RSS Feed for This Post

Şans, Kader, Özgür İrade ve Zaman(3)

Herbert Weinstein 1991 yılında New York’ta karısını öldürdükten sonra intihar süsü vermek için binanın çatısından aşağı attı. Bir yıl sonra suçunu itiraf etti ama beyninde bulunan ve iltihaplanmış bir kist mahkemece hafifletici etken olarak kabul edildi.

“…insanı adım adım nefsani arzulara götüren “çizgi/yol” ile katil/sadist/işkenceci yapan acaba aynı taşlarla örülü olamaz mı? Benimkisi bir iddia değil,sadece kafama takılan bir soru…”

Geçenlerde Zaman’ın etik boyutunu tartışıyorduk. Dikkatli bir yorumcumuz insanlığın 21ci asırda MUTLAKA yüzleşmek zorunda olduğu bu meseleyi işte böyle çok sade bir dille özetledi. Oburluk, çapkınlık ya da riyakârlık gibi cemiyetçe daha hoş görülen, küçük(!) kusurların küçüklüğünü yani toplumun çifte standardını bir kenara bırakırsak geriye tek bir soru kalıyor: İnsanlar kötülüğü ÖZGÜRCE mi seçerler yoksa baştan belli midir kötü olacakları / kötü davranacakları? Genlerimizden, beynimizdeki biyolojik sorunlardan ya da yetiştiğimiz aileden, toplumdan gelen “kötü” dürtülere direnebilmek için manevra kabiliyetimiz var mı?

Basit görünen bu soruya HIZLI bir cevap vermek YA Adalet’i YA da Bilim’i yok saymak demek. Çünkü:

  • 1) Ya “hayır” diyerek tabiat bilimlerinin her şeyi BİL-diğini kabul edeceğiz,
  • 2) Ya da “evet” diyerek iyi-kötü ayrımında İnsan’ın tabiat bilimlerinin üstünde, Tabiat’ın üstünde bir varlık olduğunu savunacağız.

Neden? Tenimiz sivri bir iğneye ya da kızgın bir demire dayanamıyor. Hayvanî ya da mekanik bir REFLEKS ile, düşünmeden elimizi geri çekiyoruz. Ama an geliyor, “iyi / doğru / güzel” kabul ettiğimiz bir ideal, bir dava uğruna canımızı bile feda edebiliyoruz. Refleks ile eylem arasına sıkışan bir varlık var. Varoluş imkânını muHaKeMe’den alan bir “DERİN BEN” açılıveriyor, nokta iken çizgi oluyor, çizgi iken bir satıha dönüşüyor. Kanatları kapalı iken kahverengi bir dal parçasını andıran kelebeğin masmavi kanatlarını birden açıvermesi gibi, görünebilen ve görünmeye değer TEK şey bu kanatların güzelliği!

Çelişkiye bakın ki sebep-sonuç zincirleri ile örülmüş bu duvarın gri taşlarını itebilecek, hatta duvarı yıkabilecek bir kudret var bu narin kanatlarda:  çünkü mavi kelebeğin güzelliği bizi başka boyutlara taşıyor. Bergson’un dediği gibi “Güzellik teklif edilir, netice değildir”. Güzel BULDUĞUMUZ her çiçek, her kelebek, her gün batışı… Bize bizdeki bu gizli gücü işaret ediyor. Adına ister yargı deyin, ister tercih, ister başka bir şey.

Determinist, bilimsel, materyalist bir kafesin içindeyiz. Tabiat’ın kurallarına tabi “ten kafesi”. Acıkan, susayan, korkan, yanabilen hatta ölebilen ten kafesi. Bu kafes kendi tabiatına TAMAMEN ZIT olan bu mavi kelebeği hapsediyor. Tırtıl olarak girdiği kozadan kelebek olarak çıkan, kanatlarını Zaman’a açan bir kelebek: Özgür irade. Ne garip bir varlık özgür irade.

Şiirsel bir dille ihata edebiliyoruz onu. Çünkü fizikî boyutları, renkleri olan mekânsal bir varlıktan bahsetmiyoruz. Zamansal bir varlıktan bahsediyoruz. GÖR-ünen ya da ön-GÖR-ülebilen değil ancak yaşanabilen bir varlık özgür irade. Fazla mı teorik bu sözler? Fazla sanatsal? Fazla metafizik belki? Yaşamınıza anlam veren şeyleri gözden geçiriverin çabucak: Bu özgür iradeye yaslanarak ayakta durabiliyor bütün gelenekler, kişisel değerler ve hukuksal yapılar. En laik hatta en dinsiz adalet sistemi dahi iki ilkeyi peşinen kabul ederek inşa ediliyor:

  • 1) İnsanların iyi-kötü ayrımı yapma kapasitesi vardır,
  • 2) İnsanların iyiyi seçecek cesareti olmalıdır, bu bir ödevdir.

Determinist kurallarla “su 100 derecede kaynayacak” diyerek geleceği GÖRebildiğimiz gibi “şu çocuk katil olacak” diyemiyorsak işte bu yüzdendir. Yoksa anaokullarından toplardık potansiyel katilleri, sübyancıları, tecavüzcüleri…

Vücudumuzun büyük bir kısmı su. Geri kalanı ise karbon, azot, vs. Tıpkı su molekülleri gibi bilimsel determinizme boyun eğmek zorunda olan atomlar, moleküller, bu moleküllerden oluşan proteinler, dokular, organlar. Suyun kaynama noktası sabit iken nasıl oluyor da bir insanın ne zaman, nasıl katil olacağı da sabit olmuyor? Kimyasal bileşenlerin neresinde akıl? Vicdan?

Pişti oyunu gibi hayatımız. Dağıtılacak kartları (=Başımıza gelecekleri seçmiyoruz). Kısmet, nasib, şans… Ama kartları takip etmek gerek pişti yapmak için. Papazların hepsi çıktı mı? Öteki oyuncuların elini tahmin etmeli… Ne var ki Hayat’ın piştisi tuhaf biraz: Kartların sürekli karıldığı, sürekli yeni kartların eklendiği bir oyun. Her an her şey mümkün!

Bilardo topları ve mürekkep damlaları

Yönetmenliğini Paul Haggis‘in yaptığı, baş rollerini Sandra Bullock, Don Cheadle ve Matt Dillon‘un paylaştığı Çarpışma adlı filmi işte bu yüzden unutamadım. Zira İnsan – Özgürlük – Zaman ilişkisini sorgulayan çok ilginç bir hikâye, daha doğrusu hikâyeler anlatıyor. Günlük kaygıların, maddî kazanç ve kayıpların kıskacında dinlemeye, anlamaya, sevmeye Zaman’ı olmayan İnsan’ın hikâyesi Çarpışma. Filmin tanıtımında söylendiği gibi: Yaşamın hızında hareket ederken birbirimize çarpmaya (çarpışmaya?) mahkûmuz.

Başlangıçta ırkçı ve cinsel taciz yapan bir polis memuru olarak karşımıza çıkıyor Matt Dillon. Sözlerinden ve yaptıklarından tiksiniyoruz. Sonraları diğer insanlar gibi bu polis memurunun da özel hayatına giriyoruz, onu sevmesek de tanımaya, anlamaya başlıyoruz. Hasta babası ve ciddi maddî sorunları olan bu ırkçı polis bir ara bir trafik kazasına tanık oluyor. Yanmakta olan ters dönmüş bir otomobilin içindeki zenci kadını kurtarmak için kendi hayatını tehlikeye atıyor. Gerçek bir kahraman!

Filmde tekrar tekrar kullanılan bir “altyapı” bu. İyi sandığımız insanlar kötü davranabiliyor. Kötü diye etiketlediğimiz ya da dış görünüşü bize itici gelebilecek başka bazı insanlar ise gerçek birer kahraman olabiliyorlar yerine göre. Bütün bu dalgalanmalar abartısız, gerçekçi bir dille anlatılıyor ve hikâyeler bizim “küçük” hayatlarımızdan alınmış gibi adeta.

Çarpışma adlı bu film sadece hikâyesiyle değil ismi ile de tefekküre davet ediyor bizi. Hayat denen imtihanın karşımıza çıkardığı durumlar ve nefsimizin, iç dünyamızın aldığı halleri çarpışan bilardo toplarına benzetebilir miyiz? İnsan’ın eylemlerine hammadde olan umutlar, korkular, öfkeler, sevinçler, beklentiler birbirlerine çarparak yeni hareketler başlatan bilardo topları mıdır? Istakanın ilk vuruş açısını ve hızını bildiğimiz takdirde hangi topların hangi deliklere gireceğini kesin olarak öngörebilir yani “determine” edebilir miyiz?

Bunu iddia etmek için “umutlar, korkular, öfkeler, sevinçler, beklentiler” diye sıraladığımız duyguların hayatın her döneminde birbirinin aynı olması gerekir. Bir başka deyişle sebep-sonuç zincirleriyle bağlanmak üzere Ben’i BEN yapan her mânânın bu kelimelere hapsedilebilir olması gerekir. Ama bu da yetmez! Dahası üzüntü, sevinç, aşk, nefret gibi duyguların her insan için aynı biçimde, aynı yoğunlukta ve şiddette yaşanması gerekir!

Geçen bölümde şöyle demiştik:

“İç içe geçmiş, sıkıştırılamaz sürelerde yaşanmış hisleri kesin çizgilerle birbirinden ayırıyoruz. Mekân’da cisimler aynı boşluğu işgal edemezler. Bu sebeple Zaman içinde akıp giden nefsanî hallerimizi de tren vagonları gibi peşpeşe takıyoruz. Aradaki bağlantıları ise sebep-sonuç zincirleri yapıyor. “Önce üzüldüm. Özür dilemesini bekledim. Gururum kırılmıştı. Bu sebeple öfkelendim. Bana bağırdı. Ben de DAHA ÇOK öfkelendim. Sonra vurdum bir tane…” Biz bütün aklımız, umut ve korkularımızla “BEN” olarak yaşıyoruz hayatı. Ama sonra geriye dönüp yaptıklarımızı açıklamaya çalıştığımızda kendimizin, hislerimizin tutarlı, “bilimsel olarak” açıklanabilir ve önGÖRülebilir olmasını istiyoruz.”

Duygularımızın etkileşimini, dış dünyanın hissiyatımızda yaptığı değişiklikleri illâ ki bir eşyaya benzetmek icab ederse suya düşen mürekkep damlalarını nazara alabiliriz diye düşünüyorum. Her damla yeni bir renkte, farklı ve öngörülemez şekiller oluşturuyor. Renkler ve şekiller Zaman’la birbirine karışıp yeni hislere ve eylemlere kapılar açıyor. Yine de nefsimizin hallerini anlamak için gösterdiğimiz çabalar genellikle boşa çıkıyor çünkü Tabiat bilimlerinin bize öğrettiği sebep-sonuç zinciri ve tümevarım gibi yöntemlerle bakıyoruz kendimize. Yazının girişindeki gri taşlarla örülü duvarı ve mavi kelebeği hatırlayın. İşte tuğlalar için bağlayıcı olan kural ve ilkelerle Kelebek’e bakıyoruz. Bu sebeple fena halde kayıyor ayağımız…

Açalım biraz.

Birinci etap: Önce tabiatta aynı anda görünen ya da peşpeşe gelen olayların arasında bir sebep-sonuç ilişkisi kuruyoruz. Bunda bir sakınca yok tabi ama bir süre sonra tümevarım yoluyla kurduğumuz bu ilişkiyi bir tür kudret gibi görmeye başlıyoruz. Russell’in tümevarımcı hindisi gibi gerçeklikten kopuyoruz giderek(*) Bizim icadımız olan ilişkilere “kanun” adı veriyoruz. Tabiat’ın bu kanunlara uyacağını vehmediyoruz!

İkinci etap: Bilim’e, analitik zekâya olan güvenimiz neticesinde Hakikat ile Bilimsel Kesinlik kavramlarını karıştırıyoruz. Ta Galieo’dan, Descartes’tan gelen bir yöntem hatası bu. Ama o kadar yaygın ki artık, tersini söyleyen “gerici / bilim düşmanı” ilân ediliyor anında.

Üçüncü etap: Yanılmazlık(!) Vasfı ile donatılan Bilim Zaman’dan ve Mekân’dan münezzeh, her şeyi GÖR-ebilen, her şeyi ön-GÖR-ebilen bir tür tanrı oluyor. Bütün parametrelerini kontrol altına aldığımız, ölçtüğümüz Şimdiki Zaman bu aşamada Gelecek’i ihtiva ediyor(!) August Compte gibiyiz, damarlarımızda kan yerine pozitivizm akıyor artık!

Dördüncü etap: Delilik bedava! Neden biraz daha ileri gitMEyelim ki? Bilimsellik adıyla kutsadığımız tartışılmaz(!) hata yapmaz(!) ve hesap vermez(!) Tanrı-Bilim EŞYA hakkındaki bulgularını İnsan’a uyarlıyor. İnsan’ın şeyleştirilmesi tamamlandı. O artık bir rakam, bir istatistik, öngörülebilir bir şey.

Bütün totaliter rejimlerde bu şeyleştirme sürecini görebilirsiniz. Komünizm, Faşizm, Liberal totalitarizm… Mavi kelebek öldü, kelebek şeklinde örülmüş bir duvar kaldı geriye. Uçmasına ne gerek var?Gece-gündüz Tanrı-Bilim’e hamd edin artık!

 Çıkış yolu yok mu?

Özgür irade kavramını sorguladığımız bu üç bölümlük dizinin ilkine başlarken Gazzelileri açlığa mahkûm eden İsrailli bir subayı cezalandırmanın meşru olup olmadığını sormuştuk. Yine totaliter bir rejimden bahsederek bir çare, bir çıkış yolu arayalım ve ardından sırlayalım bu bahsi:

The Lives of Others” isimli film Komünist Doğu Almanya’nın gizli polis teşkilatı Stasi’de görevli bir insanın kaybettiği insanlığını yeniden buluşunu konu alıyor. HGW XX/7 kod adıyla görev yapan Yüzbaşı Gerd Wiesler (Ulrich Mühe) devletin baskıcı politikalarını meşru göstermek için bütün totaliter rejimlerin yaptığı gibi “iç düşman” peşinde. Yaptığı işin yani insanları fişlemenin, evlerine gizli mikrofon yerleştirmenin doğruluğuna inanmış uzman ve işgüzar bir sosyalist.

Fakat bir takım beklenmedik olaylar ve Wiesler’in iç hesplaşmaları neticesinde bazı şeyler ters (yani düz) gitmeye başlıyor. Sosyalizme olan inancı, emirlere itaati, görevini mükemmel biçimde icra edişine baktığımızda üzeri buzlarla kaplı bir göl gibi. Wiesler adlı bir insan görmüyoruz, HGW XX/7 kod adlı bir robot iş başında. Takip ettiği insanları Sosyalizm uğruna feda eden, işkence tezgâhlarına hatta ölüme gönderen soğuk bir makina HGW XX/7. Bürokrasinin çarklarından bir çark.

Ama buzlarla kaplı bu gölü çatırdatarak yukarı fışkıran tazyikli bir kaynak suyu gibi, nereye akacağı önceden kestirilemeyen bir şey var HGW XX/7’nin içinde. Adı üstünde, “özgür” bir irade. Maddî çıkarlarını, kendi güvenliğini, kariyerini takip eden HGW XX/7 gitgide makineleşmiş, büyük bir kıyma makinesinin küçük bir dişli çarkı olmuş ama o da bir insan ve özgür iradesini kullanacak sonunda. Bir dişli çarktan bekleneni yapmayacak artık…

Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri işte bu uyanışın eyleme dönüşmesi. Bir gün çocuk parkında karşılaştığı küçük bir kız çocuğuyla aralarında şöyle bir konuşma geçiyor meselâ:

  • – Sen Stasi’den misin?
  • – Sen Stasi’nin ne olduğunu biliyor musun?
  • – Evet. Sizler kötü adamlarsınız. İnsanları yakalayıp hapse atıyorsunuz.
  • – Kim dedi sana bunu?
  • – Babam dedi.
  • – Senin babanın… ee şey topunun adı ne?
  • – Ne aptal şeysin sen. Topların adı olmaz ki!

İnsan ne kadar baskı altında kalırsa kalsın tabiatına boyun eğmek zorunda değildir. Tabiatı icabı fare yakalaması gereken bir kedi değildir insan. Her an frene basabilir ve “bir daha asla!” diyerek yeni bir hayatın kapısını aralayabilir. İnsan’ın o mavi kelebeği yeniden görebilmesi büyük ölçüde Zaman’ı idrak edebilmesine bağlı. Özellikle son iki bölümde üzerinde ısrarla durduğumuz Mekânlaştırılmış Zaman algısını hatırlayın. Gerçekte Zaman’ın tabiatı farklıdır, Zaman GÖR-ünmez, yaşanır. Bu sebeple Hayat’ın her An’ı yeni bir başlangıçtır.

Özetle, tıpkı Güzellik gibi İyilik, Adalet, Doğruluk birer tekliftir, netice değildir! Zaman denen zeminde(!) kanat açan “Ben” ön-sebeplere ihtiyaç duymayan bir ilk sebeptir. Tabi eğer idrak edebilirse…

 

 

(*)Tümevarım ile ilgili dipnot

Sebep sonuç ilişkileri yoluyla ürettiğimiz objektif bilgi benim görüşüme göre tek bilgi tipi değildir. Gezegenlerin hareketini, böceklerin üremesini açıklayan tabiat bilimleri de yine bence tek bilim türü değildir. Sebep-sonuç zincirlerine ve tümevarım yöntemine haddinden fazla güvendiğinizi düşünüyorum. Derin insan kitabından bir örnekle tümevarım yönteminin kırılganlığına dikkatinizi çekerim:

“…Mantıklı hindi çiftliğe varır varmaz her sabah saat 9′da yem verildiğini fark etti. Ama iyi bir tümevarımcı olduğu için hemen bir sonuca varmak istemedi. Bekledi ve her gün tekrar tekrar gözlemledi. Bu gözlemlerini değişik koşullarda tekrar etti: Çarşambaları, perşembeleri, sıcak ve soğuk günler, yağmurlu ve yağmursuz günler. Her gün yeni bir gözlem ekledi ve sonunda bir sonuç çıkardı: “Her sabah saat 9′da yemek veriliyor bana”. Fakat bir yılbaşı günü kural bozuldu: Mantıklı hindi saat 9′da yemini beklerken boynu kesildi….”

Matematikçi ve epistemolog Bertrand Russell‘ın bu basit örneği bize tümevarım yönteminin zayıflığını ne güzel açıklıyor. İçinde yaşadığımız dünyada olacak olan şeyleri bir sebep-sonuç şablonuna yerleştiriyoruz. Eskiden olmuş şeylere bakarak yakında olacak şeyleri kestirmeye çalışıyoruz.Bilimsel araştırmalar da böyle işliyor. Bir miktar deney ve gözlem yapılıyor, ardından bir “kural” üretiyor/keşfediyor bilim adamları. Bu kurallara, ilkelere dayanarak uçaklar, bilgisayarlar ve bombalar üretiyor mühendisler.
Oysa sebep-sonuç ilişkisi bir güç değil, adı üzerinde bir ilişki. Cisimlerde, varlıklarda bir şeye sebep olabilecek bir güç yok. Ama bizim insan olarak ihtiyacımız var bu ilişkiye. Psikolojik bir ihtiyaç bu. Bunun bir yanılgı olduğunu idrak etmek ise hiç kolay değil. Meselâ Newton “yerçekiminin ne olduğunu bilmiyorum, sadece çekim kuvvetinin miktarını hesaplamaya yarayan bir formül yazdım ben” dediğinde diğer fizikçiler tarafından şüphecilikle suçlanmış.
Sebep-sonuç ilişkisinin bir vehim olduğunu en güzel dile getiren düşünürlerden biri sanırım David Hume:

“…Gereklilik fikri algılarımızla teyid ettiğimiz bir şey değil. Demek ki içimizden gelen bir izlenim bu veya düşüncelerimizin sonucu.[…]Neticede gereklilik ya da sebep-sonuç ilişkisi (=illiyet) varlıklardan kaynaklanan bir olgu değil. Biz olayları gözlerken onları sebep ya da sonuç olarak birbirine bağlıyoruz. Gereklilik bizim düşünme alışkanlıklarımızın bir sonucu. “yan yana” gelen, aynı anda olan veya biri diğerinden önce meydana gelen olayları birbirine bağlamak için ürettiğimiz açıklamalar bunlar. Geçmişte olmuş olan şeylere bakarak gelecekte de böyle olacağı beklentisi içine giriyoruz. Akıl yürütme değil alışkanlıktır insanın rehberi. Eğer alışkanlık olmasaydı hiç bir şeyden emin olamazdık ve belleğimizde o an taze olanlar ve hemen o sırada algıladıklarımız dışında hiç bir şey bilemezdik. Gereklilik hissi olmasaydı insanlar ne hareket edebilirlerdi ne de düşünebilirlerdi….”(David Hume’un Human Understanding adlı eserinden serbest bir çeviri ile)

 

Trackback URL

  1. 7 Yorum

  2. Yazan:ç-z Tarih: Oca 24, 2011 | Reply

    Merhaba Mehmet bey,
    Yukarıdaki yazınızı henüz okumadım. Yazı için seçmiş olduğunuz resmi(Kelebek) görünce bu serideki bir önceki yazınızın ardından başlayıp da bitirmediğim Tırtıl mevzunu hatırladım. Ve tamamlayıp(!) sizlerle de paylaşmak istedim. Bu yazınızı az sonra bir bardak çay eşliğinde okumayı düşünüyorum. Giriş “Çay buz kesecek” der gibi! 🙁
    **********
    Tarih barkodlu bir hafızam olmadığı için olsa gerek Zaman ile ilgili yazmış olduğunuz yazıları anlamakta zorlandım. Olayları tarih barkodları yapıştırılmış ürünler gibi tasnif etmiyorum, edemiyorum. Bunu ilk fark ettiğimde değiştirmek için hiç çaba harcamamıştım. Tarihleri öncelikli olarak hatırlamaya gayret etmenin lüzumsuz bir özen/zorlama olacağını düşünmüştüm. Bu sebepten olsa gerek benim için Zaman, sadece insanlarla iletişim için ihtiyaç duyulduğunda kullanılan öğrenilmiş bir yabancı dil gibiydi. ”ben”le olan ilişkimizin anadili, hislerdi 🙂
    Eh,anadil hisler olunca, ehemmiyet arz eden olaylar tarih gibi oluyorlar; İsa’dan Önce, İsa’dan sonra gibi ya da falanca olay esnasında vs vs.. Bu yaklaşım aşağıdaki satırlarınıza karşılık geliyor gibi ama değil…

    Mekân’da cisimler aynı boşluğu işgal edemezler. Bu sebeple Zaman içinde akıp giden nefsanî hallerimizi de tren vagonları gibi peşpeşe takıyoruz. Aradaki bağlantıları ise sebep-sonuç zincirleri yapıyor. “Önce üzüldüm. Özür dilemesini bekledim. Gururum kırılmıştı. Bu sebeple öfkelendim. Bana bağırdı. Ben de DAHA ÇOK öfkelendim. Sonra vurdum bir tane…”
    http://www.derindusunce.org/2011/01/21/sans-kader-ozgur-irade-ve-zaman2/

    Olayları, saha içinde 1.dakikada başlayıp 90. dakikada biten, süreli ve skorlu bir müsabaka gibi farz etme kolaycılığına kaçılabilir. Ve bu, doğru olduğu kabul edilen, tercih edilen bir hakikat olarak görülse bile yaşanmışlığın izleri insanın his tellerini ilelebet titretmeye devam ederler.
    İnsan hayatında vuku bulan her bir olay bir çatal yol gibi; milat=doğum. Titreşen his-telli İnsan, o çatal yoldaki bir seçim için doğarken diğer seçim için ölüyor; bazı teller artık titreşmiyor. Bazılarındaki titreşimler artıyor ya da varlığından bihaber olunan başka başka his tellerinden sesler gelmeye başlıyor. İnsanın seçimlerindeki doğum ve ölüm aynen bir tırtılınkine benziyor. Tırtıl kozasını öreceği iriliğe ulaşıncaya kadar oburca besleniyor ve bu arada da 4-5 kez deri değiştiriyor. Sonra da ağzının içindeki sıvı ile ipek kozasını tırtıl bedeninin etrafına örüyor. Bir müddet orada kaldıktan sonra da o kozanın içinden güzel bir gündüz ya da gece kelebeği olarak yeniden doğuyor. Son nefesini vermeden önce bıraktığı kelebek yumurtalarından dünyaya gözlerini açan ise yine bir tırtıl oluyor 🙂

    Süre niteliksel değişimlerin birbiri içinde eridiği, birbiriyle karıştığı bir takipten başka bir şey değildir. Kenarları kesin hatlarla çizilmiş değildir. Cisimler gibi birbirlerini dışlayacak bir varlıkları yoktur bu hislerin, haliyle sayılamazlar, ölçülemezler. Bunun için Süre Mekân gibi tekdüze değil tersine heterojendir.
    http://www.derindusunce.org/2011/01/19/sans-kader-ozgur-irade-ve-zaman1/

    İnsan da dünyaya bir tırtıl acizliğinde geliyor fakat mahlukat olarak bu dünyaya açtığı gözlerini şerefli bir insan olarak kapatabilmesi mümkün. Bu istidat insanda mevcut. Çünkü insan da aynen bir tırtıl gibi kendi ipek kozasını etrafına örebilecek donanımla yaratılmış. Her bir çatal yol, insanın kelebek olmaya yatmayı ya da sadece deri değiştirerek yoluna tırtıl olarak devam etmeyi seçmesi için önüne konmuş birer fırsat. Mahluk kabuğu, kendini İnsan olarak doğurabilmesi için tahsis edilmiş, koza olmaya elverişli bir mekan sadece.
    Tırtıl olarak ölüp, kelebek olarak doğmak ve sonra kelebek yumurtalarından tırtıl olarak doğma süreci özgür irade ile açıklanamaz elbette. Tırtıl, kozasını öreceği ipek salgısını üretebilecek şekilde yaratılmış. Genetik kodlaması yapılmış. “Hadi benim kozaya girme vaktim geldi, gidiyorum kelebek olunca görüşürüz.” diyebilme özgürlüğüne de tırtıl olarak kalmayı tercih edebilmesi de mümkün değil.
    Hayvan olarak kendisine can verilen mahlukun, halife İnsan olarak son nefesini verebilmesi mümkün. Çünkü İnsan, insan olarak halk edilmekle kendi kozasını örebileceği ipek salgısına benzer donanımlarla yaratılmış zaten; Kader!
    29/ankebût 49: Hayır O (Kur’ân-ı Kerim), ilim verilenlerin sinelerinde beyan olunan âyetlerdir. Ve zalimler hariç, onlar âyetlerimizi bile bile inkâr etmezler.

    Bu ve buna benzer ayetler, insanın nasıl bir ayet olduğuna, okunacak ne çok suresi olduğuna klavuzluk ediyorlar; “Nefsini bilen Rabbini bilir.”

    İnsan bu donanımlarıyla kendisine kelebeğe dönüşebileceği ipekten bir koza örmek yerine örümcek ağı da örebilir elbette.

    29/Ankebût 41: Allah’tan başka dostlar edinenlerin durumu, (kendisine) ev edinen örümceğin hali gibidir. Ve muhakkak ki evlerin en dayanıksızı örümceğin yuvasıdır. Keşke onlar bilselerdi.

    Velhasılı kelam; seçeneklere bakınca seçim yapmak basitmiş gibi görünebilir ama seçmek o kadar da kolay olmayabilir. Fakat insan her seçiminde içinde bir şeylerin ölmekte ya da doğmakta olduğunu bilir. Sadece bu bilgiye kulak kesilebilmek için biraz gayret etmek gerek.
    Seçim; bu sese kulak mı vereceğiz yoksa bu sesi duymamak için her seferinde radyonun ses düğmesine dokunup, zamanla sağır mı olacağız?
    http://www.kuranmeali.org/kuran_meali.aspx?suresi=bakara&ayet=28

  3. Yazan:ç-z Tarih: Oca 25, 2011 | Reply

    Gerçekte Zaman’ın tabiatı farklıdır, Zaman GÖR-ünmez, yaşanır. Bu sebeple Hayat’ın her An’ı yeni bir başlangıçtır.(MY)

    Zaman konusunda sizi anlamış olduğumu anladım nihayet 🙂

    Duygularımızın etkileşimini, dış dünyanın hissiyatımızda yaptığı değişiklikleri illâ ki bir eşyaya benzetmek icab ederse suya düşen mürekkep damlalarını nazara alabiliriz diye düşünüyorum. Her damla yeni bir renkte, farklı ve öngörülemez şekiller oluşturuyor. Renkler ve şekiller Zaman’la birbirine karışıp yeni hislere ve eylemlere kapılar açıyor.(MY)

    Evet, mürekkep damlalarının birbiriyle karşı karşıya gelmeleri bir ilk çarpışma gibi görünse de değil aslında. Her renk ve tondan damla muhtevasında az ya da çok bulunmakta olan diğer renklerle bir araya geliyor sadece. İlk karışımı(muhtevasını) hatırlama(yüzleşme) hali belki insanı çarptığı için bu bir çarpışma gibi geliyor olabilir.
    İnsanın ana rengini oluşturan tüm diğer renkler bir başka ana renk(illa insan olması gerekmiyor) ile karıştığında dediğiniz ham maddelerden (umut, korku, öfke,…) birinin ya da bir kaçının dozu da artmış oluyor. Belki de bu yeni renk tonlarından bihaber olduğumuz için onları ilk kez karşılaştığımız yeni renkler olarak düşünüyoruz.

    Sokağı “kirleten” yaprakları süpürüp yakan bir insan ile o yapraklardan sadece birini seçip duvara asan insanın gözü de farklı. Bu iki farklı gözün Kâinat tasavvuru da farklı. (MY)

    Bazıları acı, bazıları mutluluk, bazıları öfke renginin gözalıcılığına kapılıp diğerlerini birbirine benzer yapraklar gibi süpürebilir. İnsan illa da bir maddenin bağımlısı olmaz. Gurbette olduğunu unutturan ya da aslında uzaklarda bir yerlerdeki yabancı olmadığını hatırlatan bazı duyguların da müptezeli olabilir.

    Istakanın ilk vuruş açısını ve hızını bildiğimiz takdirde hangi topların hangi deliklere gireceğini kesin olarak öngörebilir yani “determine” edebilir miyiz?(MY)

    Hayır ne hissedeceğimizi değil belki ama bağımlısı olunan duyguyu(!) yaşamak/hissetmek hevesiyle o duygunun müşahede edildiği vakaları, dolaylı ya da dolaysız taklit ederek tekrar etmeye çalışabiliriz; sinema, resim, edebiyat eserleri, başarı, cinayet,….; müptezellik, teslimiyet, adanmışlık, kurban olmak…Yanlış yerlere yönelerek doldurulmaya/telafi edilmeye çalışılan “kul” olma hali; aidiyet!
    Kolaycılığa kaçıp düşünmeyi (zaman zaman ya da sürekli olarak unutarak (çoğu zaman unutturulmasına müsaade ederek) ret etmek, kendimizi konforlu hissettiğimiz durumunun devam etmesi için yapmayı tercih ettiğimiz bir takas sadece. Şirazenin ayarı kaçtığı için anormal olduğu düşünülen duyguların rekonstrüktif cerrahi ile yeniden şekillendirilirken acı çekmemek için alınan anestezi gibi.
    Merdivenden düşmenin verdiği fiziksel acı cetvelde kaça denk gelirse gelsin teskin olabilmek için ilaç verilmesine razı oluyoruz. İnsanlık merdiveninin basamaklarından her düşüldüğünde hissedilebilecek o acıdan kaçabilmek için anesteziye razı olmak çok da anlaşılmaz değil aslında.

    ‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ hadisini İbn Arabi (ra) şöyle yorumlar: ‘Her insanda bir İlahi İsim daha fazla mütecellidir. İnsan, ancak bu İsmin tecellisi kadarınca nefsini bilecektir.’ Yani bu İlahi İsmin tezahürü oranında Rabbini bilecektir.

    Tezahür Oranında Bilebilmek!;yaşamak?

    İnsan kendini hammaddeleriyle yüzleştikçe bilebilecektir. “umutlar, korkular, öfkeler, sevinçler, beklentiler” diye sıraladığımız duygular hayatın her döneminde birbirinin aynısı olmayacaktır belki ama insan nefsini bildikçe “bilebileceği AYNI” olacaktır. İnsan sayısı kadar çeşitli yollardan ulaşılan/bilinebilen güzel isimlerin bilgisi özü itibariyle aynı/TEK.
    üzerinde düşünülmesi gereken Özel detaylar !?

    Mehmet bey,
    Geçmiş olsun, böyle zor bir konuyu anlatabilmenin vesilelerinden biri olan kazadan sonra size fiziksel rahatsızlık veren bir emare kalmamıştır inşaAllah. Her zamanki gibi çok istifade ettiğim bu güzel Zaman serisi yazılarınızdan dolayı emeğinize sağlık, mürekkebinize bolluk.

  4. Yazan:MY Tarih: Oca 26, 2011 | Reply

    Sevgili Insan ç-z,

    Birinci yorumunuzdaki örümcek evi ile kelebek metaforu hadisenin Tabiat’ina ne güzel uymus,

    Bir yazismamizda Kâinat’in gramerinden bahsetmistik ve bazi “harflerin” mutlak olarak belirlendigini söylemistik. Fakat baska bazi harflerin (RAHÎM olan ALLAH’in sonsuz meRHaMeT’in bir tecellisi olsa gerek) bizim tasarrufumuza verilmis olabileceginden de bahis açilmisti, hatirlayacaksiniz.

    Bu “objektif” harfler ile sübjektif harfler çok mühim bir mesele aslinda. ZAMAN NEDIR? serisinde ÖLÜM gibi eski bölümlerde Sanat’ta taklid kavramindan yola çikarak sorguladik bu ikisinin birbirine temas ettigi “satihlari”.

    Sizin yine ilk yorumunuzda Zaman hissiniz hakkindaki yazdiklarinizi okurken memnun oldum. Zira hem “yazma isimi” iyi yaptigima kanaat getirdim hem de sizin beni anladiginiza 🙂

    Anlasilmak güzel sey. (ne demisler? “yazarlar 5 para etmez okurlar olmasa”)
    Özellikle su satirlariniz içime su serpti:

    ” benim için Zaman, sadece insanlarla iletişim için ihtiyaç duyulduğunda kullanılan öğrenilmiş bir yabancı dil gibiydi. ”ben”le olan ilişkimizin anadili, hislerdi”

    insan tabiatinin ilâhî bir cilvesi sanirim bu, ASLA anlatilamayacak kadar ÖZEL bir ÖZNELLiK ile derinlerden su yüzüne çikan, ötekilere aktarilan, anlatilan, dil hapishanesine giren bir mânâ. Rodin’in taslara nüfuz eden Sanat’i gibi. Bu LeTaFeT’i gördükçe insanin daha çok HaMD edesi geliyor, O LÂTİF, O HAMÎD diyerek…

  5. Yazan:MY Tarih: Oca 27, 2011 | Reply

    Sevgili ç-z, simdi ikinci yorumunuza geçiyorum,

    sagolun, düsmenin etkisi geçti, kalici bir sakatlik vermedi. Müsibetler sanirim “normal” nimetlere kiyasla daha büyük nimet. Fakat ilk geldigi anda bir müsibeti hamd ederek karsilamak olgunluk istiyor. Bu da bir körlük. “ne yapacam? ne olacam? kaça patlar bu bana vs vs” diyoruz. Müsibetlere de et-Göz ile baktigimiz için onlara hamd etmeyi unutuyoruz. Gecikerek de olsa bu yazi vesilesiyle bu kazaya hamd ediyorum.

    ikinci yorumda çok güzel bir sey yazmissiniz:

    “Hayır ne hissedeceğimizi değil belki ama bağımlısı olunan duyguyu(!) yaşamak/hissetmek hevesiyle o duygunun müşahede edildiği vakaları, dolaylı ya da dolaysız taklit ederek tekrar etmeye çalışabiliriz; sinema, resim, edebiyat eserleri, başarı, cinayet,….; müptezellik, teslimiyet, adanmışlık, kurban olmak…Yanlış yerlere yönelerek doldurulmaya/telafi edilmeye çalışılan “kul” olma hali; aidiyet!
    Kolaycılığa kaçıp düşünmeyi (zaman zaman ya da sürekli olarak unutarak (çoğu zaman unutturulmasına müsaade ederek) ret etmek, kendimizi konforlu hissettiğimiz durumunun devam etmesi için yapmayı tercih ettiğimiz bir takas sadece. Şirazenin ayarı kaçtığı için anormal olduğu düşünülen duyguların rekonstrüktif cerrahi ile yeniden şekillendirilirken acı çekmemek için alınan anestezi gibi.”

    aslinda bu konuyu da bu yazinin devamina koymak istiyordum. ÖZGÜRLÜKTEN KAçMA ÖZGÜRLÜGÜ gibi bir isim verecektim, ya da kendimizi içeriden kilitledigimiz bir kafes diyecektim.

    siz demek ki aklen hissettiniz bu baglantiyi. Hani insanlar derler ya “ben böyleyim, degisemem, biz Türkler bu tür harekete tahammül edemeyiz…” her türlü aidiyet, önyargi vs vs bu kategoriye giriyor.

    Yaziyi uzatmak ve karmasiklastirmaktan korkmustum ama demek ki önsezilerime daha fazla güvenmeliyim 🙂

    aslinda sizin yazdiklariniz tam anlamiyla, neredeyse kelimesi kelimesine yazmak istediklerimdi. isin komikligine(!) bakin!

    Eric Fromm’daki Özgürlükten Kaçis kavrami, aidiyet tipi önyargilarin ahlâkî sorumluluklari anestezi etmesi, içimizi doldurma çabamiz vs. kullandiginiz metaforlar ve bütün kavramlar tam anlamiyla yazinin devami gibi. Bundan sonra yoruldugum yerde yazilari size yollarim, tamamlarsiniz, birlikte imzalariz 🙂 walla çok hosuma gitti bu is.

    son bir noktaya daha deginelim, yine ikinci yorumda söyle diyorsunuz:

    “İnsan kendini hammaddeleriyle yüzleştikçe bilebilecektir. “umutlar, korkular, öfkeler, sevinçler, beklentiler” diye sıraladığımız duygular hayatın her döneminde birbirinin aynısı olmayacaktır belki ama insan nefsini bildikçe “bilebileceği AYNI” olacaktır. İnsan sayısı kadar çeşitli yollardan ulaşılan/bilinebilen güzel isimlerin bilgisi özü itibariyle aynı/TEK.
    üzerinde düşünülmesi gereken Özel detaylar !?”

    YENI BASLAYANLAR ICIN MESNEVI diye bir yazim vardi hatirlayacaksiniz Orada Bilmek, Olmak ve Sevmek kavramlarinin birlesmesinden bahsetmistim, bilmiyorum katilir misiniz? :

    “Bizim dünyamızda omlet yapma bilgisi bilinir, Güzel bir kadına(erkeğe) karşı aşk hissedilir ve ALLAH’a inanılır. İyi insan olunur, kötü insan olunur. Bilmek, Aşık olmak, İman etmek ve Olmak 4 ayrı fiildir. Oysa anladığım kadarıyla İslâm’da Bilgi, Aşk ve İman mertebelerinde ilerledikçe aynı körfeze açılan 3 ırmağın birbirine yaklaşmasına benzer bir durum çıkıyor ortaya. Siz inandıkça bildiklerinizi hissetmeye, hissettiklerinizi bilmeye, iman ettiklerinizi anlamaya başlıyorsunuz. Bilgi, Aşk ve İman karışarak AYNI-TEK(?) bir şeye dönüşüyor: OLMAK. Samimi bir gayret ile ALLAH’ın emrettiği gibi OLmaya çalıştıkça bazı bilgiler size doğru geliyor. Yani hiç bir kitap okumadan bazı şeyleri bilmeye başlıyorsunuz.”( Bu tezin üç ilham kaynağı Mesnevî, Gazalî Hazretleri’nin Mişkat-ül Envar’ı, İbn Arabi Hazretleri’nin Füsus’u oldu. Bu yaklaşım MUTLAKA anlaşılması gereken TEK bir YOL olarak görülMEmeli. Her insan bu eserleri okuyup kendi sonuçlarını, tezlerini üretmeli ve gerektiği gibi yaşamalı.)

  6. Yazan:Ali Tarih: May 26, 2013 | Reply

    Ama bir de bilimin geldiği son nokta var.Tam olarak anlaşılması için kaç nesil geçer o bilinmez.Hayırlısı.Buyrun :

    “Bilimsel dünyada yetişen herkes, maddesel bir evrende yaşadığımız kavramına, hareketsiz, durağan bir evren, ölü maddeden oluşan bir evren kavramına alışığız ve bu yüzden de içgüdüsel olarak da gerçekten de ölü bir evrende yaşamadığımızı kavramak zor.Evren temelinde çok yoğun bir şekilde bilinçli.300 yıl boyunca
    klasik fizik diye adlandırdığımız çalışmalarımızda gördüğümüz şey;bilardo topu mekaniği diye adlandırılır,
    makroskopik fizik, klasik fizik,bilardo toplarının, bilyaların fiziği ve gezegen fiziğidir..ama kuantum
    mekaniği, moleküler seviyede, atomik, nükleer, nükler altında, kuantum mekaniğinde
    “parçacık fikri”, “dalga fonksiyonu” fikriyle yer değiştirmiştir.

