Şans, Kader, Özgür İrade ve Zaman(2)
By Mehmet Yılmaz on Oca 21, 2011 in Akıl, Görmek, Göz, İnsan, Kâinat, Zaman Nedir?
Sirenler çalarak hızla ilerleyen bir ambülansın içinde, uzanmış vaziyetteyim. Sırtımın üst kısmında korkunç bir ızdırap. Basamağa vurduğum yer feci acıyor ama düşmenin yaptığı bir şok etkisi de var. Kısa bir süre bilincimi kaybetmişim. Kollarımı ve bacaklarımı oynatamadığım bir kaç saniye oldu, bunu hatırlıyorum. Korku ve şaşkınlığın etkisiyle de artmış olabilir ızdırabım. Hastahaneye varıyoruz. Ambülansın sedyesini dışarı çekiyorlar. Katlanmış ayaklar açılıyor: Tak! Tak! Metalik sesler duyuyorum. Hızla yürüyor hasta bakıcılar, sedye acil servisin yaylı kapılarına vuruyor. Vücudum sedyeye bağlı, kıpırdayamıyorum. Tavana bakarak bu hızda ilerlemeye alışık değilim. Arkaya doğru gitmeye alışık değilim. İnsanların yüzüme eğilerek konuşmasına alışık değilim… Acil servisin doktoru geliyor. Sıradan bir iki sorudan sonra cebinden plastik bir cisim çıkarıyor. Üzerinde 1’den 10’a kadar rakamlar yazılı bu cetveli elime tutuşturarak “çektiğiniz acı sizce kaça tekabül eder?” diye soruyor.
– Nasıl yani? Neye yarayacak benim söyleyeceğim rakam?
– Ona göre ağrı kesici vereceğiz. Sıradan bir baş ağrısı 1, kolu kopan bir insanınki ise 10’a tekabül ediyor.
– Hiç kolum kopmadı ki, nasıl bileyim?
Hakikaten saçma bir durum. Hiç bilmediğim bir acı ile doktorun bilmediği benim çektiğim bir acı arasında sayısal bağlantı kurmak gerek! Doktor gülüyor cevabıma. Karşılıklı gülmeye başlıyoruz. Sırtımdaki acıya yoğunlaşmış olan dikkatim dağılıyor. Sonra Nasreddin Hoca’nın fıkrası geliyor aklıma: Hani “Bana damdan düşen birini bulun” diye biten o fıkra. Gevşedikçe ızdırabımın hızla azaldığını fark ediyorum. Çarpmanın etkisi değilmiş canımı yakan, düşmenin şoku ve ambülans sahnesinin gerginliği imiş. Sırtıma saplanmış bıçak hissi siliniyor. Cetvelde 3’ü gösteriyorum. Morfin yerine yüksek dozda bir dolipran ile kurtarıyorum paçayı.
Duyguların cetvelle ölçülmesi sizce de saçma değil mi? Vatanınızı kaç metre seviyorsunuz meselâ? Ya da Türklerin vatan sevgisi Brezilyalılarınkinden uzun mudur? Hayatın hiç bir anı iki kere yaşanmaz ki. İkinci düşme, ikinci kez aşık olma, ikinci kez evlenme, ikinci çocuğun doğumu, ikinci boşanma… Bunlar farklı tecrübelerdir, birbirine benzemez.
Bir şeylerin ölçülebilmesi, sayılarla ifade edilebilmesi için o şeylerin AYNI biçimde tekrar tekrar var olması gerekir diye düşünüyorum. Peki ölçemiyorsak neden “Büyük Aşk” ya da “küçük bir acı” gibi mekânsal kelimeler kullanıyoruz?
Sanırım bir hisse sebep olan dış etkenler ile o hissin kendisini ayırd edemiyoruz çoğu kez. Meselâ merdivende düşme sırasındaki hızım saatte 20 km olsun. Bir sene sonra aynı merdivende aynı hızda düşsem sırtım aynı biçimde mi acır? Korkum, gerginliğim aynı mı olur? Tecrübenin verdiği rahatlıkla daha az korkabilirim. Belki de yine sırtımı vurdum diye DAHA ÇOK endişelenirim. Belki ters bir doktor gelir, belki belki… “Yaşamak” dediğimiz şey de bu zaten. Hayatın hiç bir anı tekrar edilemez ki. Zaman’da seyahat edip geri gitseniz bile “aa ben bu anı yaşamıştım” diyeceksiniz, yine farklı olacak o anki yaşantınız., ilk seferki heyecan, keşif hissi farklı olacak.
Dediğim gibi dış etkilerin yani Mekân’a dair şeylerin sayılabilir/ölçülebilir tabiatı yüzünden bu etkilerin doğurduğu hisleri de ölçülebilir sanıyoruz. Burası Zaman’ın Hakikat’ini idrak etmeye başladığımız bir nokta: Zaman’a dair şeyler ancak yaşanabiliyor. Ama yaşamın Mekân’daki izleri ya da mekânlaşmış tahayyülleri aynı şeyi yaşatmıyor bize. Meselâ bir ninniyi dinleyen bebek daha ilk notada uykuya dalmıyor. Ninniyi duyması gerek. Belki huzur veriyor annesinin sesi ona. Bazen anneler sıkılır hatta kızarlar ninni söylerken, hızlanırlar. Bebeklerin gözleri fal taşı gibi açılır. Ninni dinlemek de yaşanan bir şey. Uykunun gelmesi hissi de saniyelere bölünemiyor veya sıkıştırılamıyor. Sevdiğimiz melodiler, bakmaya doyamadığımız manzaralar da böyle değil mi? Ama en bariz biçimde müzikle idrak ediliyor Zaman.
Sizce tam olarak ne anlama geliyor şu sözler? “Büyük bir sevinç, küçük bir acı, hiç çekmediğim kadar büyük bir hasret…” Yaşanan, yani Zaman’a, Süre’ye dair olan hislerimizi birbiriyle karşılaştırıyoruz ve onlara “büyük, daha büyük, en büyük” gibi Mekânsal sıfatları uygun görüyoruz. Oysa dış etkilerle başlayan fiziksel bir ızdırap korku ile, bilinmezlik hissi ile karışık yaşanıyor. İyi bir haberi ne zaman aldım tam olarak? Ne zaman kalbim bir kuş gibi çırpınmaya başladı? Bunları plastik bir cetvelde gösterebilir misiniz? Annenizi komşunuz Ayşe Hanım’ı sevdiğinizden DAHA FAZLA seversiniz ama birine 7, ötekine 3 puanlık sevgi diyebilir misiniz?
Saymanın körleştirici etkisi’nden bahsetmiştik Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı (7) isimli yazımızda ve şöyle demiştik:
“…Şeyleri ve anları var eden, yaprakları, koyunları ve zamanları diğer yapraklardan, diğer koyunlardan ve diğer zamanlardan ayırd eden vasıfları YOK SAYMAK demek … “saymak“. Sürüsündeki koyunları tek tek tanıyan, onların inatçı, korkak, yaramaz oluşlarına göre isim takan bir çobanın gözüyle baksanız sadece 100 koyun var diyebilir misiniz? Karakız’ı, Küpeli’yi, Topal’ı görürsünüz, koyunları değil. Kasap, çoban ya da koyun tüccarı, hangisi haklı?“
Daha önce de söylediğimiz gibi Göz (=Akıl) Mekân ile terbiye edildiğinden düşünürken (=objektif biçimde kavramsallaştırırken) hisleri de Mekân cinsinden ifade ediyoruz. İç içe geçmiş, sıkıştırılamaz sürelerde yaşanmış hisleri kesin çizgilerle birbirinden ayırıyoruz. Mekân’da cisimler aynı boşluğu işgal edemezler. Bu sebeple Zaman içinde akıp giden nefsanî hallerimizi de tren vagonları gibi peşpeşe takıyoruz. Aradaki bağlantıları ise sebep-sonuç zincirleri yapıyor. “Önce üzüldüm. Özür dilemesini bekledim. Gururum kırılmıştı. Bu sebeple öfkelendim. Bana bağırdı. Ben de DAHA ÇOK öfkelendim. Sonra vurdum bir tane…”
Biz bütün aklımız, umut ve korkularımızla “BEN” olarak yaşıyoruz hayatı. Ama sonra geriye dönüp yaptıklarımızı açıklamaya çalıştığımızda kendimizin, hislerimizin tutarlı, “bilimsel olarak” açıklanabilir ve önGÖRülebilir olmasını istiyoruz. Dişli çarklar gibi işleyen bir “BEN” arıyoruz. Nefsimizi mekanik bir determinizm ile açıklama arzusu bu. Herkes gibi yapmış olmak, “normal” olmak, deli olmadığımıza ikna ediyoruz Ben’i. (Bkz. Derin insan kitabı, Korku Matkabı isimli bölüm)
Cisimlerin birbirleri içine geçemeyeceği ilkesini, iki farklı cismin boşlukta AYNI yeri işgal etmeyeceğini düşünmek yabana atılacak bir şey değil. Bu ilkeyi kabul ettiğiniz anda SAYI olgusunu da maddî varlıkların bir vasfı olarak kabul ediyorsunuz demektir. Ancak bu « sayısallaşma vasfı » sadece maddî cisimler için geçerlidir. Hissiyat için kullanılırsa bir simge ya da soyutlama olabilir.
Bu meseleyi daha iyi anlamak için EŞYAYI nasıl SAYDIĞIMIZA bakalım. Öncelikle şeyleri birbirinin AYNI olduklarını varsayıyoruz. Bunun olabilmesi için şeylerin tekdüze bir ortama yani bir Mekân’a yanyana dizilmiş olması gerekir. Fakat diğer yandan sayarken eklenen her yeni birimin bir önceki kümeye göre bir nitelik değişimi yapması gerekir. Meselâ bir darbuka çalınıyorsa vurma sayısı arttıkça ritm de değişir. Ona göre göbek atılıyorsa dans da değişir. Tıpatıp aynı darbuka kullanılsa bile Kasap Havası başkadır, Bahriye çiftetellisi başka. Neticede bu nitelik değişimi olmadan nicelik değişiminden bahsedemeyiz. Demek ki nicelik’in nitelik’i sayesindedir ki nitelik’siz bir nicelik akledebiliyoruz. Ne matrak şu insan aklının işleyişi! İçimizdeki Ben’imizin dış dünyaya teması dış yüzeyimiz sayesinde gerçekleşiyor. Özel’imiz ile Genel’imizin temas ettiği satıhta algılıyoruz Zaman’ın geçişini.
4 Yorum
Yazan:yer altından notlar Tarih: Oca 21, 2011 | Reply
Hisleri evet ölçülebilir bir kesinlikle birbirinden ayırmak pek mümkün görünmüyor.Bir başka deyişle hisler sadece yaşanır.Ve yaşayan kişinin duygu yoğunluğuyla doğrudan alakalı bir tesirden sözedilebilir.
Örneğin maruz kalınan bir fiziki yahut ruhsal acı duygusu karşısında duyguyu yaşayan kişide bir reaksiyon oluşacaktır.Bu acı şiddetli olur ya da kısmen katlanılabilir olsun.Şaşkınlık,korku,öfke gibi duygusal tepkiler için de benzer durum geçerlidir.Sonuçta o hisi bir şekilde yaşayan kişi dışında bir başkası tarafından duygu şiddetinin öngörülebilmesi,kategorize edilmesi ve mekansal kavramlarla-çokluk/azlık vb.- tanımlanması olanaksızdır.Burada sizinle hemfikirim.
Lakin sayılara,ölçülere vurulamaz olmasına karşın duyguları nasıl tarif edeceğimiz konusu takılıyor kafama.Misal trafik kazasında yaralanan bir kişinin çektiği fiziki acıyı ya da öz evladını yitirmiş bir anne/babanın ruhsal acısını nasıl tarif etmeli?Sezgilerimizden haraketle kazada yaralanan kişinin bir acı duyumsayabileceğini;evldını yitiren anne/babanın ise üzülmüş olabileceğini,acı çektiğini sadece tahmin ederiz.Bu da işin şartlanmışlık kısmıdır;önceden bilinçlice tasarlanmış,şekli çizilmiş bir öngürü değildir.Daha ziyade kendi yaşanmışlıklarımızı referans alan kendiliğinden/içgüdüsel olarak gerçekleşen bir reflekse karşılık gelir yargılarımız. Dolayısıyla duyguları kestirilebilir/öngürülebilir bir objektiflik alanına çektiğimiz ve buna şartlandığımız doğrudur;sezgi ve alışkanlıklarımız bizi böyle bir alana yöneltiyor.Ancak yine de hadise bununla sınırlı kalmıyor.Çünkü burada yaşamımızın önemli bir parçası olan “dil”de devreye giriyor.
Biraz açayım.Çöp tenekelerinde ekmek kırıntıları toplayan bir insan düşünelim.Ya da parklarda yaşayan “evsizleri”…Ne deriz,ne düşünürüz?İlk etapta “bir insan böylesi bir açlığa,sefalete nasıl katlanabiliyor?”diye geçiririz içimizden.Zira insanın katlanmayacağı bir ızdırap imgesi yerleşir zihnimize.İşte tam da burada kendi duyumsayabileceğimiz duygularla yani “yaşayan ben”ile bakarız olaya.Manzara çekilmez gibi gelir,bu durumu yaşayan muhatapla bir tutarız kendimizi.Oysa durum hiç de sandığımız gibi olmayabilir.Kaygı ve endişelerimiz böylesi bir yargıya yöneltse dahi,fiziki olarak bizden farklı bir durumun öznesi konumundaki insan için aynı karamsarlık/acı ya da mutsuzluk söz konusu olmayabilir.
Buna karşın yine de kim bilir ne kadar ÇOK acı çekiyor deriz bizi ürperten manzara karşısında.Bakın burada dil sızıveriyor hayatımıza,ÇOKLUK gibi bir nicelik üzerinden belirlemiş oluyoruz yargımızı.
Diyeceğim,dıştan baktığımız bir insan bizden ÇOK ya da daha AZ acı ve ızdırap çekiyor olabilir.Fakat yaşanan duygunun tarifini yaparken duyguları kavramsallaştırma alışkanlığından kurtulmak handiyse imkansız gibi.
—————–
Kusura bakmayın mevzuu derin olduğundan konuyu bir hayli karıştırdığımın farkındayım.Amacım kendimce konuya bir pencere açmak tartışmayı derinleştirmekti.Bu amaca katkım olabilmişse ne mutlu bana.
Elinize,gönlünüze,zihninize sağlık sevgili Mehmet bey.
Muhabbetle.
Yazan:MY Tarih: Oca 27, 2011 | Reply
Merhaba yer altından notlar,
yazida anlattigim meseleyi nefsinizde gözlemlemis olmaniz ne güzel. Dil hapisanesi ile mekânlasan duygulari da tespit etmissiniz. Aslinda sizin yorumunuzda sorguladiginiz seyi sonuna kadar açmadim bu makalede. Ama önce son satirlari bir hatirlayalim:
Dedigim gibi yazida bunun arkasina geçmedim zira okurlari yormak isteMEmistim. Ama siz soruyorsunuz 🙂 kendimce anlatayim:
hatirlarsaniz YAS TUTMA ile ilgili bir makale yazmistim “Terörist evlatlarımız ve Anzak leşlerimiz(!)” adinda. Bu makalede duygusal aci, fizikî aci, yas tutma ve bunlarin biyolojik neticelerinden bahsetmistim. Aslinda makalenin tamami isinize yarar ama en mühim kismini asagiya aliyorum:
Söz konusu makalede anlattigim gibi dis dünyadaki kötü haberler, kaybettigimiz esyalar, elimize çekiçle vurulmasi vs bunlar bedenimizde bir takim degisikliklere yol açiyor. Salgilanan kimyasal maddelerin ayni olmasi ya da yalniz kalan insanlar ile iskence gören insanlarin beyin hücrelerinin ayni sekilde ölmesi elbette bu duygularin ayni oldugunu göstermiyor. Bunu iddia etmek pozitivistlerin düstügü kuyuya atlamak olur.
Bu fizyolojik degisiklikler geçen Zaman’in ve yasanan hislerin birer izidir. Tipki kardaki ayak izleri gibi. Yani yürümek ile ayak izi nasil ayni degilse IZDIRAP ile bunun sebep oldugu gözlenebilir/objektif/ölçülebilir degisikler ayni degildir.
AMMA … vücutta bir kimyasal maddenin birikmesi ya da bazi kaslarimizin üzüntü sebebiyle kasilmasi, uzun süre sert kalmasi zihnimizde bir YOGUNLUK ALGISI uyandiriyor.
Yayli bir oyuncagin kurulmasina ya da bir okun yayinin gerilmesine benzetilebilir bu “BiRiKME ALGISI”. Gerilen bir yayin, geri çekilen bir salincagin birakildiginda eski yerine gelmesi ve bu sirada katedecegi yol da mekân’a dairdir. Yani sizin sorgulayarak daha derine inmek istediginiz yerde TAM OLARAK ZAMAN’IN MEKÂNLASMA süreci var. Bizim bedenimiz de Mekân’a dair oldugundan izdiraplarin fizikî izdüsümleri vücudumuzun “dilinde” ifade buluyor yani Mekân’da!
Yukarida sordugunuz ve hislerimizi niteledigimiz çokluk ya da büyüklük iste buradan geliyor, vehimin kaynagi tam burasi.
Üzülünce midenizde biriken asit miktari ölçülebilir ama bu üzüntünün kendisi degildir. Üstelik bir çok mide hastasi çok sevinince de yanma filan hisseder midede.
Kisaca Mekân’a dair olan bu bedende bir şuur yaşiyor, “Ben” şuuru ki bu Zaman’a dair. Ben’in başina gelenler vücudunda izler birakiyor. şuur bu izleri Zaman’in kendisi saniyor ve aldaniyor.
Yani RUH VE BEDEN’in temas ettigi nokta burasi. Bundan daha da derine inmek isterseniz korkarim bensiz devam edeceksiniz 🙂
Bir sürü batili düsünür bu konuya girince kafa üstü çakilmis. çok akilli bir adam olan Sören Kierkegaard “hiç bir insan bilgisi bunu açiklamamistir ve açiklayamaz” demistir. (Türkçe’ye de çevrilen KAYGI KAVRAMI adli enfes kitabinda insani büyük bir palto içine saklanmis iki çocuk gibi tasavvur eder, disaridan bakinca BiREY TEKTiR ama içeride irade birden fazladir)
Yanlis hatirlamiyorsam Gazâlî Hazretleri de bu kapinin insan aklina kapali oldugunu söylüyordu. Galiba Zaman ve Mekân’in kesisim noktasinda bir tek ALLAH’in bilebilecegi bir sey var. Hüccet-ül Islâm’in buyurdugu gibi aklin emaresi haddini bilmektir, aklin kapsama alani disinda kalan seyleri teslim edip “aklim buna ermez” demek de akil ister.
Özetleyecek olursak… Dibi bulduk sayenizde 🙂
Yazan:yer altından notlar Tarih: Oca 27, 2011 | Reply
Merhaba Mehmet bey,
Konuya geçmeden önce beni şaşkına çeviren bir detaya değineceğim.Telapatik güç/enerji dedikleri doğaüstü bir etkileşimden bahseder insanlar zaman zaman.Hani şu altıncı his dedikleri şey.Bruce Wills’in oynadığı bir filme de konu olmuştu bu.
Neyse sadede geleyim.Yazınızın altına ilk yorumu düştükten sonra asıl anlatmak istediklerimi destekleyecek bir şeylerin-her zamanki gibi-eksik kaldığını düşünerek ikinci bir yorum yazmayı aklımdan geçiriyordum.İşte beni hayrete düşüren şey tam da yeni bir yoruma koyulacağım anda oldu.Tesadüfün bu kadarı da olmaz dedirtecek bir ayrıntıyla karşılaştım yorumunuzu okurken:Bayan B’nin hikayesi!Çünkü ikinci yorumuma dahil edeceğim konu bayan B’nin hikayesine şaşırtıcı derecede benziyordu.Bunu doğru kelimelerle ifade edebileceğimden henüz emin olamadığımdan,yazıp yazmamak arasında tereddütte kalmıştım ki…olan oldu.Sanki kafamda evirip çevirdiklerimi okumuşçasına imdadıma yetiştiniz.
