Zamana Adanmış Sözler (Sezai Karakoç)
By Kubra Nur Ayar on Şub 1, 2011 in Kitap Sohbeti, Sanat, Sezai Karakoç, şiir
Gerçeküstü tiyatronun kurucusu olarak bilinen Tevfik el-hakim tiyatroya dair bir yazısında şöyle der:
“Tiyatro yazarı, teferruata dalmaktan, tavsiften, lafı uzatmaktan daralır. Hedefi, bir kelimeyle veya bir cevapta karakterin resmedilmesiyle ya da bir ibarede anlamı kuşatmasıyla vurmayı ister. Şair de böyledir. O da, varlığı kendisi sayesinde bir mısrayla aydınlatabildiği aynı tabiata sahiptir.”
Antik Yunan çağında tiyatro yazarının “şair” kelimesini karşıladığını da yine Tevfik el-hakim söylüyor yazılarında. Sanki anlatacağını anlatmış sonra bir kısım yerlerini silerek onu okuyanın/izleyenin bulmasını istemiş gibidir tiyatro yazarları ile şairler.
Okumakta olduğum Sezai Karakoç’a ait şiir kitabında tiyatroyu andıran satırlara rastlamak zor olmadı. Bir şiirinde örneğin ev kavramından bahsedecek üstad, kültür mirasından, gelenekten görenekten, örfi adetlerden dem vuracak. Bunun yanında atadan kalma evleri, bağları bahçeleri de anacak. İfade etmek için uzun uzun anlatıp demiyor ki bunlar maddi, diğerleri de manevi mirastır; lafı uzatmıyor. Tek satırla şöyle: “ev miras değil, mirasın hayaleti”
Manevi olana, görünmeyene değil; görünen mirasa hayalet denilmiş burada. Somut ile soyutun zıt kullanımı dışında anlam yoğunluğu bakımından tiyatroyu da hatırlatıyor bu satır.
Tiyatronun bir özelliği daha, bize bizi anlatması, sahnede kendi hallerimizi bize sunmasıdır. Bir sahne gelir, bir diyalog geçer ki kendimizi buluruz oynanan oyunda. Yaşadığımız hayatın da bir “oyun ve oyalanmandan ibaret” olduğunu hatırlatması açısından tiyatro ayrıca güzeldir. “Zamana Adanmış Sözler” kitabını okurken öyle oldu ki işte bu satırdaki benim, deyiverdim gayriihtiyarî. Tiyatro izlerken bu sahneyi ben de yaşamıştım, der gibi şair ayna tutmuştu bu sefer okuyucusuna.
“Çocukluğumuz” şiirinde çocukluğumuzu anlatıyor şair ama oyuncakla oynayan, annesinin dizi dibinde ağlayan o küçük çocuğu anlatmıyor. Öyle ifadeler var ki, “onlar çocukken de büyüktüler” dedirtiyor ve okuyan kişi ‘onlar’a dâhil ediyor kendini sevinç ile. Tiyatroda güzel bir sahne izlerken aldığımız zevk gibi, bu satırları okurken de tevazu duyuyor insan; ne güzel anlatmış şair diyor, iyi ki hatırlatmış.
Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü
Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman
Ali olmaktan bir sedef her çocukta
Babam lambanın ışığında okurdu
Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık
Fetihlerde bayram yapardık
İslam bir sevinçti kaplardı içimizi
Annesi ya da bir büyüğü namaz kılarken yanına gidip “ne yapıyorsun” diye sormuştur birçok çocuk. Hz. Ali’nin Peygamber Efendimiz’i namaz kılarken görünce yanına gidip ” bu amel nedir” diye soruşu gibi. Her çocuğun namaz sorgusunda Hz. Ali’nin ilk namaz sorusu gizlidir. Her çocuk, bir sorusuyla, bir yönüyle biraz da Hz. Ali’dir: “Ali olmaktan bir sedef her çocukta”
Şimdi ise büyüdük. Büyük işler başardık belki büyük günahlar işledik. Halimiz çok az zaman sahabeyi hatırlattı belki, çoğu zaman zalimlere benzedik, ehli kitaptan olmayanı dost edindik. Ne yapıyoruz, neden yaşıyoruz gibi bir derdimiz de olmadı, kimseye gidip “bu yaptığın amel nedir” bile diyemedi kimimiz. Ama çocukken böyle değildi. Zamandan yakınacaksak, günler nasıl da geçiyor diyeceksek illa, bu hal bozuldu üzerimizde diye üzülmekteyim şair ile beraber: “islam bir sevinçti kaplardı içimizi”
Kitapta bulunan “ses” şiirinde ise ilk vahyin gelişi anlatılmış. Şehir halkından uzakta, mağarada iken gelen tek ses Cebrail’in taşıdığı kelimeler iken, mekan ise “dışarıda çizgiler var derin fırtınalı, içerde bir yeni dünya mermerden” imiş. Şehirden böyle uzaktayken dağların taşıyamayacağı o yük dağda yalnız başına ümmi olan bir zata yüklenmiş.