    Peki dalga fonksiyonu nedir?Teknik olarak lineer uzayda bir vektördür.Lineer uzayda vektör nedir? Neden yapılmıştır? İçeriği nedir?… Lineer uzayda bir dalga fonksiyonu, düşüncelerle aynı şeyden meydana gelmiştir. Biz gerçekten de bir düşünce evreninde yaşıyoruz, kavramsal bir evrende yaşıyoruz.Kuantum mekaniği sadece olasılığın (potansiyelitenin) açığa çıkışını gösterir. Dolayısıyla, burada anlatmak istediğim nokta; doğa kanunun yapısında ne kadar derine giderseniz,daha az materyal, daha az durağan, daha az ölü bir evrenle karşılaşırken, evren giderek daha canlı, daha bilinçli bir hale gelir.Daha sonra evrenin temeline inmeniz gerekir ki bu “birleşik alan”, “süperstring alanı” dediğimiz noktadır.Bu alan tamamen saf haldir ve mutlak, saf akıldır. Akıldır. Çünkü, o tüm doğa yasaların, tüm temel güçlerin, tüm temel parçacıkların, evrenin her seviyesindeki yaşamı yöneten tüm kanunların kaynağıdır. Bunların hepsi birleşik alanda birleşik bir kaynağa sahiptir.İşte bu, birleşik alanı doğadaki en konsantre olmuş,yoğun akıl alanı yapar. Bu maddesel olmayan, dinamik, özfarkındalıklı akıldır
    ve bunlar da birleşik alanın özellikleridir.

    Kuantum dünyası, kuantum mekaniği gerçekten de bilginin sergilenmesi, ortaya konuşudur, potansiyelitenin ortaya konuşudur. Bilgi dalgaları, potansiyel elektron dalgaları.. ve “potansiyel” kelimesi önemlidir. Bu elektronların dünyası değil, “potansiyel elektronların” dünyası! Ancak şu soruyu sormanız gerekiyor: “Gerçekten de neyin dalgaları?”, “dalgalanan alan ne?” Bu okyanus mu?” Hayır. Bu evrensel okyanus, saf potansiyelitenin okyanusu, soyut potansiyel oluşum okyanusu ve biz buna “birleşik alan” veya “süperstring alanı” diyoruz ve biz bundan meydana geliyoruz. Söylediğiniz gibi, fizik sıkı sıkıya, fiziksel gerçekliği kavramaya çalışmıştır; ne neden oluşmuş? yaşamın yapı taşlarının özü ne? ve buna dayalı sorular.. yaşam, evren ellerinizden kayar ve siz artan bir şekilde soyuta geçiş yaparsınız ve saf, mutlak
    soyut alemine ulaşırsınız, saf, mutlak soyutluluk ve bu birleşik alandır; saf soyut potansiyel, saf soyut
    oluşum, saf mutlak soyut özfarkındalıklı bilinç, titreşimler halinde açığa çıkar ve parçacıklarla,
    insanlarla, bu geniş evrende gördüğümüz herşeyle kendini açığa çıkarır.”

  7. Yazan:Ahmet Tarih: Şub 8, 2017 | Reply

    Zamanla ilgili ne de güzel şeyler kaleme almışsınız kitaplarınızı indirip sen insansın ile başlayıp çoğunluğunu bitirdiğim şu günlerde Gazâli’yi daha iyi anlıyorum. Felsefe derslerinde insan bir türlü anlayamıyordum neden diğer filozoflar Gazâliye karşı çıkıyor. Bazı 19.yüzyıl islam filozof ve bilim adamları Gazâli’nin bilimi yavaşlattığını söylüyordu. Halbuki bilimle ilgili yazılarınızı okudukça aslında bilim adamlarının yanlış düşündüklerini idrak edebiliyorum. Şu cümleleriniz

    “Özellikle son iki bölümde üzerinde ısrarla durduğumuz Mekânlaştırılmış Zaman algısını hatırlayın. Gerçekte Zaman’ın tabiatı farklıdır, Zaman GÖR-ünmez, yaşanır. Bu sebeple Hayat’ın her An’ı yeni bir başlangıçtır.

    Özetle, tıpkı Güzellik gibi İyilik, Adalet, Doğruluk birer tekliftir, netice değildir! Zaman denen zeminde(!) kanat açan “Ben” ön-sebeplere ihtiyaç duymayan bir ilk sebeptir. Tabi eğer idrak edebilirse…”

    Rivayet edilen bir hadisi şerifi aklıma getirdi. Peygamber efendimiz sav “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmişcesine ahirete çalışın” sözü de aslında zamanın her anının yaşanması gerekliliğini bilimin herşeyi ölçüp biçme teleşının amaç değil araç olduğunu gösteriyor.

    Birbirinden kıymetli yazılarınız, makaleleriniz ve kitaplarınız için teşekkürler..

  8. Yazan:my Tarih: Şub 10, 2017 | Reply

    eyvllh. biz de ilginize tesekkür ederiz 🙂

  1. 13 Trackback(s)

  2. May 21, 2014: Yaşamak Ben’in hikâyesini yazmaktır
  3. Şub 14, 2015: Teslimiyet / تسليم
  4. May 8, 2015: İman / Faith / Foi / Bilgi / Knowledge / الإيمان
  5. Haz 18, 2015: Sebep-Sonuç / Nedensellik / İlliyet / Causality / العلاقة السببية
  6. Ağu 21, 2015: Zamanda Yolculuk / Time Travelling / السفر عبر الزمن | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  7. Kas 12, 2015: Halk bilim adamlarını anlayabilir mi? | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  8. Kas 19, 2015: Üniversite ahlâkı aforizmaları | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  9. Tem 4, 2016: Mucizelere şaşırmak gerekir mi? | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  10. Ağu 19, 2016: Bâkî / Eternal / Timeless / διαχρονικό / باقي | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  11. Ara 22, 2016: Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry Eagleton | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  12. Mar 10, 2017: İyi Psikolog / Noam Shpancer | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  13. May 6, 2017: Bilimsellik aklın emaresidir; bilimcilik ise akılsızlığın! | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  14. Tem 21, 2017: İskambil Kağıtlarının Esrarı / Jostein Gaarder

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin