuRaD yer değiştiriyor. Eğer Vaccaro kendi eliyle hazırladıysa bu sahneyi, bu hazırlık süreci de resmin Zaman’ını uzatmış olmaz mı? Tıpkı cinayet sonucu ölmüş bir insan VüCuD‘un başına toplanan sineklerin ve kurtların cinayet saatini hesaplamakta polise yardım etmesi gibi…

Dikkat ederseniz fotoğraf Ölü’den (Mekân’dan) uzaklaştıkça Ölüm’e (Zaman’a) yaklaşıyor.

“…1910larda New York’ta işlenen cinayetleri belgeleyen polislerin çektikleri şu fotoğrafa bakın. Savcıların arzusu doğrultusunda polis memurları tek bir fotoğraf karesine azamî miktarda AYRINTI alabilmek için fotoğraf makinesini merdivene benzer yüksek ayakların üzerine koymuşlar. Zaman sanki durmuş. Suçla, polisle ilgisi olmayan biz sıradan insanlar için oldukça “çekici” bir görüntü bu. Cinayet anında orada olsaydık korkudan saklanacak yer arardık. Ama şimdi rahat koltuğumuzda seyrediyoruz. Hani biraz daha baksak çözeceğiz cinayeti, katili yakalatacağız. Asansör boşluğuna benzer bir yerdeyiz. Halkaları bizden uzaklaştıkça küçülen zincir tıpkı ayaklar ve duvarlar gibi perspektif algımızı, haliyle fotoğrafın “gerçekliğini” güçlendiriyor. İhtimal uzun pozda (? ve ışığa hassasiyeti yüksek bir filmle) çekilmiş olan fotoğraftaki insanlara uzansak dokunabileceğiz sanki. Sağ üst köşede kare dışında kalmaya çalışmış bir polisin ayakları ve pantolon paçası görünüyor. Siyah kostümlü adamın şapkası savrulmuş. Yerdeki kağıt parçalarının olayla bir ilgisi var mı? Ya zencinin sol elinin altındaki çivilerin?” (Sanat’ta Ayrıntı –Derin Göz– isimli kitabımızdan)

“Fotoğraf Ölü’den (Mekân’dan) uzaklaştıkça Ölüm’e (Zaman’a) yaklaşıyor” dedik. Bu yaklaşmayı daha net görebileceğimiz bir de örnek sunalım. 1867’de kurşuna dizilerek öldürülen Meksika İmparatoru I. Maximilian’ın kanlı gömleği. Ölü‘den çok daha fazla “görülebilir” halde olan Ölüm var şimdi. Kurşunların bu şekilde girdiği ve kanın bu şekilde yayıldığı bir gömlekten canlı olarak çıkmak imkânsız görünüyor. Hatta Ölüm (fikri) bu gömleğe öyle bir işlemiş ki sanki sırtımıza geçirsek biz de ölebilirmişiz gibi bir his veriyor. Bu kez rastgele bir ölüye ya da bir “ötekinin” ölümüne bakmıyoruz, Ölüm’e bakıyoruz.

“Zaman görünmez, yaşanır” diyordu Bergson doktora tezinde(1888). Bu kanlı ve kurşun delikli gömlek bir süreci yaşatıyor. Yaşamak ile Ölmek fiillerinin aynı, TEK BİR Hakikat‘in iki farklı yüzünü işaret ettiğini gösteriyor. Bu gömlek Ölüm’ün sebebini, ölüyü ve daha bir çok şeyi soyutluyor, arıtıyor. Bu arınma sayesinde Ölüm daha net olarak çıkıyor meydana. Çünkü gerek kurşuna dizen askerlerin silahları ve attıkları kurşunlar gerekse Maximilian’ın cansız bedeni Mekân’a dair şeyler.  Sınırları belli, sayılabilir, ölçülebilir şeyler. Oysa Zaman’a dair olan Ölüm (=Hayat) bir süreç yani Zaman’a dair. Tıpkı siyah-beyaz fotoğraflardaki kanın kırmızı renginin et-gözden geçmeden akılda teŞeKKüL etmesi gibi bu. Ölüm de fotoğraf sayesinde akılda teŞeKKüL ediyor.  Bir mânâ olan Ölüm’ün Mekân’a dair bir madde yoluyla akılda oluşması ise Sanat’ın gücünün bir ifadesi.

MIŞ gibi yapan anneyi, suç içme taklidi yapılan dans örneğini hatırlayın. Hareketin fayda amaçlı olmadığı, hareketin, jestin kendisinin MuRaD olduğu YARATI(LI)Ş‘ı hatırlayın. ( Bkz. Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı -3-) Mânâ’nın Madde’ye işlediği, boyanın, mermerin Sanat’a dönüştüğü noktadır Zaman. Burada Nietche’nin dansını geniş anlamda düşünmeliyiz, ressamın elini de kâğıtta iz bırakacak biçimde dans ettiğini hayal etmeliyiz:

İşte “normal” olarak herkesin öldüğü bir dünyada Ölüm’ü anlamak bunun için imkânsız. Zaman’a dair olan Ölüm’ü idrak etmenin tek yolu onu içeriden anlamak, kendi ölümüne inanmak, idrak etmek:

“…Ölüm düşüncesi ve insanda uyandırdığı korku hazmedilmesi kolay olmayan bir his. Zira ölüm korkusu köpek ya da örümcek korkusuna benzemiyor. Kaçıp kurtulabileceğiniz bir düşman yok ortada. Bir başka deyişle bilimsel bir tehdit değil söz konusu olan. Haliyle önlenmesi, kaçılması mümkün değil.

İnsanlar ölümlüdür,

Sokrat insandır.

Demek ki Sokrat ölümlüdür.

Ama bu Sokrat için söylenmiş. Sokrat bilir mi annemin sütlaçının tadını? Dibi yanmış tencerenin nasıl koktuğunu? Benim gibi Boğaz’da çay içti mi O? Ya Bebek’te yediğim sarımsaklı köfteler? Galatasaray’ın şampiyon olduğu sene sokaklarda bağırdı mı benim gibi Sokrat? Kendi hayat hikâyemizin başrol oyuncusu olduğumuzdan figüranların ölmesine şaşırmayız pek fazla. İnsanlar ölür. Herkes ölür. Ama ben herkes değilim ki! Ben başkayım!…” (Derin İnsan kitabından)

Mekân’dan Zaman’a, objektiften sübjektife, herkesin ölümünden bizim için mânâ taşıyan Ölüm’e, kendi ölümüze yöneldik bu yazıda. Eğer ölmez isek, gelecek bölümlerde yine Biçim’den Öz’e, SuReT‘ten Mânâ’ya bakmaya gayret edeceğiz.

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:Enes Yalçın Tarih: Ara 15, 2010 | Reply

    Bahsi geçen mezarlık Zincirlikuyu Mezarlığı idi.

    Yazı harikulade. Daha öncekiler gibi… Okuyucu olarak çok teşekkür ediyorum.

  3. Yazan:deziz Tarih: Eki 19, 2011 | Reply

    savaşlar insan hayatını tetikliyo

  4. Yazan:oguz nusret bilik Tarih: Eki 18, 2012 | Reply

    Ölüm, mekan ve zaman arasındaki ilişki anlatılırken fotograf okumasının ne olduğuna dair ders niteliğinde bir yazıydı.Fotograf örnekleri ve yorum müthiş.
    Tebrikler…

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin