Sanal Duvarların Ardında Issız Bir Dünya
By Özlem Yağız on Mar 4, 2011 in İnsan, Modernleşme, Toplum
Düşünmeden, acımadan, utanmadan
kocaman yüksek duvarlar ördüler dört yanıma.
…Ve şimdi oturuyorum böyle yoksun her umuttan.
Beynimi kemiriyor bu yazgı, hep bu var aklımda;
oysa yapacak bunca şey vardı dışarıda.
Ah, önceden fark etmedim örülürken duvarlar.
Ama ne duvarcıların gürültüsü, ne başka ses.
Sezdirmeden, beni dünyanın dışında bıraktılar. (Duvarlar, Kavafis)
Modern çağın düşünürleri güzel bir hayalin peşine düşen bütün fedailer gibi umutla çıktılar yola. Hurafelere savaş açmış aydınlanmacı düşünce, insanı, hayallerini ve yaratıcılığını tutsak eden zorunlu prangalarından kurtaracak, cemaatsel bağları kopararak hür bireyler haline getirecekti. Yazgısına baş kaldıran insan mitolojik tanrıları terk etmeli kendi tanrısal gücünün bilincine varmalıydı. Aydınlanmaya giden yolda atılacak ilk adım birey olmanın, eleştirel aklın bilincine varmaktı.
Oysa aydınlanma felsefesi ilk ihanetini akla yaptı. Akıl kendisini sınırlayan her türlü aşkın bağlarından kurtulduğunda insanın nefsani doğasının egemenliğine girdi. Artık doğa karşısındaki insan kendisine sunulmuş nimetlerden oluşan bir dünyada günü gelince emaneti sahibine hıyanet etmeden vermesi gereken bir kul değil ona sahip olup ihtiyaçları doğrultusunda boyun eğdirmeye azmetmiş beyaz bir efendiydi.
Madem ki “mitolojik” tanrıların boyundurluğundan kurtulmuş bir alemde cennetsiz ve cehennemsiz kalmıştık kendi dünya cennetimizi kurmanın da zamanı gelmiş demekti. İnsanın gözlerini göklerden yeryüzüne indirmesinin kazanımları da vardı elbette. Ama gözlerini gökyüzünden yer yüzüne çevirmenin kaçınılmaz sonucu da olmadı yeryüzü cennetleri. O cennetlere doğru atılan en masum adımlar dahi zamanla bir diğerinin cehennemine dönüşüverdi.
Akıl ise belki ilk ihanetini sanata yaptı. Sanat dinin kız kardeşiydi. Maneviyattan arınmış bir aklın sanat konusunda derinleşebilmesi ne kadar mümkündü. Kolay cennetlere ve sınırsız hazlara talip yeryüzü cenneti çocuklarının derin uğraşlara, meşakkatli yollara tahammülü yoktu. Fastfood misali çabuk üretilip çabuk çiğnenip çabuk tüketilen, yanındaki promosyonları ile göz kamaştırıcı cennet yiyeceklerimiz olmalıydı bizim. Parlak ışıklar, yüksek volüm, mümkünsüz kahramanlar… Kahramanlığın ve kötülüğün sınırlarının muğlaklaştığı sanal bir dünya. Kahramanları birer cinayet makinası olan sayısız eserle doldu evlerin kütüphaneleri. Dostoyevski Raskolnikov’un işlediği tek bir cinayet için bizleri ciltler boyunca vicdan azabı, suç ve ceza hakkında düşündürebilir, kötülüğün buğulu pencere ardındaki muğlak görüntüsünün ötesinde insan ruhunun derinliklerine indirebilirdi ama Dan Brown’un kahramanlarını izleyenlerin asla böyle lükslere vakti yoktur. O hızla akıp geçen bir sahnede sayısız cinayet içerisinde adeta bir kadının parçalanmış rahmine sokulmuş ultrason aletiyle zoomlarmışçasına yaşatır bize cinselliği ve şiddeti. Tamamıyla dolaysız, abartılı, simülatif olanın gerçeğin yerini aldığı bir kurgusallık eşliğinde. Bir sonraki sahneye yetişmesi gereken cinayet görüntüsü içerisinde ne kahramanların ne de okuyucunun insan ruhunun derinliklerinde bu akan kanların, kesilen kafaların, tecavüze uğrayan kadınların hissettirdikleriyle ilgilenecek vakti yoktur. Gerçek gerçeği dahi aşan bir görsel şölen içerisinde verilmelidir biteviye.
Öte yandan geleneksel bağları, cemaatsel ilişkileri bir bıçak gibi kesip atan modern dünya insanı yalnızlaştırırken, alabildiğine bireysel hüviyetine kavuşturmuştu kavuşturmasına ama yarattığı kitle kültürünün araçları ile dev bir cemaatsel yapının da parçaları haline getirmişti. Geri dönüşsüz bir süreçti bu. Korkuları, kaygıları, gündemleri, söylemleri neredeyse birbirinin aynı olan adı konulmamış dev bir cemaatin fertlerinden müteşekkildi sanki herkes.
