Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı (7)
By Mehmet Yılmaz on Ara 17, 2010 in Ölüm, Sanat, Zaman Nedir?
“Görünen işaret ettiği anlam için gereklidir. Biçim, suretiyle TaSViR ettiği mânâ kadar Öz’e aittir. Hakikat kendisine ve genel anlamda akla görünmeseydi Hakikat olmazdı.”
Böyle diyor Hegel Estetik Dersleri adlı şahane yapıtında. Son derecede mühim bir meseleye işaret eden bu satırları biraz açalım.
Aylardan ekim. Meşe, çınar, kestane ağaçları çırılçıplak. Dökülmüş yapraklarla kaplı kaldırımda yürüyorum. Yaprak ölüleri “anonim” bir kimlik içindeler. Her bir yaprak “herkes” gibi. “Yapraklar” var. Çok yaprak var. Ama baş harfi büyük yazılmak üzere “Yaprak” yok görünürde. Yerdeki yaprak cenazelerini sayıyorum: 1, 2, 3, ….. 27, 28. Yaprakları saydığımda yani sayılarına, miktarlarına odaklandığımda onları birbirlerinden ayırd eden özellikleri göz ardı etmiş oluyorum. Zira yerdeki yaprakları, bir sürüdeki koyunları ya da geçen Zaman’ın ANlarını saymak aklımı maskeleyecek kadar ÖRTÜCÜ! Şeyleri ve anları var eden, yaprakları, koyunları ve zamanları diğer yapraklardan, diğer koyunlardan ve diğer zamanlardan ayırd eden vasıfları YOK SAYMAK demek … “saymak“. Sürüsündeki koyunları tek tek tanıyan, onların inatçı, korkak, yaramaz oluşlarına göre isim takan bir çobanın gözüyle baksanız sadece 100 koyun var diyebilir misiniz? Karakız’ı, Küpeli’yi, Topal’ı görürsünüz, koyunları değil. Kasap, çoban ya da koyun tüccarı, hangisi haklı?
Saymanın körleştirici etkisi
Biz yapraklara bakarken bu çobana kıyasla biraz “kör” bir durumdayız. Çünkü aklımız (=gözümüz) çocukluğumuzdan beri Mekân ile terbiye ediliyor. Bu sebeple varlıkları, sebepleri, sonuçları, duyguları… yaşamı oluşturan her şeyi Mekân cinsinden temsil ediyoruz, Zaman’ı bile. Yani Zaman’ı yaşamak yerine “görmeye” çalışıyoruz, olmuyor… Ne demek bu?
Koyunların veya yaprak cesetlerinin her bakımdan birbirleriyle aynı olduklarını farz edin . Sadece boşlukta kapladıkları yer bakımından ayrı tutulmaları gerekiyor. Yoksa 40, 50 veya 100 şeyin bilgisayar ekranındaki görüntüler gibi üst üste gelmesi söz konusu olurdu. Bu varsayımı aklımızın içinde Hakikat’in kendisi ile değiştirdiğimizde şeylerin misap boncukları gibi tekdüze hale geldiğini, homojenleştiğini görüyorsunuz değil mi?
Bir tür amentü ile kısıtlıyoruz aklımızı: “Mekân’daki şeylerin başı sonu bellidir, birinin kapladığı yeri diğeri işgal edemez, şeyler iki, üçe ya da bin parçaya bölünse de özde aynı kalır, sayma yoluyla şeyleri soyutlarız, sayılmış şeyler birbirleriyle yer değiştirebilirler…”. Sonra da Mekân’ı idrak için bile sakıncalı olan bu ilkeleri tutup Zaman’a uyguluyoruz. Sebep-Sonuç ilişkilerini, Özgür irade, Kader, Hayat ve Ölüm kavramlarını anlamakta çektiğimiz zorlukların kaynağında işte bu Mekânlaştırılmış Zaman Tahayyülü yatıyor kanımca. Zira SAYARAK misap boncuklarına hapsettiğimiz “Zaman vehmi” nefsimizin hallerini de kutuluyor, ambalajlıyor, etiketliyor. Daha önce “İnsan aklı Zaman’ı anlayabilir mi?(1)” isimli yazımızda aktardığımız gibi:
“Hâsılını öğrenirsen kuşkusuz zaman gerçektir. O vehimlerle bilinir. Doğa gibi tesirdedir onun gücü. Zamanın ve doğanın dış varlığı ise yoktur. Şeyler onunla belirlenir. Onun ise kendisinde hükümranlığı olacak bir dış varlığı yoktur. Akıl suretini idrak etmekten acizdir. Bu nedenle şöyle der: ‘Dehr mevhumdur’. […] Tıpkı boşluk gibi. Ucu olmayan bir uzam. Cisim olmayan bir şeyde. Kendisinde cisimleşme bulunma vehmiyle” (Fütûhât-ı Mekiyye, Hz. İbn Arabî, Cilt II, sf. 380)
Sokağı “kirleten” yaprakları süpürüp yakan bir insan ile o yapraklardan sadece birini seçip duvara asan insanın gözü de farklı. Bu iki farklı gözün Kâinat tasavvuru da farklı. Bunun içindir ki Sanat, Zaman ve Ölüm konulu yazılarımızda çokça istifade ettiğimiz bir kavram sübjektivite (öznellik).
Sanat, Öznellik, Biçim ve Öz
Neden var Sanat? Sadece “var işte” deyip geçemeyiz. Hiç bir insan faaliyeti faydasız, amaçsız değildir. Doğadaki hemen her şey EDİLGEN bir oluşta vardır. Ama İnsan şuur sahibi olması sebebiyle hem EDİLGEN hem de AKTİF oluşta vardır. KENDİNİ BİLEN ve KENDİNİ SEYRETME MURADI İLE insanca/zahiren “yaratan” yani eşyaya şekil veren bir varlıktır İnsan. Yoktan yaratamaz ama eşyaya henüz olmayan bir sureti verir, sureten yaratır.
Çünkü kendi varlığının bilincinde olması sebebiyle biyolojik / homo-economicus bir varlık olmak İnsan’a yetmez. Kendini seyreder insan, tefekkür eder, kendini yansıtacak şekiller TaSaVVuR eder, bu tasavvur neticesinde keşfettiği/ürettiği mânâlara özgün, BâRiz suretler verir, bu “kendi olma şuurunun” tabi bir neticesidir. BâRiz çünkü insanların “yarattığı” suretler ayrı olmalıdır. Özgün olmalıdır. Başka insanların yarattıklarına benze(ye)MEZ. Günlük dilde “yaratıcı fikir/ yaratıcı zekâ” derken zihnimizde yankılanan özgün/ orjinal/ kendine has olma gibi vasıfların kaynağı budur.
İnsan kendi kendisinin bilincinde olduğundan bir sürünün, toplumun parçası olmakla yetinemez. Herkes değildir o. Özel olduğunu bilir. İster bir başbakan olsun isterse sıradan vatandaş, bu değişmez. Ne ondan önce bir eşi gelmiştir ne de ondan sonra bir benzeri gelecektir. Bu “sübjektif” bilgiyi müŞaHeDe etmek ve bu ŞaHiTlik’i paylaşmak ister diğer insanlarla. Kendisinin bilinmesini, TEK olarak, ÖZGÜN olarak bilinmesini ister. Bunun yolu ise “sübjektif” olan iç dünyasını, kendisi olduğu şuurunu insanı ötekilerle paylaşmaktır. Bu paylaşım kendini, BaTıN olan gizli hazinelerini açığa vurmak, ZaHiR, görünür, “objektif” kılmaktır. Ama bu Özel ve Öznel olanı paylaşmak demek onu genel olana çevirmek, dönüştürmek olacaktır mecburen.
Bir kıza aşık olduğum zaman bu benim, o kızın ve aşkımızın TEK-liği sebebiyle çok ama çok özeldir. Ama arkadaşlarıma gidip “bir kıza aşık oldum” dediğim andan itibaren herkesçe bilinen, paylaşılan Türkçe diline aktarmış olurum hislerimi. Rodin’in elinde bir mermer parçasının, Da Vinci’nin elinde yağlı boyanın mânâ ile yüklenmesi gibidir bu süreç. Herkes aşık olduğumu anlayabilir ama benim aşkımı hissedemez. Bir ayağı özel ve öznel, diğer ayağı genel, objektif zemindedir sanatçının.
