Türkiye küresel güç olabilir mi? Ya da Osmanlı neden çöktü?
By Editorden on Mar 4, 2011 in Beyin Yıkama, Osmanlı, Resmî Tarih
Sunuş: İki farklı soruya tek bir cevap. Daha dün yazılmış gibi taptaze bir cevap. Özlem Yağız sayesinde yayına girdik. Tekrar tekrar okunmalı. (MY)
CEMİL MERİÇ’İN “UMRANDAN UYGARLIĞA” KİTABINDAN
İstikbalimizin emniyeti için Avrupa devletler muvazenesinin mâbihil (kendisiyle) hayatı bizim muhafaza-i istikbalimiz olduğunu dermeyan ediyorsunuz. Benim şanlı ve saadetli gördüğüm istikbal bu değildir, beyim.. Vaktiyle kılıcımıza baş eğdirdiğimiz kimselerin sâye-i lutfunda yaşayıp gideceksek, yani saadet-i âtiyemiz bundan ibaret kalacaksa ben o saadeti istemem.
Çünkü maksadım Avrupa devletler muvazenesini muhafaza değildir; Osmanlılık şânını muhafaza etmek ve.,
vaktiyle birinci François’nın yazmış olduğu gibi istirhamnameler yazıldığını (belki hayatım yetmeyeceği cihetle) hiç olmazsa mezarımın içinde seyredip orada müftehir olmaktır. Ya böyle olsun, ya hiç olmasın! (Ahmed Midhat, “Nâmık Kemâl’e cevap”, Bedir gazetesi, 1872)
Ali Paşa’nın vasiyetnamesi
La Bruyère, Richelieu‘nün siyasî vasiyetnamesini göklere çıkarır. Bu kadar erkekçe, bu kadar sağlam düşünen bir adam elbette ki başarıdan başarıya koşacaktı, der… O çapta biri ya hiç yazmaz, ya da böyle yazar. Voltaire’e göre bir bayağılıklar sergisidir vasiyetname. Richelieu’nün kaleminden çıktığı çok şüphelidir. Büyük Frederik de, Voltaire gibi düşünür: “En parlak zekâların karardığı oluyor: Richelieu Vasiyetnameyi yazıyor, Newton Vahiy Kitabı’nı.” Sainte-Beuve, Vasiyetnamenin hayranıdır; üslubunu, yer yer Shakespeare’le, Schiller’le karşılaştırır. Eser, devlet adamının el kitabıdır, Kardinal’in bütün siyasî tecrübesini özetler.
Bir başka araştırıcı, Leon Noel için Vasiyetname “aklın, tecrübenin, realizmin şaheseri… Fransız politika sanatının zirvesi ve bir bakıma mecellesi”dir.
Vasiyetname bir filozofun değil, bir hareket adamının eseri. Yazar, hikmet-i hükümete ahlâk cübbesi giydirir. Aristokrasiye, derebeylik artıklarına, din savaşlarına düşmandır. Halka âşık olduğu da söylenemez:
“Avamın okuyup yazmasına ne lüzum var? Eğitim Fransa’yı boşboğazlarla doldurur. Hiçbir işe yaramaz bunlar, aileleri felakete sürükler, halkın huzurunu bozarlar. Kitap avamın kafasında şüpheler yaratır”. Başka bir yerde:
“Bütün politikacılar bilir ki, der, halk refaha kavuşunca zaptedilmez olur. Katıra benzer avam, yük altında uysaldır, fazla dinlenince azar”.[1] Büyük Richelieu’nün 1687′de yayımlanmış olan ölümsüz Vasiyetnamesi böyle hikmetlerle dolu.
Âli Paşa’yı düşünüyorum; Genç Osmanlılar’ın vur abalıya’sı Âli Paşa’yı. Abdülaziz Han’ın vezir-i âzami, Richelieu’den çok daha talihsiz, ama çok daha dürüst, çok daha insan. O büyük devlet adamı, yüzyıl önce (7 Eylül 1871) bütün siyasî hayatını kırk sayfada özetlemiş, padişah-ı cihan’a, ölümünden sonra izlenmesi gereken yolu göstermişti.
Vasiyetname, “Karşılaştığımız güçlükleri anlatmayacağım” diye başlıyor,
“Onbeş uzun yıl mücadele ettik. Düşmanlarımız zorluydular. Ayakta durmak, bölünmemek, parçalanmamak lâzımdı. Üstelik kalkınacaktık da. Hatalarımız olmuştur, ama imparatorluk aşağı yukarı hasar görmemiş durumda. Fuat ve ben iktidara geldiğimiz zaman Devlet-i Aliyye uçurumun kenarındaydı.
Waterloo’da sona eren kanlı devreyi uzun barış yılları takip etti. Milletler teşkilâtlandı, kuvvetlendi; ihtirasları gelişti. Nüfuzlarını arttırmak, sanayilerine pazar bulmak için ya silaha sarılacak yahut da diplomatik konferanslara başvuracaklardı. Bütün bu barışçı veya savaşçı iştihalar karşısında hemen hemen bakir, âdeta işlenmemiş, aşağı yukarı meçhul kalmış bir ülke olan Türkiye, Eldorado’dan farksızdı. ‘Teb’a-i şahane’, komşularının fikrî ve maddî ilerlemelerine kıyasla geri kalmıştı.
Ülkemize göz dikenler anlaşmazlık içindeydiler. Bazıları topraklarımızı ele geçirmek istiyordu, bazıları bizi sömürerek sanayi ve ticaretlerini geliştirmek. Birinciler gizli niyetini şairane sözlerle maskeliyorlardı: acı çeken insanlığı rahata kavuşturacak, din kardeşlerini kurtaracak, ezilen kavimlerin zincirlerini kıracaklardı. Bu kutsal emeller uğrunda ülkemize gireceklerdi. İkinciler, olmaz! Diyorlardı, olmaz ve olmamalıdır! Osmanlı ülkesinin bütünlüğü Avrupa’nın dengesi için şarttır. Aynı ikiyüzlülük. İzleyeceğimiz politika meydandaydı. Bazı devletlerin saldırı gücüne karşı ötekilerin müdafaa gücünü kullanacaktık.
Bu arada tebaamızın bir kısmı uyuşukluktan kurtuluyordu. Âdetlerde değişiklikler oluyor, yeni ihtiyaçlar çıkıyordu sahneye. Ama ithal edilen bir medeniyetti bu, ağır ve kaçınılmaz bir olgunlaşmanın meyvesi değildi. Böyle olduğu için, Avrupa’nın faziletlerinden çok rezaletlerini aldık…
… Elimizdeki imkânlar çok sınırlıydı. Memurlarımız umumiyetle ehliyetsizdi. Askerimiz vardı, ama ordumuz yoktu; memlekette yol olmadığından memurların suiistimallerinden, tahrikçilerin fesatlarından zamanında haberdar olamıyorduk. İdare tarzımız kararsız ve düzensizdi. Kanun ve nizamlardan mahrumduk; her memur kendi başına bırakılmıştı; mesuliyetten kaçıyor, aylak yaşıyordu.
Önce dış münasebetlerimizi düzene koymak zorundaydık. Hayat hakkımızı tanıtmak, Avrupa Konseyine girmek istiyorduk; başardık bunu. Sınırlarımızı tespit ederken bazı fedakârlıklara katlanmak gerekti. Bunlar zahirî tavizlerdi: Belgrad Kalesi gibi. Fiilî durumları kanunîleştirdik, o kadar. Aksini yapıp binlerce insanın kanını mı dökmeliydik? Bu arada Avrupa milletleri neler kaybetmediler. Biz, askerle dövüşmedik, diplomasi yolunu seçtik, diplomatik notalarımızla başarı kazandık.
Dış meseleleri hal yoluna koyarken iç meseleleri de ihmal edemezdik. Ana davamız halkın arzularını tanımak, ihtiyaçlarını sezmek, fikrî gelişmesini izlemekti. Nankör bir dâvâ. Avrupa bizi bir tuzağa itiyordu; Avrupa, bazı ütopyacılar ve birtakım kısa görüşlü diplomatlar. Bunlara göre, hiçbir hazırlıkta bulunmadan hemen Avrupa örf ve âdetlerini memlekete sokmak ve Avrupaî bir hükümet kurmak lâzımdı. Bu taleplerden yerinde bulduklarımızı uyguluyorduk, ama iyice ölçüp biçtikten sonra; sarsıntıları önleyerek; önce yurt menfaatlerini düşünüyorduk. Avrupa’nın her istediğini yapar gibi görünüyorduk. Bu teklifler umumiyetle caziptiler, ama bizim için değil, kendileri için. Bunların hepsini kabul etsek mahvolurduk; ama bunu Avrupa’ya anlatmak güçtü ve ihtiyatsızlık olurdu.[2]
Ülkenin kalkınması Batı ile olan münasebetlerimize bağlı. Eyaletlerdeki kargaşalıkların kökü dışarda. En büyük dertlerimizden biri de kapitülasyonlar. Bu bağları gevşetmenin tek yolu Avrupa devletleriyle anlaşmalar yapmaktır. Yabancı devletlerle temaslarımızın onda dokuzu iç meselelerimizle ilgili.
