Sanatçı Tercih Etmek Zorunda…
By Suzan Nur Basarslan on Oca 5, 2011 in Sanat, Toplum
“Sanat… bir grup elitistin, başkaldırısını inkar ederek onu içine hapsettiği aydınlık renkli bohem duvarlara hapsedilemez. Sanat sokağındır…Ve evet uygarlık sokaktan korkar. Sanat yaramaz bir sokak çocuğudur… “ diyor Adab-ı Haşerat bloğunun yazarı. Nedense sanat hep elit kesimin elinde olmuş, özellikle bu çevrelerde -iktidar-güç-para ilişkisi- tam da uzak durulması gereken bu üçgene hapsolmuştur, şimdi ona iletişim çağının ve hızlı tüketimin doneleri de eklendi. Evet, uygarlık sokaktan korkar ve o sokaktan çıkan sanatı, çok etkili ise, kendileştirir, sisteme dahil eder… bunun dışındaki örnekler çok azdır malesef…
Divan edebiyatı geleneğinde de bu böyledir, Cumhuriyet döneminde de, Avrupa edebiyatında da… Merkeze yakın olmak sanat ve sanatçının kaçamadığı çoğunlukla da kaçmak istemediği tam tersine merkeze eklemlendiği bir sonuç olmuştur. Fuzuli 16.yy.da ünlü Şikayetnamesi’nde uzağında kaldığı merkeze şikayetini bildirir; yahut Şeyhi 15.yy.da yazdığı Harname’sinde başka bir bakışla umduğuna kavuşamamanın ironisini söyler. Hele Cumhuriyet devri… Merkeze bağlananların taçlandırıldığı dönemdir, merkezden uzak kalanın isminin listelere girdiği(!) ve yıllar sonra ancak sanatsever tarafından takip edilme şansına ulaşıldığı yazar, şair, ressam… ve eserlerle doludur. Merkez kaçınılmazdır ki Ali Bulaç da sanat için burjuvazinin varlığının önemine atıf yapar. Aynı atıfı, Hermann Hesse’in ünlü romanı Bozkırkurdu’nda da görürüz. İstenmese de varlığı yadsınamayan realite…
Sanat ve sosyolojinin bize gösterdiği tespitler bunlar ama bir de sanatın kendisi var, nerden doğduğu önemli olmayan ve varlığı eserin yaratıcısından önemli olan… sorgulatan, hayata bakışı değiştiren, kişiyi incelten, imbikten geçirten… ve böylesi bir sanat sokakta da bulunsa, elitist camiada da… asla nereden geldiği önemsenmeden hayatımıza dahil edilmeli.
Çünkü farklılığı, onu diğerlerinden ve ortamından daima ayırır. Merkezüstüne çıkar, merkezi ve çevresini etkiler, kuşaklar sonrasına yansır ve onlara dahi söyleyecek çok sözü vardır, hatta bazı eserlerin kaderi kendi döneminden sonraya kalmaktır. Ona sırtınızı dönemezsiniz kendi döneminde dönülse de… Anlattığını duymamazlıktan gelemezsiniz, başkaları ona kulak tıkadıysa bile…
O zaman asıl soru şu olmalı sanatın çıktığı ya da eklemlendiği yerden daha fazla:
Sanatçı sadece gününe mi seslenmek istiyor, o zamandan nemalanmak, bir döneme ait olmak; yoksa devrinde ve devrinin sonrasında da hayatta mı kalmak istiyor?
Sanatçı önce buna cevap vermek zorunda. İstediği anlık/döneminde bilinmekse, bu ,birkaç reklam işiyle ellerine verilebilir, bunun için dönemine yönelik sansasyonel açıklamalar yapabilir ya da sahte övgülerle reyting üzerine reyting alabilir… ve yaşadığı dönemde renkli neonlar altında parıldayabilir ama sonrasında sönük, atıl ve işlevsiz bir aksesuar olmaktan ileriye gidemez.
Sanatçı tercih etmek zorunda, ‘ne istediğini’ ya da en az bunun kadar önemli olanı, ‘ne istemediğini’.