Doğrusu ne söyleyeceğimi bilemiyorum.Sorularımla bir süreliğine başbaşa kalmak bence de iyi bir seçim olacak.Çünkü yoğunlaştığım duygu ve düşüncelerin yankısını satırlarınızdan okuma mucizesine tanık oluyorum.
Lütfen abarttığımı düşünmeyin.İnanın kelimesi kelimesine yaşadıklarımı aktarıyorum.Nasıl söylesem,aynı duruma, gördüğüm bazı rüyalarda da tanık olmuştum.Genelde,gördüğümüz rüyaların yaşadıklarımızın bilinç altına yerleşmesine bağlar ruhbilimciler.Kısmi doğruluk payı nedir bilmiyorum.Akla uygun geliyor.İnsanın üzerine yoğunlaştığı bir his’in veya etkisinde kaldığı bir olayın uyku halinde de bir bilinç meşguliyeti oluşturması mantığa uygun görünüyor.Lakin sözkonusu ilşkilendirme, genelde, önceden/gerçekte yaşanmış olanın rüyaya aksetmesi şeklinde ruhbilime konu olur.Yani rüyada geçenler; yaşanan bir olaydan,hissedilen bir duygudan,zihinde tasarlanan bir öngörüden vs önce değil aksine sonradan gerçekleşeceği savı esas alınır.Zaman sıralaması bu şekildedir çoğunlukla ya da öyle varsayılır.Misal, çok sevdiğiniz bir insanı özlersiniz ve o kişi rüyanıza girer.Ya da bir nedenle negatif duygu beslediğiniz birisiyle karşılarsınız.Yaşadığımız,etkilendiğimiz olaylar için de aynı kronolojik sıralamdan bahsedilebilir;pozitif ya da negatif bir şekilde yaşadıklarımızın yankısı/görüntüsüyle karşılaşırız.
Peki ya tersi olduğunda?Sözgelimi 30 yıl öncesi asker arkadaşınızı ansızın rüyanızda görüp ertesi günü-30 yıl aradan sonra-gerçekten karşılaşırsanız?Ya da rüyanızda bir kaç yıldır gitmediğiniz memleketinize yolculuk yapıyorsunuz ve ertesi günü valizleri hazırlamak zorunda kaldığınız bir memleket yolculuğu karşınıza çıkıyor…
İşte burada da belki de asla cevap bulamayacağımız bir giz var.ZAMAN’da bir atlama,”bildiğimiz”in dışında gerçekleşen bir kesinti,bir sapma mıdır bu?Pozitif bilimle elbet açıklanamaz.Ancak üzerinde biraz düşünüldüğünde, pozitif bilim dışında da elimizde bu gizzi çözecek fazla bir şey bulunmadığını da söylemek mümkün.
Neyse,uzun oldu.Hem böyle devam edersem “vah vah,adam kafayı mı kırdı ne?”diyenlerin çıkması işten bile değil-haklı olarak tabii:))
Ayrıca bu ara sorularımla sizi çok meşgul ettim.Sağolun bu kadar işin içinde yine de sabırla katlandınız.Emeğinizi helal edin.
Selam ve sevgilerimle.
Yazan:MY Tarih: Oca 31, 2011 | Reply
Kusura bakmayin biraz geciktim yorumunuzu cevaplamak için. Diyorsunuz ki:
Kesinlikle abartmiyorsunuz. Her an, her dakika etrafimizda binlerce mucize gerçeklesiyor. Ama biz insanlar et-Göz ile baktigimiz için göremiyoruz. Bu binlerce mucizeden sadece bir tanesini gördügümüzde ise MUTLU oluyoruz. Bazen bir hafta, bazen bir ömür sürebiliyor bu mutluluk.
Rahmet okyanuslar gibi basimizdan asagiya bosaliyor her an 🙂