Soylulaştırma
By Özlem Yağız on Oca 20, 2011 in İnsan, Ulus-Devlet, vicdan
Öylesine bir yüz işte. Sokakta yürürken yanından geçeceğiniz, aklınızda da en ufak bir yer etmeyecek bir sürü insandan biri. Durakta beklerken gayri ihtiyari sol yanıma bakıyorum. Birkaç metre ötemde bir genç aniden yere doğru atlıyor. Şınav hareketi ile secde arasında garip bir konum alıp, alnını hızlı hızlı vuruşlarla kaldırıma vurmaya başlıyor. Hani öyle kafasını kıracak kadar değil ama canını yakacak şiddette vuruşlar bunlar. Sanki beyninin içinde konuşan birilerine kızmış da susturmak istercesine. Onun da beyninin içinde bir şeyler vır vır ediyor olmalı. İyi yapıyor cezasını veriyor diye düşünüyorum. Belki de kafasının içinde bir şeyler şimdi yere atlamalı ve alnını hızlı hızlı kaldırıma sekiz on defa vurmalısın diyordur kim bilir. Eğer hemen şimdi bunu burada yapmazsan emin ol dünyanın bir diğer ucunda çok şiddetli bir kasırga binlerce can alacak.
İster kafasının içindeki geveze kuşları cezalandırıyor olsun ister dünyanın diğer ucundaki Kuzey rüzgarlarını engelleyecek hayati bir hareketin ardından gelen şimdilik dingin birkaç dakikada, çok korkunç ızdırap içerisinde olmalı diye düşünüyorum. Oysa aniden yere atladığı gibi çarçabuk toparlanıp ayağa kalktığında yüzü son derece sakin, umursamaz. Sanki elindeki kirli bir mendil parçasını teneke kutuya atmışçasına doğal bir ifade ile yanımdan bakmadan öylece geçiyor. Ben durakta sıra beklerken iki ötemdeki banka oturmuş adamın önünde durup bir şeyler söyleyecekmiş gibi bir kaç saniye tereddüt içinde yüzüne bakıyor sonra yoluna devam ediyor.
Yok ne kadar yanından yöresinden geçersem geçeyim, ne kadar konu ile ilgili okursam okuyayım delileri anlayamıyorum. Ne delileri ne de bu deli şehri.
O gencin önümden geçtiği birkaç saniye içerisinde kapıldığım tedirginliği düşünüyorum sonra. Aniden dönüp bana da bir şey der bir şey yapar mı kaygısını. Durakta beklerken telefonu ile oynayan yanındaki ile sohbet eden adamlara alışkınım ne de olsa. Durakta beklerken aniden kafasını yere vurup sonra sakin bir ifade ile yoluna gidenlere değil. Ne çok şey birikti diye düşünüyor hayıflanıyorum bir yandan. Yazmak isteyip de bir türlü başlamaya kıyamadığım ne çok şey.
Belki de kafasını kaldırıma hızlı hızlı çarpan bu genç bir işaret.
Engel olmak istediği dünyanın diğer ucundaki korkunç kasırga değil belki, o sadece küçük küçük biriktirip unutulmaya terk ettiğimiz insancıkları hatırlatan bir meltem yaratmak istiyor. Bu şehir gibi ne yapacağı, aniden karşına kimi neyi çıkaracağı bilinmez bir deli işte. Umarım hiç yakalanmaz kimseye. Kendisine benzemeyenden korkan, ürken, nefret eden “normal” insanların dünyasında yok edilmeden, kapatılmadan yaşamaya devam etmeyi başarabilir. Hem kime ne zararı var ki? İçimdeki geveze çocuğu zamanlı zamansız konuşturmaya başlamaktan başka…
Sen yazma bakalım hiçbir şey hiçkimse bıraktığın yerde kalmıyor artık görmüyor musun? Yazmadıkça silikleşip gidiyor. Bak babaanneni ziyaret ederken her geçişinde sana gülümseyen iki kelimecik olsun konuşmaya çalışan teyze ölmüş bile ruhun duymamış senin. Hani üç katlı kırmızı tuğla evinin demir parmaklı penceresinden hep aynı şekilde muhabbete başlardı:
-Merhaba kızım nasılsın? Saat kaç?
Sen utangaç olduğun için mi ilgisizlikten mi bilinmez hep lafı kısa keserdin. İyiyim teyze sen nasılsın, bir buçuk, iyi günler. O kadarcık konuşabilmek bile mutlu ederdi kadıncağızı gülümserdi. Hiç sormak aklına gelmezdi, aç mısın tok musun yalnız mısın? Ne çok acı çekmiş kadıncağız oysa. Bunamış birkaç yıl önce iyiden iyiye. Yakınları kapıyı üstüne kilitlermiş. Haftalarca uğramazlarmış son zamanlarında. Aç kalırmış düpedüz. Öldüğünde ev pislik içindeymiş. Anlatılacak durumda değilmiş. Sağlığında üstüne kapıyı kilitleyip giden akrabaları ölünce hemen yıkıvermişler o üç katlı evi. Bir güzel apartman yapmışlar. Babaannem buğulu gözlerle anlatıyor her defasında eski komşusunu.
Sonra hatırlıyor musun şu önünden geçtiğin arsada bir adam yaşardı. Kocaman ahşap eski bir konak vardı. Konağın üstünde Diş Hekimi tabelası. Yaz kış demez sürekli bahçesini tırmıklar süpürürdü o adam. Çok yaşlı da değildi. Taş çatlasa 65 olmalı. Üzerindeki eski püskü kırk yamalı kıyafetlere bakmasan kesinlikle bir üniversite de kürsü başkanı falan olmalı derdin. Ama pantolonunun her yanı yama yama. Öylesine inci gibi dişlerle gülümserdi ki gelen geçene. Ben o diş hekimi tabelasının doğru olduğuna inanırdım. Geçerken de hiç selamsız bırakmazdı.Elindeki tırmığa dayanıp etrafındakilerle hep o gülümseyen haliyle sohbet ederdi. Çok merak ederdim onu. Bir insan böylesine eski püskü bir konakta otursun. Üstü başı kırk yama, bu kadar yalnız olsun ve bu kadar gülümseyerek baksın hayata bu nasıl bir iştir derdim kendi kendime. Sonra içimdeki o aklı selim denilen soğuk nevale girerdi devreye. Saçmalama ya elin adamı. Ya deliyse ya bir şeyse olacak şey mi şimdi sohbet etmek. Sırf bahçesinde fukara görüntüsü ve inci gibi dişleri ile çok mutlu görünüyor diye hem de. Sonra bir gün baktım o konak hemen hemen tamamıyla yanıvermiş. Sokağımda ama ruhum bile duymadı. İçindeymiş adamcağız. O da gitti sırlarıyla. Şimdi arsayı da dümdüz ettiler. Ahşap konaktan artan son izler gitmiş. Hiçbir şey kalmadı geriye. Tam şehrin göbeğinde kocaman bir arsa, yakında muhakkak bulunur bir uzak akraba. Kondururlar bir apartmanı. O bahçesindeki yangın artığı bir iki ağaç da gidiverir.
Şu karşı köşede bir sürü çingene evleri vardı. Aslında biraz canımı sıkarlardı. Pitbull kırması köpeklerini tasmasız sokağa salarlardı. Bir döner bakardım yapıştırmış burnunu elimdeki market poşetlerini kokluyor azman. Dizlerim titrerdi. Bir sabah kalktım baktım o evler dümdüz olmuş. Evlerin sakinleri yıkıntılar arasından tahta, kap kaçak topluyor. Birkaç saat böyle sessiz hummalı uğraştılar. Bu kadar sessiz kaldıklarına göre bir şekilde ikna edilmişlerdi bir yerlere gitmeye. Galiba havuzlu bir park yapıyorlar şimdi oraya.
