Suzan Başarslan’ın üçüncü romanı İstanbul Aşk ve Gölgeler’den
By Editorden on Oca 18, 2011 in Duyuru, edebiyat, roman
“…Sesi kadınsı çıkan erkektim ben, çöpten ne bulursa toplayan: yemek artığı, kağıt, kitap, kola kutusu, yırtık şemsiye, eskimiş avize, kırık ampül, çatlak bardak, bitmiş pil, kullanışmış diş fırçası, yamulmuş karton, buruşturulmuş takvim yaprağı, eski fotoğraf, tükenmiş tükenmez kalem, sararmış gazete, bir ucu kopmuş telefon kulaklığı, yaprakları dolmuş ajanda, taşı düşmüş ucuz yüzük, içinde kırıntıları kalmış cips poşeti, eğrilmiş çatal, paslanmış ucu kesmeyen bıçak ve daha neler neler… Beni kedileri beslerken görürlerdi, çöpten bulduğum yiyeceklerle. Tuhaf tuhaf bakarlardı bana. Konuştuklarındaysa benimle ilk kez, şaşkın bakışları gözlerime sinerdi. Alışamazlardı sesime. Sesim bana normal geliyordu oysa, alıştığım şeydi, hep benimle olan ve beni terk etmeyen. Her an değişiyordum ben; ama sesim, sanki hiç değişmiyordu. Başkaları için normal değildi. Farklıydı, özürdü, çirkindi. Aşikârdı…
Çöpten topladığım yiyecekleri verdiğim kediler bana hiç farklı davranmazken, onlar hep ötelerdi. Ben çöpten ekmeğini kazanan, tuhaf, uzak durulması gereken adamdım… Öteki. Yalnızlık tercihim değildi. Yabancılaşmaysa bana biçilen roldü. Uzaklaşan bendim onlardan, evet, ama yabancılaşan ben değildim, onlardı. Öteki ben değildim aslında, öteki onlardı. Her gün farklılık için, farklılığın içinde aynılaşan onlardı. Farklı giyinmek, farklı görünmek, farklı davranmak… aynılıklarının yüzlerine yansıyan aynadaki akisiydim ben. Gördükleri farklılıktan korkan, farklıymış gibi davranan aynılara cevaptım. Attıkları kağıtlardaki her kelimenin okuyucusuydum ben. Okurdum kedilere, attıkları kelimelerini. Kediler dinlerdi, onlar uzak dururdu. Kediler sesime aşinaydı, onlar ötelerdi. Kediler peşimden ayrılmazdı, onlar yanımda durmaktan korkardı. Benim öykümü kediler bilirdi, onlar hiç duymamıştı. Ben sadece, sesi kadınsı çıkan, çöpten ne bulursa toplayan, pejmürde görünüşlü adamdım… Kedileri beslerkenki mutluluğumu anlayamazlardı bile. Mutluluk onların uzak ülkesiydi, asla varamayacakları, varmaya yaklaştıklarında parçaladıkları, tuz-buz edip yerlere saçtıkları… bense onların saçtıkları her şeyi toplayan ve değerlendirendim.
Ben onlar için sadece, sesi kadınsı çıkan, çöpten ne bulursa toplayan, pejmürde görünüşlü , kara kuru bir adamdım…
Oturdukları lokantalardan bana bakarak, -camekânın ardından birkaç saniye göz attıktan sonra- yanındakilere, ne tuhaf adam diye parmaklarıyla beni işaret ederlerdi , ağızlarında kaç paralık etlerle… Elimdeki ekmek parçalarına hiç dikkat etmediler, et artıklarına, patates kızartmalarına… onlardan kalanlardı. Geride bıraktıklarına bakamayacak kadar körlerdi, yanındakinin sesini dinleyemeyecek kadar sağırlardı… ne görüyorlardı, ne de duyuyor…
Onlar kelimelerini ve kitaplarını çöpe atanlardı, kendilerine saygı duymayan ve saygıyı aynı’lıkla ölçen. Kendini çöpe atan, çöpten kendini toplayanı anlayabilir mi?
Evet, öteki ben değildim, onlardı.
Ben sadece, sesi kadınsı çıkan, çöpten ne bulursa toplayan, pejmürde görünüşlü , kara kuru, sessiz bir adamdım; öyküsünü bir tek kedilerin dinlediği…”