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … (Buradan indirebilirsiniz)
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
5 Yorum
Yazan:İbrahim Becer Tarih: Oca 5, 2011 | Reply
” Sefaleti, maroken koltuklarında puro tüttürerek tahayyül eden Romancılarımız…” diye giden bir cümle kurduğunu hatırlıyorum Cemil Meriç’in…
Bir de sokağın avantajını çok iyi kullanan bir Yazar olarak Martin Eden’in yazarı Jack London geliyor aklıma…
Yazan:suzannur Tarih: Oca 5, 2011 | Reply
Aslınsa sorun sokağı anlatmak değil, ya da sokaktan doğan sanat değil… sanata hangi gözle baktığımız ve sanatçının duruşu, hem sanatsal hem de ahlaki…
Yazan:aziz yılmaz Tarih: Oca 6, 2011 | Reply
Bence de.Sokak ya da saray hiç farketmez.İnsanın kendisini kuşatan dünyayla olan ilişkisine dokunmayan sanat kalıcı değildir.”Sokak”la sınırlı kalmış bir sanat yapıtının kalıcılığı veya kitlelerle buluşma menzili ancak merkeze alınan o mekanla yani sokakla sınırlı kalacaktır.Oysa sanatın alan ve konusu oldukça geniştir.Bazen savaş meydanlarını konu alır,bazen de varoşları…Değişmeyen tek tema ise İNSANdır.Zira o savaş meydanlarındaki travmaların/dramların da,sokaktaki “sıradan yaşamların” da öznesi gene de insandır.
Eğer İbrahim Becer beyin Cemil Meriç’ten yaptığı alıntı gibi olsaydı sanatın aktarımı,belki de savaşın yıkımlarını aktarmada başarılı ol(a)mayacaktı Tolstoy.Yani pekâlâ maroken koltuklarda puro tüttürerek sefelat de tahayyül edilebilir,savaşın dehşeti de.Edilmiştir de.Kısacası sanatçının birebir yaşamayıp da yapıtına konu ettiği olay ve olgu belki ahlaki duruşunu sorgulamaya açabilir ama eserini değil.Ernest Hemingway yaşamı türlü meceralarla geçirmiş bir yazardır.Belki bir savaş geçmişi de vardır.Ama “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u bir “isyancı ruhu”yla değil gözlemleriyle aktarmıştır hikayesine.Öyle ki savaşın yol açtığı bütün yıkım ve dramları,pişmanlıkları,çaresizlikleri,yarım kalmış aşkları,ayrılıkları,kıskançılıkları,korkuları,bitmez tükenmez hırslarıyla…hülasa insana dair olanı resmetmiş,insan ruhunun derinliklerine ayna tutmuştur.Ve bugün üzerinden bir hayli zaman geçmesine karşın bazı eserlerin unutulmamış olmasının büyüsü işte tam da buradadır.Çünkü zaman ve mekan değişse bile insanların yaşama tutunma ve varolma serüveni hep aynıdır.Ha yüzyıllar öncesi İspanya dağlarında yaşanmış olsun,ha bugün Cudi’de,Toroslar’da yaşanmış olsun,her kavganın içinde hep insan yazgısı vardır.Ve insan yazgısından bir parça bir şeyler söylüyorsa bir eser gelecekte de varolacaktır.
Yazan:ibrahim becer Tarih: Oca 6, 2011 | Reply
Sayın Aziz Yıldırım’ın söyledikleri doğru, keza Suzannur Hanımefendi de haklı. Lakin şunu belirtmek zorundayım; beylik bir laf olabilir ama ben şuna inanırım:” romancı, suya eğildiği zaman, suda kendi aksini gören insandır.” Kendi geçmişi, deneyimleri, gördükleri bir Yazara olağanüstü bir rahatlık verir. Tabi bir de romanda sizin için neyin öncelikli olduğu önemlidir. Kurgu, karakterler, dialoglar, betimleme, belki müthiş bir final, belki de tümü. Benim için karakterler ve dialoglar çok önemli mesela. iyi bir karakteri ortaya çıkarabilmek için de Yazarın o karakteri çok iyi tanıması gerekmez mi? “Sokak” kelimesinden kastım budur. Yarattığı karakterle aynı havayı daha önce solumuş olan bir Yazarın çok daha avantajlı olacağını düşünüyorum.
Aziz Bey’den ayrıldığım tek nokta,gözleme ve tahayyül gücüne çok fazla önem atfetmesi hakkındadır. Çukurova merkezli bir roman okumak isteseydiniz şayet Orhan Kemal’in kapısını çalmaz mıydınız?
saygılarımla…
Yazan:suzannur Tarih: Oca 6, 2011 | Reply
Evet, bir eser yerel motiflerle dolu olsa bile “insan”ı anlatıyorsa, evrensele ulaşacaktır. Yazar, kurgusunu yaşamak zorunda mıdır, edebiyatçı kimliğimle söylersem Hayır, ama hissedilerek aktarılanın elbette daha bir farklılığı var.Ama bu demek değil ki yazar sadece hissedebildiğini yazacak.
İnsanı, varoluşu, insanın varlığını anlatan romanlar daima daha başarılı olmuşlardır. Pozitif kahramanlar yaratarak değil her daim, bazen de anti-kahramanlar yaratarak… ki son dönem eserlerde bu daha baskındır. Kafka’da, Orwell’da, Canetti’de, Camus’da…