-İleriki sokakta arkadaşının evinde karşılaştığın o kadını hatırlıyor musun peki?
Bir on yıl geçmiş olmalı, on yıl değil yüz yıl geçse de unutulmayacak gerçek üstü bir hayat idi. Hayatta duyduğum en korkunç öykülerden biriydi kadının öyküsü. Gerçek olamayacak kadar sıradışı ama gerçekti büyük ihtimalle. Onu unutmam mümkün değil zaten başka zamana kalmalı.
Ben bu şehri böyle sevdim.Hüzünleriyle, hatıralarıyla. İçinden geldiğim sarı asfaltlı Çankaya sokakları ile herkesin bir örnek tebessüm ettiği Gayrettepe apartmanlarından sonra şehrin göbeğindeki bu varoşlar ile orta sınıf apartmanlar hayat gibi geldi bana. Bu yüzden hiç ısınamadım uydu kentlere, yerden ısıtmalı bekçili site hayatlara. Sağıma döndüğümde benim gibi soluma döndüğümde benim gibi birini görmek istemedim hiç. Sağıma döndüğümde devasa bir gökdelen soluma döndüğümde tıpkısının aynısı bir diğerini görmek istemediğim gibi. Her köşesinde ama hüzünlü ama çılgın bir görüntü ile belleğime çizik atan bu sokaklara yaşlı kadınların çıkınlarına bağlandığı gibi bağlandım. Bir öğleden sonra ahmak ıslatan yağmurlarının altında neşe ile çiçekli eteklerini savura savura dönen Kastamonulu erkek köçekleri yarı belime kadar sarkıp mahalleli ile beraber izlemeyi sevdim. Bazı yaz akşamlarında tutarağı tutan sokağın çingene sahipleri ile laz bakkalının bol gürültülü küfürlü kavgaları bile rahatsız etmedi beni.
Sanki dünyanın en normal şeyiymiş gibi üç blok ötemdeki çocuk yuvasının kapısının tam önünde sere serpe yatan yeşil mezartaşının önünden gülümseyerek geçtim hergün. Mezarları şehrin ücra bir köşesine, romanları gözümün görmeyeceği yerlere, delileri kalın duvarlar ardına tıkalım diye bir derdim olmadı.
Bir çöplüğün yanından geçerken yeni yürümeye başlamış bir çingene bebeği simsiyah yüzündeki gülümseme ile çöpün tam yanındaki kocaman bir boka bakıp çığlıklar attığı zaman benim de çığlık çığlığa gülesim geldi. Sevincine peşimden badi badi koşup
-Bak bok tocaman bok hah ha ha diye gülerek beni de ortak ettiğinde aman allahım sokakları bok dolu bir mahallede simsiyah çocuklarla oturuyorum değildi aklımdan geçen.
-Hayat bu işte. Yaşıyorum be diye düşünüp dudağımda bir gülümseme ile gittim evime. Lüks semtlerin sahillerinde kaçmasın diye belinden tasmalanmış bebekler çok daha kasvet verdi içime. Modern alışveriş tapınaklarında şık bir markadan ibaret gibi dolaşan insanlar ne kadar acınası haldeydiler acınası dahi olduklarını bilmeden. Kimse sürünmemeli kimse açlık yokluk çekmemeliydi amenna ama
İçimizdeki karaderililerin hayatımızdan kovulması pahasına soylulaşmak da ne demekti şimdi.
Tam tamına soylulaşma diyorlar galiba bunun adına. Şehrin merkezi mahallerindeki “kıytırık” hayatları varoşlara sürüyorsun. Giden eski komşularının yerine parklar yapıyorsun kendi bebelerin için. Tophane sokaklarını galeriler, Tarlabaşı’nı rezidanslarla donatıyorsun. Sulukule’ye büyük bir spor kompleksi yapıyorsun rüşvet olarak çevre sakinlerini yaptığına suç ortağı etmek için.