Yepyeni bir teşkilât kurduk. İltimasla mücadele ettik. Anlattık ki, memurlar herhangi bir ferdin, herhangi bir zümrenin değil, memleketin emrindedir. Yalnız ehliyetsizliği sabit memurlara yol verdik. Çalışanların istikballerinden emin olmaları gerekti. Nizamnamelerimizin hepsi uygulanmadıysa bu bizim hatamız değildir… Maaşlar kifayetsiz. Herkes en yüksek makama kadar yükselebilmektedir.
Bizim de kusurlarımız olmuştur. Aydınlatılmağa ihtiyacımız vardı. Öğütlere daima kulak verdik. Bizden farklı düşünenlere saygı gösterdik. Tenkitlerde iki şey aradık: terbiye ve samimiyet. Âdettir, biz öldükten sonra aleyhimizde bulunacaklar. Sağlığımızda da bazı hayalperestlerin saldırılarına uğradık. Birinciler, biz hayatta iken kusurlarımızı söylemeğe, fikirlerini belirtmeğe cesaret edemediler, ikincileri ise işbaşına getirmekten korktuk, tecrübesiz ve ataktılar.
Ülkenin birçok bölgelerinde Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında kargaşalıklar çıktı. Bunları yatıştırmak geçici bir tedbirdi. Mesele fethedenlerle fethedilenler arasındaki çatışmayı ortadan kaldırmaktı. Adem-i merkeziyet, gerçekleştirilmesi düşünülen bir tedbir. Ülkeyi vilayetlere ayırdık.
Devlet şurasını, adalet divanını, istinaf mahkemesini kurduk. Galatasaray sultanisi, rasathane de bizim eserimizdir… idarenin her kolu için müfettişlikler ihdas etmek istiyorduk. Vergilerin matrahını değiştirmek gerekiyordu. Yeni kanunlar sayesinde mülkiyetin intikali kolaylaştırıldı. Payitahtla vilayetleri birbirine bağlamağa çalıştık. Birçok imtiyaz kaldırıldı. Ticarî anlaşmalar yeniden gözden geçirildi. Gümrük resimleri arttırıldı (maalesef istediğimiz kadar değil). Hükümet mamul ve hammaddelerimizin ihracını kolaylaştırmalı ve yabancı malların yurda girmesini mümkün olduğu kadar önlemelidir. Biz bu yolu açtık.
… Şiddetli hücumlara mâruzduk, kendimizi nasıl koruyacaktık? Sözle. Haklarımızı nasıl kabul ettirecektik? Diplomatik delillerle. Meselâ “Avrupa muvazenesinin (dengesinin) devamı Devlet-i Aliyye’nin yaşamasına bağlıdır” diyecektik, itiraf edelim ki çürük bir temeldi bu; bugün için olmasa bile yarın için çürük. Avrupa muvazenesi bizim zararımıza bozulabilir. Avrupa ile aramızda daha sağlam bağlar yaratmalıydık. Onun maddî menfaatleriyle bizimkiler aynı olmalıydı. Ancak o zaman imparatorluğun tamamiyet-i mülkiyesi bir gerçek olabilirdi. Türkiye aleyhindeki birçok teşebbüsler Avrupa sayesinde önlendi. (Rusya’yı kastediyor).
Demiryolları gibi büyük yatırımları kendimiz yapamıyorduk. Yerli sermayeye başvurmak da tehlikeliydi; hemen netice almak isteyen, büyük kârlara alışmış bir sermayeydi bu. Yabancı şirketlere başvurduk”.
Sonra Paşa, yerini alacaklara neler yapılması gerektiğini anlatıyor:
“Hiçbir beşerî güç, milliyetler prensibi ve sosyalizmin ortaya çıkardığı olayların gelişmesine engel olamaz.[3] Coğrafî durum bakımından kaderimiz Avrupa’nınkine bağlı. Avrupa son yıllarda bütün servet kaynaklarını silâhlanma uğrunda seferber etti. Türkiye ile sınaî ve ticarî münasebetleri eskisinden farklı. Yirmi yıldan beri durumumuz oldukça düzeldi. Bizi sömürmenin o kadar kolay olmadığını anladılar. Avrupa’nın saygısını kazandık. Avrupa Konseyinde hatırı sayılır bir yerimiz var. Sözde mağdur teb’amız olan Hıristiyanlara karşı Avrupa’nın merhametini kışkırtmak geçerli olmaktan çıktı. Düşmanlarımız onları yalancı vaidlerle ayaklandırmıyor artık. Bizimle menfaat birliği yapmak istiyorlar. Ama bu iyi niyetin devam etmesi için gerekli ıslahatı yapmak zorundayız. Ülkemiz için en büyük felaket yerimize ehliyetsiz bir sadrâzamın geçmesi, eserimizi yanlış anlaması ve takip ettiğimiz yolu terk etmesi.[4]
Haşmetmeap, sadaret makamını sık sık yeni ellere tevdi etmeyin. Gelecek zâtın belli bir programı olmalı ve onu uygulamalı. Mes’uliyetlerin hudutlandırılması lâzım. Halk zât-ı şahanenizle ve sadrâzamla temas kurabilmeli. Yoksa memleketin durumunu kavrayamazsınız. Ecdad-ı izamınız tebdil-i kıyafet ederek teb’anın arasına karışırlardı… İnfirad (tek-ferdi) politikasından kaçınınız. Bilinmeyen bir düşman, bilinen on düşmandan daha tehlikelidir. Komşularımızda neler olup bittiğini dikkatle izlemelisiniz. Teb’anız komşu ülkelerdeki halkların yaşayışını kıskanmamalı.
Uzak memleketlerle münasebetiniz ticarî ve sınaî münasebetlerdir. Bizi güç duruma sokmak işlerine gelmez. Onların öğütlerine kulak vermeli, hattâ yardımlarını istemeliyiz. Kendi çıkarlarını düşünürken bizimkilerini de düşüneceklerdir.
… Bazı müesseseler kurduk, bazı tedbirler aldık; bunlar, masrafı muciptir bahanesiyle yıkılmamalı.
Çeşitli teb’alar arasında ırk ve menfaat ayrılıkları var. Bu er geç bizden ayıracak onları. Devlet, eğitim aracılığıyla menfaatleri birleştirmeğe, ülkenin parçalanmasını önlemeğe çalışmalıdır. İnsanlar refah ve emniyet peşindedirler, vatan bu iki ihtiyacın sağlandığı yerdir.
… Çeşitli cemaatlerin elde ettiği imtiyazlar, görevler arasındaki farklılıktan gelmektedir. Büyük bir mahzur. Müslüman teb’anın başlıca işi devlet hizmetidir, öteki teb’alar para kazanmakla meşgul. Bu sayede üstün durumdadırlar. Üstelik savaşta ölen de yalnız Müslümanlar, bu yüzden Müslüman ahalinin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Böyle giderse azınlık haline geleceğiz.
Tarih, mağlupların imtisal ettiği fâtihlerin hikâyeleriyle dolu. On yıl kışlalarda ömür tükettikten sonra köyüne dönen bir erkek ne işe yarar?
Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi ziraatle, san’atla, ticaretle uğraşmalı.
Tek devamlı sermaye emektir.
Kurtuluş çalışmakla mümkündür. Müslümanlar, Hıristiyanların inhisarındaki (tekel) mesleklere el atmalı, Hıristiyanlar da nüfusları nisbetinde devlete asker, subay, memur vermelidirler.
… Her iktidara geçen, kendinden önce yapılanları bozmakla işe başlıyor. Maiyetindeki memurları değiştiriyor. Yükselebilen ancak dalkavuklar. Herkes devletin sırtından refah elde etmek peşinde. Emeğin hakkını vermek, memurları oradan oraya nakletmemek, halk nazarındaki itibarlarını yükseltmek lâzım… Ehliyetli memurlar kullanmak suretiyle memur sayısını bugünkünün dörtte birine indirebiliriz.
Bütün ağırlık köylünün sırtında. Vergi servetle mütenasip olmalı.
