Liberal totalitarizm kendine iç düşman mı üretiyor?
By Katrin Baskiotis on Şub 11, 2011 in Kapitalizm, Korku, Liberal Totalitarizm, Liberalizm, Özgürlükler
“…1990’da Komünist rejimlerin parçalanmasından sonra, yönetimi siyasetle ilişiği bulunmayan uzmanlara bırakmanın ve çıkarları eşgüdümlemenin, devlet gücünü kullanmanın başlıca formu olduğu yeni bir döneme girdik. Bu nevi siyasete tutku kazandırmanın tek yolu, insanları seferber etmenin tek yolu korkudur: Göçmen korkusu, suç korkusu, tanrısız bir cinsel azgınlık korkusu, (getirdiği ağır vergiler ve kontrol yüküyle) aşırı devlet korkusu, çevre felaketi korkusu, tâciz korkusu (siyaseten doğruculuk, korku siyasetinin liberal formuna örnektir)….”
Liberal çokkültürcülük, eski bir barbarizmi insan yüzüyle maskeliyor (Slovaj Zizek)
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
Romanların yani nâm-ı diğer Çingenelerin Fransa’dan sürülmesi liberal medyadan üst düzey politikacılara kadar – ki sırf sol siyasetçilerden ibaret de değillerdi – Avrupa’nın her kesiminden tepki topladı. Ama gelin görün ki ülkeden ihraçları yine de sürdü. Avrupa siyasetinin, buzdağının ancak görünen kısmıdır bunlar.
Bir banka yöneticisi olan ve Sosyal Demokratlara yakın olarak bilinen Thilo Sarrazin’in bir kitabı geçen ay Almanya’da arbedeye yol açmıştı. Kitabın tezine göre çok sayıda göçmene kendi kültürel kimliğini muhafaza etme izni verildiğinden dolayı Alman ulusu tehdit altında. “Almanya Kendini Yok Ediyor” başlıklı kitap kuvvetli bir şekilde kınansa da muazzam etkisine bakınca tam da bam teline dokunmuş.
Bu nevi olaylar, Batı ve Doğu Avrupa’da siyaset alanının uzun vadede yeniden tanzim edildiği gerçeğiyle birlikte ele alınmalıdır. Avrupa ülkelerine, yakın zamanlara kadar, seçmenlerin çoğunluğuna hitap eden iki ana parti hâkimdi: Merkez sağ (Hıristiyan Demokrat, liberal-muhafazakâr) ve merkez sol parti (sosyalist, sosyal demokrat); bir de daha dar seçmen gruplarına hitap eden (çevreciler ve komünistler gibi) küçük partiler vardı.
Batı ve Doğu Avrupa’da yapılan son seçimlerin sonuçları farklı bir kutuplaşmanın tedrici bir yükseliş içerisinde olduğunun işaretini veriyor. Şimdi artık küresel kapitalizmi temsil eden (ve mesela kürtaja hoşgörü, eşcinsel hakları, dini ve etnik azınlıklar gibi) liberal kültürel gündemi olan bir hâkim merkez parti var. Bu partinin muhalifi olarak, açıkça ırkçılık yapan neo-faşist grupların kendilerine uçlarda yer buldukları, gitgide taraftar toplayan göçmen karşıtı popülist bir parti bulunuyor. Bunun en iyi örneği, eski komünistlerin gözden kaybolmalarından sonra, başbakan Donald Tusk’un “ideoloji karşıtı” merkezci liberal partisi ile Kaczynski kardeşlerin muhafazakâr Hıristiyan “Hukuk ve Adalet Partisi’nin” ana partiler olduğu Polonya’dır. Benzer temâyüller Hollanda, Norveç, İsveç ve Macaristan’da da görülebilir. Peki, bu noktaya nasıl vardık?
Refah devletinin ümit etmekte ısrarlı olduğu onlarca yıldan sonra, mâli kesintilerin geçici diyerek pazarlandığı, her şeyin kısa sürede normale döneceği vaadiyle mâli kesintilerin sürekli kılındığı zamanlardan sonra yeni bir devre giriyoruz; krizin veya başka bir ifadeyle, sosyal yardımların kesilmesi, sağlık ve eğitim hizmetlerinin azalması ve geçici istihdamın yaygınlaşması gibi kemer sıkma tedbirlerinin bir zaruret olarak eşlik ettiği bir tür iktisâdi olağanüstü hâlin kalıcı olduğu yeni bir devir. Kriz bir hayat tarzı oluyor.
1990’da Komünist rejimlerin parçalanmasından sonra, yönetimi siyasetle ilişiği bulunmayan uzmanlara bırakmanın ve çıkarları eşgüdümlemenin, devlet gücünü kullanmanın başlıca formu olduğu yeni bir döneme girdik. Bu nevi siyasete tutku kazandırmanın tek yolu, insanları seferber etmenin tek yolu korkudur: Göçmen korkusu, suç korkusu, tanrısız bir cinsel azgınlık korkusu, (getirdiği ağır vergiler ve kontrol yüküyle) aşırı devlet korkusu, çevre felaketi korkusu, tâciz korkusu (siyaseten doğruculuk, korku siyasetinin liberal formuna örnektir).