Aynı ekrana bakar aynı ajansların haberleri ile bilgilenir, aynı tarz giyinir, evlerimizi aynı mobilyalar ile döşer hafta sonları aynı alışveriş merkezlerinde hamburger ve kolalarımızı içer aynı popüler filmleri takip ederiz. Hayatı sabah sabah kapımızı çalan kadın programlarından öğrenir, günlük kararlarımıza yıldız fallarına bakarak karar verir, kısmetimizi evlilik programlarında arar, çocuğumuzun adını takvim yapraklarına bakarak koyar, oturduğumuz kafelerde aynı tekno müzikler ile keyifleniriz. Herkesin gitgide aynılaştığı ama aynılaştığı ölçüde de hayattan kopup yalnızlaştığı bir süreçtir bu.
Yalnızlık kaçınılmaz olarak yeni kitle kültürü araçlarını sokar devreye. Bir zamanlar komşunun kapısını çalıp müsaitseniz akşam annemler size gelecek diyen çocuklar odalarının bir köşesinde internet üzerinden oynanan oyunlar ve chat muhabbetleri ile unutmaya çalışırlar yalnızlıklarını. Gün batımında onları bekleyen sokakta iki arkadaş bulup muzur muhabbetler eşliğinde bir basket potasına üç beş atış yapmak değildir artık. Şiddetin ve pornografinin ustalıkla yerleştirildiği gerçeklik bağlarını koparan animasyon karakterlerine kavuşmaktır tüm istekleri okul çıkışlarında. Siber alemde paylaştıkça çoğaltılan bir yalnızlıktır yaşanan.
Siber dünyanın forum ve chat alemleri çocuklara hizmet ede dursun bir zamanlar bir araya gelip plak çalan, müzik dinleyen, kitaplardan edebiyattan söz eden büyükleri de sosyal paylaşım sitelerinde gidermeye çalışır yalnızlıklarını. Aynı amansız koşu face ve twitter gibi sitelerde de vardır. Üç beş dakika içerisinde inanılmaz derecede hızlı görüntüler geçer önünüzden. Nefis bir müzik, sevdiğiniz bir gazetecinin bir yazısı, nefret ettiğiniz bir başka gazeticinin yazısı, onlara sataşanlar, destekleyenler yorum yapanlar, kampanyalar, etkinlikler, çirkin bir müzik, harikulade bir şiir, güzel bir tablo, devrime gebe bir arap ülkesinden ceset görüntüleri, komik bir dedenin şaklabanlıkları, yüzünü hiç görmediğin insanların şakaları, veciz sözleri, yüzünü bildiğin insanların başka sözleri, listene eklediğin yeni kişinin fotoğrafları, videoları, senin o an aklına gelen üç beş cümle, özel yazışmalar, genel yazışmalar, sayfanın kenarında dünyanın en komik manasız reklamları, uyarıları… İsmail seni dürttü sen de onu dürtmek ister misin, Nevin’in doğum günü ona çiçek(sanal) gönder, bıyıklarından kurtulmanın en etkili yolu,dünya kadar ayakkabın var ama sen yenisini istiyorsun tam zamanı filanca ayakkabılarda ucuzluk, Ece seni farmvillage oyununa davet etti katılmak ister misin, şimdi domatesleri sulama vakti, tavukların yumurtalarını toplamalısın, yarın İsrail’i protesto etme etkinliğine bir davet, 22 milyon kişi mafya wars oynuyor sen de oyna… Kuaför, Zayıflama, Cilt Bakımı, Helikopter, Gezi, Konaklama, İngilizce, Eğitim, Dans, Eğlence, Fasıl, Epilasyon,Konaklama Tatil Fırsatı hepsini birlikte al…
Bu sonsuz sınırsız koşu içerisinde sanal dünyada dolup giden akla zarar saatler ve tekrar tekrar paylaştıkça çoğaltılan bir yalnızlık.
Sanki aynı anda birçok kişi tarafından izlenip yine aynı anda bir çok insanı “dikizlediğimiz” sürreel bir alemdeyiz. Bir anlamda hem teşhirci hem de röntgenci gibi herkes bu sahnede. Teşhir ise gerçek dünya ile irtibatları kopmuş yalnız ruhların hastalığı. Bir tür dünyaya ben de varım, buradayım beni de görün deme çığlığı.
Modernizm geri dönüşsüz bir süreç. Çünkü kaçacak hiçbir yer kalmadı artık. Sanal alemin insanı ıssızlığa mahkum eden duvarlarını yıktığınızda duvarların dışındaki hayat da en az o kadar ıssız.