Bir şimşek gibi aydınlık
Melek kelimelere basa basa
“oku, Rabbinin adıyla oku” dedi
…
Okumadan okuyacak
Öğrenmeden okuyacak
Yazmadan okuyacaksın
Melek işte böyle oku dedi
Hz. Peygamber ayeti öyle bir manada okumuştu ki; o andan sonra her anı, her şeyi “Rabbinin adıyla” okuma cehdiyle yoğrulmuştu. İlk vahiy geldiğinde önce mağaradan dağa çıktı, sonra dağdan inerek evine gitti. İzin gelene kadar da vahyi şehir halkına anlatmadı. Buradaki aşamalı iniş yine başka bir tebliğ sırrını fısıldıyor bize. Yalnız iken gelen vahyi önce eşine, ailesine, yakınlarına, sonra şehir halkına anlatması; Hira mağarasından çıkıp, önce Nur dağına sonra Mekke içlerinde evine gidişi gibiydi.
Bu öyle bir ‘oku’mak idi ki ancak birkaç aşamada okunabilirdi. Önce Kuran’ı yüzünden okuyan insan sonra kainatta Kuran’ı okumaya başlayacak, ardından yaşayan bir Kuran olacaktı. Böyle aşamalı bir okuyuş, öğretilen o okuyuştu: “melek işte böyle oku dedi”
Sezai Karakoç’un en çok bilinen şiirlerinden biri de “sürgün ülkeden başkentler başkentine”dir. Bu başlıkla yazılan şiir üç bölümden oluşuyor ama genelde okunan yeri üçüncü kısmı. Ardından gelen ana başlık ise “esir kent’ten özülke’ye” İki başlıkta da hakim olan esaretten hürriyete kavuşma duygusu kitap boyunca belli ediyor kendini.
Üstadın daha önce incelediğim kitaplarında gördüğüm zenginlik bu kitapta bir kez daha hayranlık uyandırdı şahsına ve davasına karşı. Bir şiirinde yine:
Bana ne Paris’ten
Newyork’dan Londra’dan
Moskova’dan Pekin’den
Senin yanında bütün türedi uygarlıklar umurumda mı
Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu
Geceme gündüzüme
Karakoç’un o dönemlerde bir yandan kurduğu Diriliş Partisi aracılığıyla konferanslar düzenlediğini, ülke ve dünya gündemini çok iyi bildiğini ve fikirleriyle çok kişiyi etkilediğini biliyoruz. Çağdaş batı düşüncesini derleyen kitapları varken elimizde, şair diyor ki “bunlar umurumda mı?”
Böyle bir çelişki var ortada, biz şairi anlamıyoruz diyemiyorum; aksine şair bizi ne güzel anlamış demek geliyor içimden. İyi ki anlamış ve bize anlatmış, bir tiyatro gibi.
“Zamana Adanmış Sözler” kitabında zamana adanan sözlerden sık geçeni, en güzel anlatılanlardan biri de “dünya sürgünü” ifadesi. Saatler, mevsimler, yıllar; geçmiş, gelecek değil yaşadığımız, yalnızca bir dünya sürgünü. Öncesi, sonrası olan “bir ceza ertesi” konumunda durunca dünya, dünyalık dileğimiz de manidar oluyor: “uzatma dünya sürgünümü benim”
Karakoç’un bahsettiğim kitabı, sayfa sayısı bakımından ince, içerik olarak da narin bir kitap. Esir kent’imizde yaşarken özülke’nin havası hissediliyor sayfalarda. Kitaptan başını kaldırıp sürgün ülkesine bakınca bir daha insan, şiirden kalma bir tatla deyiveriyor:
“uzatma dünya sürgünümü benim”
1 Yorum
Yazan:Mehmet Tarih: Eki 19, 2011 | Reply
Farklı gözlerle görebilmek Sezai Karakoç’u idrakimde ki zenginlik tanımının gelişmesine yardımcı oluyor. Teşekkürler…