Cibayet (Vergi-gelir) sistemi sakat.
Memleketin kadastrosu yapılmalı, istatistiğe önem verilmelidir. Bunları başlattık, fakat istediğimiz neticeyi alamadık: maaşlar kifayetsiz, ehliyetli insan az. Demirbaş defteri, yevmiye defteri, kasa defteri olmayan tüccara benziyoruz.
Mülkiyet hürriyete kavuşmalı, açık ve aydınlık kanunlarla düzenlenmeli. Mülkiyet rejimi sermayedarı ürkütüyor; faiz haddi yüzde yirmiden yüzde elliye kadar çıkmaktadır. Kredi bulmak imkânsız.
Avrupalı göçmenler Amerika’ya, Avustralya’ya gideceklerine bize gelsinler. Memleketimizde boş arazi uçsuz bucaksız. Alman veya İsviçreli göçmenler Amerika’da nasıl Amerikalı olup çıkıyorlarsa, bizde de Osmanlı olup çıkarlar. Avrupalı birçok memurlarımız bizden çok Osmanlı değil mi?
Köylüyü toprağa bağlamak lâzım, toprağımız geniş ve bereketli. Köylüyü tefeciden kurtarmalı, a’şarı kaldırmalıyız. Ziraat bankaları kurulmalı”.
Âli Paşa devlet çiftliklerinin aleyhindedir. Bu çiftlikleri idare edecek olanlar: “İşi ucundan tutacaklardır, öteki müesseselerimize benzeyecektir bu çiftlikler. Devlet fabrikalarından da vazgeçiniz, bunlar çok masraflı ve faydasız, özel teşebbüsü boğmaktadırlar. Oysa yalnız ötel teşebbüs güçlenip gelişebilir, devlet fabrikaları özel şirketlere devredilmelidir. Hükümet sadece hissedar olmalıdır bu fabrikalara.
Taşraya genel komiserler göndermelisiniz; dürüst, tecrübeli, bilgili komiserler. Memleketin halini onlar inceleyip hükümete arz etmelidirler. Eyalet İstanbul’a ehliyetli temsilciler yollayamaz.
… Zırhlılarınız boğaz içinde nazlı nazlı dolaşıyor. Yabancı tersanelerde imal ettirilen bu gemiler ticaret filolarının yerini almakta, onların gelişmesine engel olmaktadır. Avrupa’nın durumu başka, onun sömürgeleri var. Savunulacak uzak menfaatleri söz konusu. Bazı devletler de maden sanayilerini geliştirmek için zırhlı yapıyorlar. Savaşta asker taşıyacak gemiler ticaret gemileridir. Bize küçük ve sür’atli gemiler lâzım. Devamlı ve büyük bir ordu da lüzumsuz. Stratejik noktalarda istihkâmlar kurmak daha faydalı”.
Âli Paşa’nın bizim için en dikkate değer taraflarından biri de basın hürriyetine verdiği önemdir. Kendisini dinleyelim:
“Basın hürriyeti ancak hatalarını düzeltmek istemeyen hükümetler için bir tehlikedir. Sizin hükümetiniz yurdun iyiliğinden başka bir şey düşünmüyor, o halde böyle bir hürriyet onun için bir nimettir. Bir milletin düşüncesini baskı altında tutmak, onu birtakım gizli yollar aramağa zorlar, eninde sonunda bulur bu yolları. Hürriyetsizlik her türlü fesadı kolaylaştırır. Devletin güveni tehlikeye girer, zora başvurmak gerekir. Basın hürriyeti kötülükle savaşmak ve faydalı olmak isteyen her hükümetin tabii müttefikidir. Bugünkü idarede basın, Osmanlılar arasında zayıf bir bağ kurabiliyor. Amme menfaati, bilhassa taşrada meçhul; tek kaygı: özel çıkar. Basına ve genel olarak her nevi yayma geniş bir hürriyet verilmeli ki, Osmanlıları birbirine bağlayan bağ kuvvetlensin. Basın siyasî mes’elelerle uğraşacak, hükümetin yaptıklarını değerlendirecek ve ülkenin ihtiyaçlarını belirtecek, ihdasını istediğimiz genel komiserlerin işini kolaylaştıracaktır. Basın, millet meclisi kuruluncaya kadar bu meclisin yerini tutacaktır. Memleketi tanımayanlar boyuna millet meclisinden söz ediyorlar. Devlet işlerini tartışacak, denetleyecekmiş bu meclis. Eyâletlerden, hattâ payitaht ahâlisinden kurulacak böyle bir topluluk çok geçmeden acınacak bir acz içine düşer. Acele etmemeliyiz.[5] Yapılacak ilk iş, basını bütün engellerden kurtarmak ve tam bir hürriyete kavuşturmaktır.
Hükümet de büyük bir gazete kurmalıdır. Bu gazete yerli ve yabancı basının makalelerine cevap vermelidir. Hükümetin ve yurdun gerçek menfaatlerini müdafaa etmelidir. Kanunları, nizamnameleri, buyrukları yayımlayacak, halka hükümetin aldığı tedbirleri izah edecek, gerekçelerini anlatacaktır bu büyük gazete; kötü niyetleri zararsız hale getirecektir. Gazetenin yöneticileri hiçbir dalkavukluğa tenezzül etmeyecektir. Halk müdaheneden (dalkavukluk) iğrenir. Ona göre müdahene en acı hakikatten daha çirkindir. Bu gazetenin şiarı hakikat ve samimiyet olacaktır”.[6]
Paşa’nın sözleri burada bitiyor. Vasiyetname Türkiye’de yayınlanmış mı?
Bilen yok. Mehmed Galip, Âli ve Fuat Paşaların vasiyetnamelerinden söz etmekte, fakat bunların ne zaman, hangi dilde yazıldıklarını kaydetmemektedir (Tarih-i Osmânî Encümeni Mecmuası, 1329, s. 70). Tanzimat’ın yüzüncü yıldönümü münasebetiyle yayımlanan Tanzimat adlı kitabın 892′nci sahifesinde Vasiyetnamenin adına rastlıyoruz: Walter Wright, Âli Paşa’nın bir nevi siyasî vasiyetname bıraktığını, bunun da Türkçe olarak yayımlandığını söylerken, Birge böyle bir eserin basılmamış olduğunu ileri sürüyor.[7]
Ben vasiyetnamenin iki nüshasını gördüm, her ikisi de Fransızca. Birinci nüsha yazma: Edebiyat Fakültesi kitaplığına Fransız Sefaretinden gelmiş. Schneider’in bir önsözünü muhtevi ve onun tarafından kaleme alınmış. Bu arada Yıldız evrakı arasında rastladığımız bir vesikadan Schneider’in Bianchi’nin kayınbiraderi olduğunu ve Âli Paşa’nın kâtipliğinden ayrıldıktan sonra Rus casusluğu yaptığını öğreniyoruz. Bu yazma nüshanın başında şu bilgiler var:
“… VASİYETNAME YA ABDÜLAZİZ’E TAKDİM EDİLECEKTİ, YA MATBUATA. PAŞA’NIN ÖLÜMÜNDEN AZ SONRA SCHNEIDER EFENDİ ZAMANIN HÜKÜMETİNDEN VESİKAYI NEŞRETMEMEK EMRİNİ ALDI. BUNUNLA BERABER 1671 ARALIK’INDA YANİ PAŞA’NIN ÖLÜMÜNDEN ÜÇ AY SONRA SCHNEIDER EFENDİ TARAFINDAN BAZI RİCAL-İ DEVLETE VASİYETNAMEDEN BİRÇOK NÜSHALAR TEVDİ EDİLDİ. İKTİDARDAKİ RİCAL VESİKAYI BÜYÜK BİR İHTİMAMLA SAKLADILAR. SCHNEIDER EFENDİ DE TEHDİTLERDEN KORKARAK İZİNİ KAYBETTİ. HALBUKİ RİCAL OKUSA NE BÜYÜK DERSLER BULACAKTI BU VESİKADA; DEVLET-İ ALİYYE NE BÜYÜK GAİLELERDEN KURTULACAKTI. BİRKAÇ AY ÖNCE VESİKANIN ENZAR-I UMUMİYEYE VAZ’I BİZZAT PADİŞAH TARAFINDAN YASAK EDİLDİ. BUGÜN, YANİ YAZILIŞINDAN 24 YIL SONRA VASİYETNAMENİN BÜYÜK EHEMMİYETİ HER TEHLİKEYİ GÖZE ALARAK NEŞRİNİ GEREKTİRİYOR”.