Birgün bir bakıyorsun mahallende herkes tertemiz, bütün kadınlar röfleli, 38 beden, bütün erkekler takım elbiseli kravatlı, boka bakıp kahkahalarla gülen çocuklar kalmamış. Hepsi milupa yiyorlar ithal bebek arabalarında.
Hayatındaki tüm kirli kahverengi karışık kuruşuk anlamlandıramadığın renkler silinmiş. Medeniyet gelmiş şükürler olsun.
Medeniyet gelmiş ‘tüm karaderililer’ sessizce çıkıp gitmiş.
Hadi gözümüz aydın olsun!
5 Yorum
Yazan:yusuf ekinci Tarih: Oca 20, 2011 | Reply
Ellerine, kalemine, zihnine sağlık…
su gibi akıp giden bir yazı…
Modern insanın kendisini “daha rahat” bir yaşam uğruna duygudan yoksun betonarme binalara hapsetmesini, modern hayatların insanı tuzsuz ve tatsız bir hale büründürmesini o kadar güzel anlatmışsın ki..
“bok”a bile nostalji duydum desem yalan söylemiş olmam…
Senin bu yazını okurken aklıma Sezai Karakoç’un Balkon’undan şu dizeler geldi…
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların
Yazan:özlem Tarih: Oca 21, 2011 | Reply
Çok teşekkür ederim. Bu o kadar sinsi o kadar acımasız bir değişim ki. En altta en az okumuş ezilmiş dediğimiz insanları manzaraları birer birer sessizce çıkarıyoruz görüş alanımızdan. Bir yanda son bir iki yıldır İstanbul’da daha önce hiç görmediğim şekilde hummalı bir çalışma var. Bütün eski eserler, camiler yapılar bazen biraz da tahrif edilme pahasına restore ediliyor. Hatta mahallemde yıllardır sokak arasında kalmış heybetli bir kilise vardı. Etrafını o kadar mezbele binalar çevirmişti ki yıllarca bu mahallede oturan insanlar bile bu yapının farkında değildi. Onun da etrafını temizlediler kocaman ortaya çıkardılar. Bunları görünce bir yanınla seviniyorsun ama bu soylulaştırma denilen şey çok acımasız bir proje. Özellikle çingenelerin yaşam alanları ki istanbulu tanıyanlar bilir şehrin en merkezi yerlerinde yüzyıllardır süren bir varlıkları vardır, istimlak ediliyor. Şehrin ta dışında ki noktalara atılırken bu alanlara güzelce parklar yapılıyor. Bir yönüyle bu mahallelilere bir rüşvet aslında, zaten hiçbir ilişkin olmayan, senin için yabancı tekinsiz komşular gidiyor ve yerine çocuk bahçeleri falan geliyor. Daha merkezi ranta açık yerlerde ise sulukule dolapdere bu alanlar rezidanslara lüks evlere dönüşecek bir süre sonra. tarlabaşı yıkımının oranın sakinlerini şehrin varoşlarına sürmesi bir yana hem rant açısından hem de benim için başka bir açıdan çok hüzünlü bir tarafı var. Tarlabaşındaki binalar 6-7 eylül de bu ülkeyi terk etmiş yüzbinlerce rumdan kalan bir kısmı metruk bir kısmı ise gaspedilmiş büyük oranda da çok fakir hani en alttakiler denebilecek insanların yerleştiği evler. bu binalar yıkılınca bir nevi 6-7 eylül ün hayaleti de kalkmış olacak. halbuki o yokuşu her çıkışımda oradaki yüzlerce binaya bakıp o iki kahredici günü yad ederim ben. İddia bu binalar eski suretlerine benzer tarzda yapılacakmış. Ben projesine ve maketlerine baktım hiç alakası yok. Gayet modern; bir parça dışarıdan