Objektifliğin zemini olan eşya bunun için vardır. İnsan elbette eşyayı yer, eşya ile giyinir, barınır, eşyadan FAYDAlanır kısacası. Ama bu fayda sadece edilgen varoluşu içindir. Hayvanî yanı, etten, kemikten olan eşya yanı içindir. Bütün eşyalar gibi İnsan’ın kendi bedeni de ölüme mahkûmdur. Zaten insanı insan yapan yönüne, şuuruna hitap etmez bu fayda. Bunun için Hegel’in, Kandinsky’nin ve daha nicelerinin teslim ettiği gibidir vaziyet. İnanç’ta, Hikmet’te ve Sanat’ta biyolojik faydanın dışında, “faydasız bir fayda”, bir RıZıK arar insan. Kalp için iman, akıl için ilim ve göz için güzellik… Sanat’ın Sanat olduğu nokta da budur. Eşyaya insan tarafından verilen suretin maddî anlamda faydasız olduğu nokta.
Sanat eseri sanatçıdan bir şeyler taşır. Sanatçı eserine kendinden bir şeyler aktarmıştır. Eser ile sanatçı aynıdır diyemeyiz ama ayrı ve gayrı da değildir. Sanatçı onu çevreleyen Tabiat’ı olduğu gibi bırakmaz, HaKiM olmak, kendi mührünü vurmak ister. Doğayı değiştirdiği gibi insan kendini de değiştirir. Hegel’in yine Estetik Dersleri’nde örneklediği gibi suya taş atan küçük bir çocuk bile oluşan halkalara bakarak şuurlu varoluşunu yaşar. Kimi çocuk kıyafet değiştirir. Sureti farklı ama içindeki şuur aynıdır. Bu madden faydasız uğraşların faydası işte bu şuurun idrakidir.
Sonuç
Sanatçı eşyayı dönüştürerek ona mâna yükler, maneviyatı “görünür / akledilebilir” halde sunar. Bu sebeple insan-sanatçının “yarattığı” suretleri bir model, ilâhî bir yaratış modeli gibi görebiliriz.
Gâzâlî Hazretleri Esma’ül-Hüsnâ şerhi adlı eserinde söylediği gibi:
“ALLAH eşyayı takdir etmesi ve bu takdire uygun yaratması itibariyle HALIK’tır. Onları yokluktan varlığa çıkarması itibariyle de BÂRÎ’dir.”
Biçim ve öz, genel ve özel, Madde ve Mânâ, iki zıt kutup, biri makbul, diğeri sakıncalı iki şey gibi görülmemeli kanımca. Daha çok zıtlıkları üzerinden birbirlerinin varlıklarını İnsan’ın nazarına veren aklî yönler söz konusu.
Meselâ geceleyin ışık yokken cisimleri göremeyiz ve ortalık aydınlandığında (ışık sayesinde) zıtlıkları FaRK etmeye başlarız. Zıtlıkların sayesinde de cisimlerin başladığı ve bittiği yerleri görürüz. Ama çok ışık olduğunda sadece ışık görünür. Bir yaz günü öğlen saati neredeyse gece gibidir. FaRuKiyet azalır. Akşam üzeri gölgeler uzamaya başladığı zaman şeyler netleşir.
Leonardo da Vinci resim sanatı üzerine yazdığı denemelerde buna değinir:
“ilk amaç düz bir zeminin VüCuD haline gelmesi ve o zeminden kopmasıdır. Bu sanat diğerlerinden üstündür, daha ileriye gider ve daha fazla övgüye layıktır. Bu arayış ışık ve gölgeden, aydınlık ve karanlıktan doğar.(madde 406) Vücudun gölgesinin vücud üzerinde varlık göstermesi [var-MIŞ gibi yapması] Resimin ikinci ilkesidir.(madde 43)”
Biçim ve öz, genel ve özel, Madde ve Mânâ derken Hakikat’in biri Zahir ve diğeri Batın olan iki veçhesinden bahsediyoruz. Sanat’ın görünen, hissedilen, algılanan bir şey olması onu aldatıcı yapmaz. Sanat bir vehim, ihmal edilebilir bir eğlence değildir. Sanat Mükemmel’in, Kâmiliyet’in, Yaratılış’taki KaSTın, O’nun MaKSaD’ının ifadesidir. Ruh’un ihtiyacına verilmiş bir cevaptır.
“Hikmet en yüce varlığı en değerli ilimle kavramaktır. Hikmet ilimlerin en büyüğüdür. İlmin büyüklüğü de bilinenin büyüklüğüne bağlıdır. ALLAH’tan daha yüce ve üstün varlık yoktur. Kim ALLAH’ı tanırsa her ne kadar diğer bilinen ilimlerde kudreti az, lisanı ve beyanı kıt ise de hakîmdir. Kur’an’da buyurulmuştur ki: “Kime de hikmet verilmişse ona büyük hayır verilmiştir, bunu ise yalnız akıl sahipleri anlayabilir” (Bakara /269). Evet, kim ALLAH’ı tanırsa onun sözü başkalarının sözüne uymayabilir. Çünkü onun sözleri küllî ile ilgilidir, cüz’iyatla ilgisi pek azdır; geçici olan dünya faydalarıyla alakası yoktur, Ahiret menfaatlerine dairdir” (yine Gâzâlî Hazretleri’nden – Esma’ül-Hüsnâ şerhi -)
Sonbaharda dökülen yaprakların cenazeleri de bize konuşuyorlar ama daha çok saymakla ya da kuru yaprakları yakmakla meşgul olan biz insanlar Yaprak’ı duymuyoruz. Çünkü Konuşan Yaprak’ın Hikmet dolu sözleri “küllî ile ilgili, cüz’iyatla ilgisi pek az“.
Konuşan Yaprak’ın resimlerini gözlerinize (aklınıza) teklif ediyorum. Dinleyin şimdi sessizce…
İlham kaynakları:
- Mesnevî
- Kitab Keşf al Mânâ ‘an sır asmâ’ ALLAH al-Hüsna (Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri)
- Nefesler (Ganiyy-i Muhtefî)
- Henri Bergson’un doktora tezi : Essai sur les données immédiates de la conscience
- Hegel : Estetik dersleri
1 Yorum
Yazan:Notdefteri Tarih: Mar 27, 2017 | Reply
Çok yaprak var. Ama baş harfi büyük yazılmak üzere “Yaprak” yok görünürde. Yerdeki yaprak cenazelerini sayıyorum: 1, 2, 3, ….. 27, 28. Yaprakları saydığımda yani sayılarına, miktarlarına odaklandığımda onları birbirlerinden ayırd eden özellikleri göz ardı etmiş oluyorum. Zira yerdeki yaprakları, bir sürüdeki koyunları ya da geçen Zaman’ın ANlarını saymak aklımı maskeleyecek kadar ÖRTÜCÜ! Şeyleri ve anları var eden, yaprakları, koyunları ve zamanları diğer yapraklardan, diğer koyunlardan ve diğer zamanlardan ayırd eden vasıfları YOK SAYMAK demek … “saymak“. Sürüsündeki koyunları tek tek tanıyan, onların inatçı, korkak, yaramaz oluşlarına göre isim takan bir çobanın gözüyle baksanız sadece 100 koyun var diyebilir misiniz? Karakız’ı, Küpeli’yi, Topal’ı görürsünüz, koyunları değil. Kasap, çoban ya da koyun tüccarı, hangisi haklı?
——————————————
Dünyada yaşayan milyarlarca insan var ve Hz. Allah celle celalühü hepsinin içini, dışını, derdini, sevincini, hüznünü, rızkını, ölümünü ve dahi içinden geçen niyetleri dahil biliyor. Ne kadar rabbimize şükretsek az. Müslüman anne ve babadan dünyaya gelip İslâm nimetiyle müşerref olup rabbimizi tanıma imkanı elde ediyoruz. Böyle bir fırsat verilmiş. Hz. Muhammed Mustafa sav. efendimiz gibi “Habibullah” sıfatına muhatab olan bir peygamberin ümmeti olmuşuz.Kıymetini bilmiyoruz, idrak edemiyoruz hakkını veremiyoruz. Böyle bir nimete, devlete sahip olup anlayamamak acıtıyor insanın içini. Bize sohbet tadında yazılarınızla hatırlattığınız için teşekkür ederiz. Allah razı olsun..