İkinci nüshada önsöz yok. Fransızca Revue de Paris tarafından 1910′da ayrı baskı olarak yayımlanmış. Kırk sayfalık bir risale. Metinler aynı. Bütün bir çağa ışık serpen bu çok değerli vesikanın mevsukiyetinden şüphe etmek için hiçbir ciddî sebep yok.[8] sh: 32-44
Kaynakça
Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Umrandan Uygarlığa [Kitap]. – İstanbul : İletişim, 2010.
[1] Sainte-Beuve, C.A. Causeries du Lumài (Pazartesi Sohbetleri), cilt 7, 3. baskı. Garnier, Paris 1853, ss. 224-265.
[2] Paşa’nın ölümünden dört yıl önce bir Fransız ziyaretçisiyle yaptığı konuşmayı hatırlıyorum:
“Fransa da, İngiltere de seçkin temsilciler yolluyor buraya. Seçkin ama mütehakkim. Ellerindeki bütün kuvveti düşüncelerinin emrine veriyorlar. Ama Paris’in veya Londra’nın düşüncesi Istanbul’dakilerle uyuşamıyor. Elçileri aydınlatmaya çalışıyoruz, ama boşuna. Ne yapabiliriz? Zaman kazanmak zorundayız. Siz buna sözünde durmamak diyorsunuz, biz felaketten kaçmak. Kapitülasyonlar elimizi bağlamış; elçiler memlekete bizden daha faz la hâkim. Banka açmalıymışız, Fransız mektebi, Fransız lisesi kurmalıymışız. Ne işimize yarayacak bütün bu müesseseler? Yabancılara mülkiyet hakkı tanı-malıymışız. İngiltere’den daha liberal olmamız isteniyor.. Bunları kabul etmek, Türkiye’yi parçalamak demek. Tereddüt gösterince suiniyet sahibisiniz diyorlar. İntihar etmek istemiyoruz, o kadar. Türkiye değişmeli, âmenna… Ama bu değişiklik kendi eserimiz olmalı, ağır ağır gerçekleşmeli. Yürümeliyiz, kabul. Acele etmeliyiz, doğru. Ama süratin de bir hududu var. Kazanları patlatmamalıyız” (Challemel-Lacour, Revue des Deux Mondes, no. 73, 1867).
[3] (Emirnâme-i Sami’nin tarihi: 25 Temmuz 1871, Âli Paşa’nın ölümü 18 Eylül 1871)
Tanzimat aydınlarının özellikle Cevdet Paşa’nın ve Yeni Osmanlıların sosyalizmle ilgili görüşleri için bkz. Cemil Meriç, Mağaradakilar: “Avrupa’daki Hayalet”, Ötüken yayınlan, 2. baskı, 1980, s. 256 vd.
[4] Paşa’ya tevcih edilen en haklı tenkit bir hayr-ül-halef yetiştirmemiş olmasıdır.
[5] Âli Paşa da Fuat Paşa gibi millet meclisi için hazırlıklı olmadığımıza kanidir. Millet Meclisi konusunda Hayrettin Paşa ile Ali Süavi’nin görüşleri için bkz. “En Emin Yol”, s. 48-49 ve dipnotu 5, s. 325-326.
[6] Aali Pacha, Testament Politique. Extrait de la Revue de Paris, Nos des 1 er avril et 1 er mai 1910 (Âli Paşa, Siyasî Vasiyetname, Revue de Paris’in 1 Nisan ve 1 Mayıs 1910 tarihli sayılarından ayrı basım), Coulomniers 1910.
[7] Tanzimat I, Yüzüncü yıldönümü münasebetiyle, Maarif Vekâleti, İstanbul Maarif Matbaası 1940, 1026 sayfa.
[8] AKARLI, Engin., Belgelerle Tanzimat, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1978.
2 Yorum
Yazan:ali duman Tarih: Mar 5, 2011 | Reply
Tek devamlı sermaye emektir.
Kurtuluş çalışmakla mümkündür.
Vergi servetle mütenasip olmalı.
dönemine göre çok ilerici tespitlerdir, bunun yanısıra kadastro yapılması, istatistik tutulmasını önermekte oldukça önemli ve ilerici bir yaklaşımdır.
bunların yanısıra tüm etnik kökenlerin arasındaki farklılığın kaldırılmasını da önermek çok önemli ve ilerci bir düşüncedir. Zira bugün dahi gayri müslim yurttaşlar en basit memuriyete dahi kabul edilmemektedir, hali hazırda tüm türkiyeyi kapsayan bir kadastro gerçekleştirilememiştir.
Ali Paşa’nın vasiyetnamesi dönemine göre çok ilerici ve devrimci niteliktedir, ancak ne var ki açıkca belli ki dönemin STATÜKOCULARI, çıkarlarına aykırı olması nedeniyle söz konusu vasiyetnameyi saklamayı başarabilmişlerdir. Ne yazık ki aynı statükocu zihniyetin ardılları ilerlemeye yönelik tüm hamlelere ket vurmaları bugün için de devam edegelmektedir.
Yazan:aziz yılmaz Tarih: Mar 5, 2011 | Reply
“Küresel güç”kavramına pek sempati duymuyorum açıkçası.Bugün küresel güç haline gelmiş devletlerin dünyada nasıl bir hegemonya kurdukları ortadadır.Hatızatında “güç/güçlülük”,diğer ülke veya toplulukların “güçsüzlük”ünden yararlanmakla eşdeğerdir denilebilir.Yani uluslarası ilişkilerde askeri veya diplomatik alanda etkisiz,ekonomik altyapısı zayıf ülkelere karşı güçlü olunduğunda bu insanlık için bir artı teşkil etmez.Aksine,güçlünün daha çok söz ve yetki sahibi olduğu ve istediği gibi at koşturduğu bir dünya düzeni demektir.Ki halıhazırdaki dünya konjönktürü böyle bir denge üzerine kuruludur.Varolan bu denge de maalesef yeryüzündeki insanlara adalet getiremekten uzaktır.Adalet getirmediği gibi beraberinde türlü sorunlar da getirmektedir.Zira zayıf ve güçsüz devletler diğer küresel güç dengeleri karşısında çaresiz kalmakta ve dolayısıyla yaşadıkları sıkıntılar sonucu diğer dünya devletlerini yakından ilgilendiren kalıcı sorunlara yol açmaktadır.Irak’ı düşünelim:Bugün dünyada küresel güç’e sahip devletlerin varlığına rağmen ne durumdadır?Kaldı ki Irak’la sınırlı kalmayarak başta Türkiye olmak üzere komşu devletlere ve bir şekilde tüm dünya halklarına sirayet eden bir kaos sözkonusudur…İşgal altındaki Irak halkının çektiği acılar bir yana küresel(ekonomik) krizler,lobilerin yön verdiği kirli oyunlar,her an yeni savaşlara gebe,gezegeni kuşatan bir huzursuzluk ve bütün bunların kaygısıyla tayakkuz halinde olan bir İNSANLIK!Budur “küresel güç”ün İnsanlık’a kazandırdığı…İnsanca,hakça,onurluca yaşamak dışında hangi belayı ararsanız bu dünya düzeninde bulursunuz.Mısır’la başlayan ve diğer Arap ülkelerine sıçrayan toplumsal karmaşa da bu düzenin bir sonucu ve ürünüdür.Peki Arap ülkeleri bu denli kaynarken küresel güçler ne yapıyor?Bunu yatıştıracak adımlar mı atıyorlar yoksa akbaba misali pusuda mı bekliyorlar?Ben ikincisinin olduğunu düşünüyorum.Bu halkların çektikleri acılar üzerinden devlet çıkarlarını gözetmekle meşguller ve bu tür kaoslar arayıp da bulamadıkları bir malzemedir güçlerine güç katmaları için.Çünkü insanı merkeze alan bir dünya düzeni yerine devlet çıkarlarının öncelendiği bir anlayış süregelmektedir.Oysa bu anlayış üzerine kurulu BM gibi uluslararası bağlayıcılığı haiz kuruluşlar eğer hakkaniyetle işleseydi belki de bütün bunlar yaşanmayacaktı.
Sonuç itibariyle elbette ülkemin dünya zorbalarına karşı güçsüz olmasını yeğlemem.Türkiye bugünkünden çok daha ileri noktada olabilecek bir potansiyele de sahiptir.Ancak örneklerine tanık olduğumuz güçlerin bir muadili olacağına öncelikle tüm kurumlarının şeffaf işlediği bir hukuk devleti olmasını isterim…İçerdeki sorunları çözmeyi başarmış,toplumsal barışı sağlamış adil, demokratik bir Türkiye zaten “Güçlü Türkiye”demektir.