bakınca cumbalı falan rezidanslara dönecek. Alışveriş merkezleri falan olacak. Çok büyük bir rant söz konusu. Öte yandan arka sokaklar dolapdere sırtları bir nevi İstanbul’un uyuşturucu hipermarketi olarak bilinen alanlar. Yani bu beladan kurtulmak çok insanın da işine gelecek. İnsanlar bu temizliğe ki başka kelime bulamıyorum susacaklar. Hatta memnun olacaklar. Peki gücü ve parası olanın kendi yaşam alanlarından ötekileri böyle çıkarıp atma hakkı var mı? Bu insanlar şehrin bu merkezi yerlerindeyken çiçekçilik, çalgıcılık, kağıt toplayıcılığı vs. bir şeyler yapıp ekmek parası bulabiliyorlar. Sen gidiyorsun onları halkalı gibi ya da daha beter hani derler ya kör itin öldüğü yerlere atıyorsun. Doğru belki bir apartman dairesi veriyorsun. Ama o ne yapsın o daireyi aç kalacaklar.
Benim tanıdığım bazı fakir insanlara Belediye şehrin uzak mahallerinde geçici ev verdi. Deniz feneri falan aracı oldu. ama onlar bir süre sonra o evleri bırakıp gene şehrin merkezine pis ışıksız bodrum katlara geldiler. çünkü oralarda aç kaldılar. Buradlarda temizliğe gidebilirken yardım bulabilirken oralarda hiç imkanları olmadı.. Her şey bir yana ben bile istemiyorum daha şehrin dışında daha lüks bir evde oturmayı. tamam evler güzel, site hayatı ferah falan ama ben ruhen sur içi dediğimiz bu bölgeye bağlanmışım. Oralar çöl gibi geliyor. Kalk git diyorsun al sana bir konut peki o gitmek istiyor mu soran yok.Yarın ekmek bulamadıklarında ne yapacaklar o attığın şehrin merkezlerine bu defa ne şekilde dönecekler onu da düşünen yok.
Hasılı kelam çok az tartışıldı bu soylulaşma projeleri. ama kapitalızm böyle bir şey seninle tartışmıyor hükmünü icra ediyor.
Yazan:özlem Tarih: Oca 21, 2011 | Reply
tabi işin modernizm boyutu da başka mesele. O açıdan bakınca zaten çoktan yenilmişiz. Son yüzyıldır yapılan bütün binralar birer çirkinlik abidesi. Şimdi eski çirkin binalar gidiyor yeni çirkin ama yeni ama daha sağlam mühendislik hizmeti görmüş binalar geliyor. Buna çok karşı daeğilim çünkü yıktıkları zaten ucube yapılar. ama bu binaların da tek stil tek model gökdelen tarzı toplu konut lar şşeklinde yükselmesi çok rahatsız edici şehrin görünümü açısından. İstanbul da oturan varsa Taksim de İstanbul’un yüzleri sergisi var beyoğlunun girişinde sağda tavsiye ederim. o yüzlerin içinde modern yaşam alanları inanılmaz korkunç görünüyor. Allahtan benim yaşadığım Fatih bölgesinde imar izni 3 kat deprem sebebi ile ve güzel tarzda yapılar inşa etmeye başlardılar keşke hep böyle olsa. Ama 15 milyonluk şehir yecüc mecüc misali hücum etmişiz. kaçış var mı bilmiyorum.
Yazan:yer altından notlar Tarih: Oca 21, 2011 | Reply
“Değişim”kelimesi çoğunlukla pozitif bir çağrışım yapar zihinlerde.Pek çok insan değişimi savunur.Değişimle bir çok şeyin “daha iyiye”gideceğine dair oluşan ortalama ön kabullerin bir sonucudur bu.Dolayısıyla devrim/değişim/dönüşüm gibi kavramlar genelde toplumda kabul gören bir vurguya sahiptirler.
Doğrusu,durağan,statik;nihayetinde bekleneni/ ihtiyacı karşılamaya yetmediği düşünülen şey değişmeye/dönüşmeye muhtaç gibi görünür.Kısaca değişim kavramının,toplumda biriken sorunları çözmede bir”anahtar”işlevi yahut “kurtarıcı” gibi algılanmasını kaçınılmaz kılan nedenler yoktur diyemeyiz.Bu bağlamda sistemler,ideolojiler kadar “düzenlilik”adına-ya da daha iyi,daha güzel ve daha doğru olanı bulma adına-toplumda bir beklenti oluşması kaçınılmazdır.Tabiatıyla değişim ve dönüşümün bu”olumlu yanlarıyla” toplumda bir ortak talep yaratması, dolayısıyla da meşru görülmesi anlaşılır bir durumdur.
Lakin,değişime muhtaç alanlar olmakla birlikte,değişimin her türlüsünün cazip görülmesi yanıltıcıdır.Şayet bu kavramdan anlaşılan “eskinin yerine yenisini koymak”sa,evet,bu da bir değişim şekline tekabül eder.Ne var ki,her yeni olanı eskiye göre daha olumlu yapan/kılan kesin bir kural yoktur.”Faydacı” yönü rasyonilize edilerek tasarlanan bir değişim nihayetinde görecelidir ve tartışmaya muhtaçtır.Zira burada kavrama yüklenen anlama değil,sonuçlarına bakmak icap eder.
Dolayısıyla kavramsal olarak bir kutsallık atfedilse dahi bir değişim mutlak doğru kabul edilemez.Zira,burada kime göre ve neye göre doğruluk sorusu çıkıyor karşımıza.
Peki değişimi her halükârda tartışılmaz kılan doğruluk kriteri nedir?
Çoğunluk’un taleplerini karşılıyor olması mı?
Ortak faydaları gözetiyor olması mı?
Paradigmalar-veya değişim kararının “en doğrusunu bilen” seçkinlerce topluma empoze ediliyor olması mı?
Birinciden başlarsak;çoğunluk’un talepleri doğrultusunda gerçekleşmesi ve çoğunluk’u bir fikir bağı etrafında birleştirmesi halinde bile tek bir insanın mağduriyeti/memnuniyetsizliği ile sonuçlandığı takdirde salt “değişim”olarak anılması bu olguyu meşru ve doğru kılmaz.Zira bir tarafın çıkarlarıyla örtüşen ancak bir diğerine zarar veren bir karar veya uygulama nihayetinde “aynılaştırma”üzerine kurulmuş demektir.Rızası dışında,kendi adına karar verici olunduğunda bunun adı-kavramsal bazda değişim olsa dahi-despotizmdir,totalitarizmdir.
İkincisi yani ortak faydalar(!):
Bu da içi boş bir argümandır.Yapısal olarak bir kitlenin/insan topluluğunun yararına olduğu varsayılan bir uygulama şayet ilgili topluluğun yüzde yüzünü eşit şekilde içine alsa bile;kitleyi oluşturan fertlerin fayda anlayışı birbirinden farklı olabilir.Konumuzla ilgili bir örnek verelim.Misal,çokkatlı bir binada oturmayı;tavanı çatıdan,kırık dökük müstakil bir eve tercih edebilir bir insan,ikisi arasında fayda yönüyle bir kıyaslama yapabilir ve dolayısyla ikisi arasında bir tercih yapabilir.Ancak,”hayır,apartman dairesinde oturmak varken küçücük bir müstakil evde oturulmaz”diye hüküm verip insanları yaşamaktan sıkılacakları bir mekana mecbur etmek özgürlğünü kısıtlamakla eş değerdir.Ha hapishaneye tıkmışsın ha o istemediği dairede oturmaya mecbur etmişsin.Dolayısıyla birey,kendi faydasına olacağı şeyi kendi özgür iredesiyle seçme şansına sahip değilse burada kendi faydaları değil, başkalarının faydalarının hükmü geçiyor demektir.
Ve paradigmalar…”Halka rağmen halk için”diye bir deyiş vardır bilirsiniz.Aslına bakasanız bütün hadisenin özü bu hakim anlayışta saklı.Ben yaptım,o halde doğrudur”mantğı güdüyor iktidar elitleri.Her hükümet döneminde,her yerel yönetim kadrolarında bu böyledir.Yetkiyi eline geçiren maşallah “ali kıran baş kesen”kesiliyor başımıza.
Sokağı mı beğenmedi,değiştir tretuar taşlarını,kaldırımları daralt,ortalığı şantiyeye çevir,şehrin trafiğini allak bullak et.Neymiş,vatandaşa hizmet!Atık nasıl hizmetse,beş ay sonra yönetim el değiştirdiğinde hoop sil baştan!Taş sök yerine taş döşe,kaldırım ölçülerine yeniden ayar ver.Madem hizmet amaçlanıyor birinin yaptığını diğeri neden yıkıyor?Demekki yıktığını başkası yapmıştı,beğenmemişse keyfine göre dilediğini yapma yetkisine sahip.
Hadi park,sokak,cadde,kaldırım vs neyse de,bu zihniyet hoyratça insanların hayatıyla oynuyor…nerede oturacağına,nasıl yaşayacağına karar verme yetkisine sahip çünkü.Bahane çok.Çarpık kentleşmeydi,gecekondulaşmaydı,görüntü kirliliğiydi der dozerle yerle bir eder.Ha bu insanlar şehrin merkezinden uzaklaştırılmış,açlık çekmiş,sıkıntı çekmiş, kimin umurunda?Tek ki gelsin rantlar,ihaleler!Kimse sormaz mesela bu koca koca gökdelenler,bu beton yığınları çok mu estetik.Ya da gerekçe ne olursa olsun insanları hazır olmadıkları bir çevrede yaşamaya zorlama hakkı var mı kimsenin.Millet adeta kanıksamıştır bu hoyratlığı.Kimseden ciddi bir itiraz gelmeyince haliyle yerinden yurdundan koparılan insanlara oluyor olanlar.Tabi sorgu sual olmayınca “Soylulaştırma”,”Kentsel Dönüşüm”vb.iddiallı sloganlar altında böyle vurgun ve talanlar gerçekleşiyor.Nasıl sorgulansın ki ortada heykel,dizi,alkol yasağı gibi eften püften gündemler döndükçe.
—————–
Yüreğinize sağlık Özlem hanım.Ve siyasi çekişmelerden düşünmeye zaman bulamadığımız acı gerçeklerimizle bir kez daha yüzleştirdiğiniz için teşekkürler.
Yazan:özlem Tarih: Oca 21, 2011 | Reply
Ben teşekkür ederim böyle tek tek olayın mantığını ele alıp incelemeniz hoş olmuş.
Bu ben devletim ben bilirim mantığına bugünkü bir haber örnek olarak aklıma geldi.
Çevre bakanı Eroğlu Allianoi’nin baraj altında kalması konusunda şöyle demişş :bu konda mütehassıs kurul Kültür ve Turizm Bakanlığı dır biz onlara danıştık ne isterlerse de yapıyoruz. Bundan güzeli mi var. Onlar daha iyi mi bilecekler. Yani kimsenin Kültür vs. vs. Bakanlığından daha iyi bilme hakkı şansı falan yok. Ne bilinmessi gerekiyorsa Devletin bir Bakanlığı biliyor ve o kesin hüküm oluyor. Sorgulanamıyor aykırı düşülemiyor. Bu nasıl zavallı bir mantıktır hayret.