Politikanın böylesi, her daim paranoyak bir kalabalığın manipülasyonuna bel bağlar – korkuya kapılmış erkeklerin ve kadınların korkutucu şekilde bir araya toplanmasına. İşte bu yüzden, yeni bin yılın ilk on yılında yaşanan en büyük olay, göçmen karşıtı siyasetin merkeze girmesi ve sonunda aşırı sağ ile arasındaki göbek bağının kesilmesiydi. Fransa’dan Almanya’ya, Avusturya’dan Hollanda’ya kadar ana partiler, kültürel ve tarihi kimliğinden gurur duyan yeni bir ruhla, ev sahibi toplumu tanımlayan kültürel değerlere uyum sağlamak zorunda olan göçmenlerin misafir olduğunu vurgulamayı kabul edilebilir bulmaya başladılar. Mesaj şuydu: “Bu bizim ülkemiz. Ya sev ya terk et.”
İlerlemeci liberaller böylesi popülist ırkçılık karşısında elbette ki dehşete düşüyorlar. Ancak daha yakından bakılınca, çokkültürcü hoşgörülerinin ve farklılıklara duydukları saygının, ötekileri uygun bir mesafede tutma ihtiyacı paydasında göç karşıtlarıyla buluştukları görülür. “Ötekilere okey, onlara saygı duyarım” der libareller “ama benim alanıma pek fazla sokulmamalılar. Bunu yaptıkları an beni tâciz ederler. Pozitif ayrımcılığa tam destek veririm fakat yüksek sesle rap müziği dinlemeye hazır değilim” diye ilave ederler. Bugünün kapitalist toplumlarında yükselen merkezi insan hakkı, tâciz edilmeme hakkıdır yani ötekilerle arasında güvenli bir mesafenin olması hakkı. Ölümcül saldırı planları olan bir terörist Guantanamo’ya, hukukun hâkimiyetinden muaf olan yere aittir; köktenci bir ideolojist susturulmalıdır zira nefreti yaymaktadır. Bu tür insanlar benim huzurumu bozan zehirli öznelerdir.
Bugünün pazarında, zararlı ârazlarından mahrum pek çok ürün buluyoruz: Kafeinsiz kahve, yağsız krem, alkolsüz bira. Liste uzar gider: Sekssiz seks olarak sanal sekse ne dersin? Ya peki harpsiz harp olarak, Colin Powell’ın kayıp verilmeyen (pek tabi ki bizim kayıp vermediğimiz) harp doktrinine? Siyasetsiz siyaset olarak, uzman eliyle yönetim sanatı demek olan çağdaş siyaset tanımına? Bu bizi bugünün hoşgörülü liberal çokkültürcülüğünün Ötekilikten mahrum Öteki – kafeini alınmış Öteki – deneyimine götürür.
Böylesi bir nötralizasyon mekanizmasını hem de en iyi şekilde 1938’de Robert Brasillach formülleştirdi. Bu Fransız faşist entelektüel kendisini “ılımlı” antisemit olarak görüyordu ve mâkul antisemitizmin formülünü icât etmişti. “Kendimize yarı Yahudi Charlie Chaplin’i alkışlama izni tanıyoruz; yarı Yahudi Proust’a hayran olma, tam bir Yahudi olan Yehudi Menuhin’ni alkışlama izni tanıyoruz;…hiç kimseyi öldürmek istemiyoruz, her hangi bir şiddet olayı istemiyoruz. Fakat düşünüyoruz da içgüdüsel antisemitizmin tahmin edilemez hareketlerini engellemenin en iyi yolu, mâkul bir antisemitizm’den geçer.
Hükümetlerimizin göçmen tehdidiyle baş etmeye çalıştığı o aynı tutum değil mi bu? Doğrudan popülist ırkçılığı demokratik standartlarımıza göre ” gayr-ı mâkul” ve kabul edilemez diyerek bihakkın reddettikten sonra “mâkul” ırkçı koru/n/macı tedbirleri onaylıyor yahut bugünün Brasillach’ları gibi – içlerinden bazıları Sosyal Demokrat’tır – bize şöyle söylüyorlar: “Afrika kökenli, doğu kökenli Avrupalı sporcuları, Asyalı doktorları, Hint yazılımcılarını alkışlıyoruz. Hiç kimseyi öldürmek istemiyor, her hangi bir şiddet olayı istemiyoruz. Fakat düşünüyoruz da her daim tahmin edilemez olan göçmen karşıtı savunmacı cebri tedbirleri engellemenin en iyi yolu, mâkul bir göçmen karşıtı koru/n/madan geçer.”
Bu, komşudan arın/dır/ma vizyonu, dolaysız barbarizmden insan yüzlü barbarizme açık bir geçiş yaşandığını telkin etmektedir. Hıristiyanlığın komşu sevgisinden, öteki barbar kabileye karşı bizim kabilemize ayrıcalık tanıyan Paganlığa gerilemeyi ifşa eder. Hıristiyanlığın değerlerini savunma olarak perdelense de Hıristiyanlığın mirâsına karşı bizâtihi en büyük tehdittir.
… E-kitap okumak için…
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
1 Trackback(s)