Babam, ilk kahramanım
By Editorden on Ara 29, 2010 in Basın günlüğü, Hayat, İnsan Müzikleri
Kız çocukları için baba, karşı cinse ilişkin imgeleri yayan, fikirleri oluşturan ilk kaynaktır. Babam benim ilk kahramanımdı ve bu yıllarca böyle sürdü. Asiydi, dikbaşlıydı, kendi doğrularını savunmak için her yolu denerdi; çıkar için uzlaşmaya yanaşmaz, yenilgiyi kabul etmezdi. Tutkulu, sabırsız, deneyciydi. Yeniliklere açıktı. Toplumda ayrıcalıklı davranan kişilere mesafeli, ezilen kesimlere yakın dururdu. Yetim çocuklar için kendini paralardı. Kadınlara görünüşleriyle değer kazanmalarını öğreten kabulleri küçümser, modernliği tayyörde veya kravatta arayan arkadaşlarına sert eleştiriler yöneltirdi. Bildiğimiz anlamda tesettürü benimseyen biri değildi, böyleyken onun saygın bir kadın kişiliğine ilişkin değerlendirmelerinin, tespitlerinin tesettürü benimsememde büyük katkısı oldu.
Refahiye’deki kitapçı dükkanımızın tabelasında annemin adı yazardı. Evlatları arasında kız-erkek evlat ayrımı gütmezdi babam. Bu konudaki fark koymazlığı bazen şaşırtıcı boyutlara ulaşırdı. Issız bir değirmenin yanıbaşında kurduğu çiftlikte ilkokul çağındaki kız çocuğunu nöbet tutmakla görevlendiren öğretmen Don Kişot gibi hayal dünyasında mı yaşıyordu acaba… Belki de dünya o zamanlar yeteri kadar güvenli görünüyordu insanlara.
Çiftlik, kitapevi, arı kovanları, ciltçilik deneyimi, kurak arazileri ağaçlandırma… Köy enstitüsü yıllarında öğrendiklerini uygulamaya dökmekle geçti hayatının uzun bir dönemi. Bu nedenle de hep yolculuğa çıkardı. Bazen bir gazete yazarıyla ortaklaşa bir “yetim” kampanyasına girerdi. Bazen bir kitabın peşine düşüp Ankara’ya veya İstanbul’a giderdi.
O uzak yollara gider ve nihayet gelirdi; dönüş anları her zaman sürprizlere sahne olacak şekilde yaşanırdı. Araba bulamadığı için karlı yollarda saatlerce yürümüş olurdu. Valizinden resimli romanlar, imzalı kitaplar, zeytin ezmeleri, oraletler, çocuk dergileri çıkartırdı. Gitmemesi, gündüz saatlerini evde tembel ifadelerle geçirmesi düşünülemeyecek biriydi. Öğle ajansını dinlemek için geldiğinde evde çıt çıkmasın isterdi. Kulağını radyoya dayar ve Bizim Radyo’yu dinlerdi. Hem yürekten inanan bir Müslümandı, hem de sendikacı yanı nedeniyle de komünist sayılırdı. Kadirimeşrepti. Hoş kendini bir sıfatla anlatmaz, bunu yapanları küçümserdi. Bir Alevi’yi, camiye sokmamakta direten imama karşı savunmayı üstüne alırdı. Yılbaşı gecesi Noel Baba kılığına girerek partiler veren meslektaşlarını da hor görürdü.
Ruhunun isyan ettiği problemli sahneler karşısında kendini ileri atarken en küçük bir hesap yapmayan adamın günün birinde üniversite çağındaki çocuklarından kendilerini geri planda tutmalarını, dünyayı değiştirebileceklerini de hiç sanmamalarını istemesini, edebiyatla haşır neşir insanlar yadırgamayacaktır. O, halkın reyinin ve halkın iyiliğini isteyen kahramanların yükselişte olduğu bir çağın insanıydı.
Kişiliğimde bir şeyleri bastırmama sebep olmadı mı baskın mizacıyla… Oldu muhakkak ki ve bu yüzden de kağıda kaleme, anlatma sebeplerinden pek az kuşku duymanın sağladığı cehtle sarıldım. Her zaman çözülmesi kolay olmayacak bir problemle karşılaşma sıkıntısını yükledi bana. İlkokul birinci sınıfın sıralarında otururken bir öğrenci gelirdi beşinci sınıftan ve babamın beni çağırdığını söylerdi. Kara tahtanın başında verilen problemi çözememiş bir öğrenci olurdu. Babam o problemi çözmemi isterdi. O çocuğa vermeye çalıştığı kötü (ve tatsız) ders, benim üzerimde de bir baskı oluştururdu. Acaba dört sınıf ötesinden üzerime yürüyen o problemi çözebilecek miyim… O buna öylesine emin olurdu ki nasılsa bazen çözülürdü problem; kendim de şaşardım. Onun sınıflarında ders görmeyen, sıra dayağı fasıllarından muaf tek çocuğu olarak sahip olduğum bir bağımsızlık var yine de.
Evde de farklı davranmaz, misafirlerin yanında bir şeyler sormak, şiir okutturmak, şarkı söylettirmek için çağırırdı hoş. Babamın bulunduğu her yerde aniden bastıran bir soru, yüksek sesten bir eleştiri ve beklenmedik bir anda bir soruyla bozuma uğrama ihtimali, yüzeyde neşeli, içten içe ise gergin bir havaya sebep olurdu.
İktidar alanlarından uzak durur, muhalefet alanlarında kendine ait yeri bulmaya çalışırdı. Siyasal açıdan aktif olsa da sivil bir öfkeyi yansıtarak var olmayı seçti. Bu var oluş tarzı bir yerde insanları yalnızlaştırıyor. Onun hayalimdeki kahramana o kadar da benzemeyen yanlarını keşfetmeye çok geç bir yaşta başladım. Mücadeleden yılmış, emeklilik hayatının rutin zeminine kapanmıştı. İsyan ve itirazın sonuna kadar götürülemezliğinin getirdiği çözüm, bu şekilde kendi içine çekilmek olmamalıydı. Onu yeni simasıyla kabullenmekte çok zorlandım doğrusu. Sohbete yol açacak bir cümleden kaçındım bazen. Çünkü artık siyasal ve sosyal alandaki eleştirileri ya da hayattan çıkarttığı dersler bana övgüye değer görünen bir duruş alanından seslenmiyordu. Çünkü ona ters gelen bir istikamete yönelmiş, başımı örtmüş, mimarlık mesleğini bırakmış ve pek de onaylamadığı bir evlilik yapmıştım.
Kendi kendini tekrarlayan günlerini bir iç burkuntusuyla izlerken, eski babamın geri gelmesinin mümkün olmadığını kabul ettim nihayet.
Bunları yazarken geçmiş zamanlı ifadelere başvuruyorum elimde olmadan, çünkü babamla artık normal bir iletişim kuramamaktayım.
Peki, çocukluk çağından sonra babamla normal bir iletişim içinde olabildim mi sanki… Olamadım. Kahramanlarla normal iletişim kurulmaz. Bir dönemde zirvede oldukları için ve bir dönemde de kaçınılmaz olarak o zirveyi terketmeye başladıkları için. Babam bir şeyleri sesiyle ve sözüyle düzeltmesinin bir yolu kalmadığına inanmaya başladığı zaman birdenbire yaşlandı gibi geliyor bana. Şövalyelik değerlerinin geçersiz olduğu ilişki düzeylerinde kendini korumak için yalnızlaşmayı seçti çünkü. Gençlik çağında içine dalıp geri çekildiği nice uğraşısından birine olsun vefalı davranmadı, üretimden çekildi. Kendini bir unutuşa terketti, hayatını sürdürebileceği sınırlı malumat ve çocukluk çağı dışında bildiği ne varsa unutmaya çabaladı.
Geçmişi onu terketmedi ama… Nerede olursam olayım, bir öğrencisiyle, kırtasiye malzemesi, kitap bağışladığı, düğün masraflarını üstlendiği, yetimler yurduna yerleştirdiği birileri çıkıyor karşıma. Huysuz, aksi yanını dengeleyen cömertliği ve dürüstlüğü, unutuşunun karşısına unutulmaz sahneleri çıkartıyor.
Yayınlanan her kitabımla bir bakıma da olsa yazar olmamdan hiç hoşlanmadığını belli eden babama yazma sebeplerimi açıklamaya devam ediyorum. Ben ondan kahraman olarak vazgeçmiş de olsam o cümlelerime, hikayelerime bir şekilde katılmayı başarıyor.
Kaynak: Kuşluk Vakti, Baba Özel Sayısı, Haziran 2010.
2 Yorum
Yazan:cb Tarih: Ara 30, 2010 | Reply
sevgili cihan hanım, babasını çok yakın bir tarihte kaybetti, bu yazıyı gözyaşlarıyla okumam belki bundan, belki bundan ‘acısını kalemiyle sanat etmiş’ yazar diye yorum düşmem…
Yazan:ç-z Tarih: Ara 31, 2010 | Reply
Her şey zıddıyla kaim!
Cihan hanımın kelimelerine yansıyan iyilik ve güzelliği gördükçe böyle bir babaya ve aileye sahip olabilmenin bir çocuk için ne kadar büyük bir kıymet, nasip olduğunu düşündüm.
Hatırlayıp* öğüt almanız için her şeyden çift(zıddıyla/eş)51 Zariyat 49
Bu ayete istinaden olsa gerek her bir satırı yukarıdaki duygu ve düşüncelerle okumaya başladım ama her seferinde acılarıyla ana haber bültenlerine konu olan çocukları hatırlayarak nihayetlendi… Hani şu “bu topluma ne oluyor, nereye doğru gidiyoruz” diye sordurtarak, analizleri yapılan ve yaşanmakta olanlara çare olmayacağı bilindiği halde yaraya pansuman niyetine acil ama geçici tedbirler alınmasına, insanı, vicdan sızısını dindirebilmek için yüksek sesle “suçlu ben değilim peki kim?” demek zorunda bırakarak itiraf ettiren, canı acıtmanın da ötesinde neredeyse kanırtıp lime lime eden kızlığın, nefretin, nihayetinde de aciz bırakıp şiddetin sınırlarına savuran, merkezinde çocuk olan olaylar; taş atan, dilendirilen, fuhşa itilen, tecavüze/tacize maruz kalan, dayak yiyen, evden kaçan, daha 12-14 yaşında alkol, uyuşturucu kullanmaya başlayan, ana/baba/kardeş katili olan çocuklar…
Aile, aile, aile…
Ne yapar bu aile? Çocuk! Başka? Çoluk çocuk toplaşır çaresizce(!)eğlence olsun diye günde ortalama 5 saat tv seyreder. Peki ne seyrediyorlar? Dizi.
Geçenlerde senaryo yazarları, dizi emekçileri uzayan dizi süreleri nedeniyle ağırlaşan çalışma koşullarına itiraz etmek üzere eylem yaptılar. Bu konu üzerinden yapılan konuşmalarda her zaman olduğu gibi yine konu dönüp dolaşıp tvnin (izlenme süresi bakımından dizilerin) insanlar üzerindeki olumsuz etkilerine geldi. Ağır çalışma koşullarının sağlıklarına, sosyal hayatlarına yaptığı olumsuz etkilerden dem vuran empati yapabilme yetisinden yoksun bir senaryo yazarı aynen şunları söyledi; “kötü senaryo ağır çalışma koşullarının ürünüdür, neredeyse 24 saat vardiyalı şekilde başka hiçbir şeyle ilgilenmeden 7 günde 90 sayfa yazıyoruz. Kitap okumaya, araştırma yapmaya, film izleme hiçbir şekilde vaktimiz yok! Ve bizim hitap etiğimiz(hedef) seyirci kitlemiz belli. Dizi yapılmak üzere seçilen konular ise onların seyretmek için talep ettikleridir. Denenmiş ve sonuçları alınmıştır. Dizide ahlaksızlık, yozlaşma, şiddet gibi şikayet edilen unsurlar varsa şayet bunları izlemeyi onlar talep ediyorlar; senaryolarını bizlerin yazdığı dizilerde kendilerini seyrediyorlar! ”
Kaçış noktası; gazetelerin 3.sayfa haberleri, zaman zaman gazetelerin ön sayfalarına taşınarak gündem yaratan benzer nitelikteki haberler vs vs..
“Hedef kitlesinin zaaflarını, hayallerini kısaca tüm sinir uçlarını uyaran, törpüleyen, kaşıyan ama kendini bu tür zaaflara sahip olmayan bir seviyede, neredeyse bir uzman seviyesinde “bilen” olarak konumlandıran biri elbette “onlar” dan biri değildir! Bu nedenle olup bitenlerle tv dizilerinin dolayısıyla kendisi gibi işi sadece, yetiştirmek üzere senaryo yazmak dışında kalan hemen her şeyi zaman israfı olmasın diye asla “düşünmemek” olanların, hiçbir ilgisi yoktur!” İlişkileri yok ki ilgi olsun.
Kuşatıldığını düşündüğü oldukça ağır ve baskı yaratan, müdahil olup özgür iradesi ile düzenleyemediği çalışma (yaşama !)şartlarının, üzerindeki olumsuz(eksilme/kısırlaşma) etkilerinden haberdar olan birinin ortalama 5 saatini tv karşısında dizi izleyerek geçiren hedef(!) seçilmiş seyirci kitlesini olumsuz etkileyen unsurlardan biri olduğunun farkında olmamasını anlamakta zorlanıyorum…Ve “size layık olduğunuza inandıkları gibi davranıyorlar. İsteyebileceklerinizin , ancak kendileri tarafından takdim edilenle sınırlı olduğunu düşünüyorlar aynen sizin hedef kitleniz için düşündüklerinizi onlar da sizin için düşünüyorlar”…deyip işin içinden çıkamıyorum maalesef!
Kirli kalemleri ile parçası oldukları kısır döngüden bihabermiş gibi vuku bulan kötülüklerdeki paylarının sorumluluğu almayı şiddetle reddederek; “suçlu ben değilim, onlar!” diyenler, sür git düzenden ancak ve ancak yeterince nemalanmadıkları için zarar gördüklerini düşündüklerinde şikayet ediyor ve durdurmak için bir şeyler yapıyorlar. Bencilce!
Bilen edası ile kalem oynatan bu tip insanların kafalarını soktukları çukur nedeniyle varlıklarından haberdar bile olmadıkları Cihan hanımın babasıyla, ailesiyle ilişkileri olsaydı görüp de bilebilecekleri, ardından da yazacakları elbette farklı olacaktı. Cihan hanım gibi içinde iyi ve güzel olanları biriktirenler yukarıdaki gibi özenilip, örnek alınmasında hiçbir sakınca olmayan yaşanmışlıkları kaleme alabiliyorlar. Sevilenlere duyulan hasret nedeniyle tüm bu paylaşılmış anıları yazmak üzüntü verse de herhalde bir o kadar da huzur veren şükür sebepleridir!
Cihan hanım, değerli insan sevgili babanıza Allah’tan rahmet, sizlere de sabır diliyorum. Olur da hasbelkader bunları okur, babanız için gönül kalemi ile yazmış olduklarınızın ardından böyle bir yorumun yapılabilmiş olmasını tasvip etmezsiniz diye endişelendiğimden göndermek istememiştim. Sonra Ahmet Altan’ın aşağıya alıntıladığım satırlarını okuyunca fikrimi değiştirdim ve burada paylaşmak istedim. A.Altan’dan kopya ederek, anne, baba, evlat, eş olmayı, insani duyguları kısaca hayata ait, benzeri pek çok şeyi “dizi düzeyinde” algılayıp, yaşayanlara kızgınken bu yazıyı okuyunca aklımdan geçenler bunlar oldu ne yazık ki!
“……..
Öylesine yoğun ve sahici bir acı çekiyordu ki bir acımadan çok garip bir şefkat ve saygı uyandırıyordu o sahneye şahit olanlara.
Onun acısı hiçbir gazeteye haber olamazdı. Ama “edebiyat” onun duygularının peşinden koşardı, yaşadıklarını, hissettiklerini birer birer yakalayıp anlatmak isterdi……Türkiye’de hayat büyük kitlelerin acısını dindiremediğinden biz hep “gazete” düzeyinde yaşıyoruz, onların küçük hayatları içindeki büyük dramları yakalayamıyoruz, “haberleşen” ama “edebileşemeyen” sığ bir hayat sürdürüyoruz.
*Bu ayette geçen tezekkür kelimesi lügat bakımından unutma (nisyan) kelimesinin zıt anlamlısıymış!