Et tadı almış bir yırtıcının hayatlarına benziyor hayatlarımız. Hızla geçip giden, hızla tüketilen, hızla çoğalan, hızla yok olan bir “sanal nimetler aleminde” küçük adımların artık karın doyurması mümkün de değil. Gerçek hayatta bir iki dostu kazanabilmek, hakiki bir şeyler paylaşabilmek ve üretebilmek bazen bir ömür sürer. Paylaşım sitelerinde bir tek tıkla geliyor onlarca dostluklar. Bir tek tıkla geçiyor önümüzden güzellikler ve acılar. Bilgisayar ortamında bir iki saatte yaratılan tekno müzikler varken bir keman sanatçısının yıllar süren yorgun saatlerin ürünü olan eserlerini kimse “iplemiyor” artık. Domatesleri, tavukları ve çocukları sanal alemin oyunlarında yetiştiriyor çocuklar. Öldüklerinde cenaze törenleri bile yapılıyor hazır programlarda. Pornografinin olduğu yerde aşk, sanal paylaşımların olduğu yerde dostluklar ölüyor en başta.
O kadar çok ki koşulacak yerler, duracak dinlenecek bir kitabı bitirecek zaman kalmamış kimseye.
Teşhir ediyoruz çünkü yalnızız. Röntgenliyoruz çünkü kendi ıssız dünyamızın ötesinde başka yaşanmaya değer hayatlar var mı ölesiye merak ediyoruz.
Ve tüm bu koşturmacadan yorgun ruhum soruyor sana Kavafis:
Hala yapılacak şeyler kaldı mı duvarların ardında?
3 Yorum
Yazan:yer altından notlar Tarih: Mar 5, 2011 | Reply
Yapılacak şeyler mutlaka vardır.Belki de soruyu şöyle sorabiliriz kendimize:Duvarların ötesine geçmeye hazır mıyız,ya da geçmeyi göze alabiliyor muyuz?
Zira hayat,iyi ile kötünün bir arada barındığı bir dünyadan teşeküldür.Seçim ise bize aittir,en azından bunda hürüz.Dolayısıyla seçimlerimizden ve bu seçimlerin sonuçlarından biz sorumluyuz.Gerçek/hakikat ile aramızda örülen perde de kendi eserimizdir,bizleri yanlızlaştıran duvarlar da.
Bu tür içsel bir sorgulamayla zihnen meşgul olduğumda aklıma Matrix filmindeki kırmızı ve mavi kapsüller geliyor hep.Gözümüzü kamaştıran dünyanın cazibesine kapılarak belki de yüksek duvarların ardına hapsolmayı kendimiz seçtik.Oysa asla alternatifsiz değildik,başka yollar da vardı ve hep oldu.Lakin cesaret edemedik;birbirimize benzemeyi,aynılaşmayı daha güvenli bulduk.Oysa sığındığımız bu güvenli limanlar dünya cenneti yerine bir dünya cehennemine dönüştü biz insanlar için.
İşte bizi yutan bu cehennemde debelendikçe farkında olmayarak ıssızlıkları çoğaltık,çoğaltıyoruz.Çünkü çıkışı/kurtuluşu yine bu cehennemde aramaya devam ediyoruz.Ve tabi bu kaçışın sonu “çıkmaz sokak”a çıkıyor;kaçtıkça kendi duvarımıza çarpıyoruz.
Tuhaf bir döngüdür bu.İçimizdeki boşlukları kapatmak isterken uçurumlar daha da derinleşiyor…Açlıklar bastırılmak istenirken yeni doyumsuzluklar başlıyor…Birbirine karıştırılan tatmin ve mutluluk arayışı;bunalımlara/asla doyurulamayan başka açlıklara gebe kalıyor.Çağımızın bunalımlı insanının handikapı budur yani medet umduğu araçları amaçlaştırma,yani umut bağladığı yegane “araçlarından”vazgeçemeyişi!
Bakın,bir gün şu cep telefonunu taşımama yönünde kendimce bir karar almayı düşündüm.Bir bilemediniz iki gün sabredebildim.Sanki hayat durmuştu benim için.Her nasıl olduysa bu basit cihaz hayatın olmazsa olmazı olmuştu benim için,vazgeçmeyi göze alamamıştım.Sonra düşündüm:peki ya kitap,gazete,net,sinema gibi araçlardan yoksun kalmaya kaç gün dayanabilirdim?Mesela bunun yerine ne koymam gerekirdi,hayat nasıl devam ederdi/nasıl tamamlanırdı,kendimi nasıl gerçekleştirirdim?Değil bunlardan vazgeçmek böyle bir “yoksunluk”la karşı karşıya kalmayı düşünmek dahi istemediğimi farkettim.Demek ki koltuk değneğine muhtaç olurcasına varlığımı,hayatımı,dünyayla olan bağımı hep kendi dışımda arıyordum.Yani nesnelerde!O nesneler ki bütün benliğimle beni esir almış,tutsak etmiş,özgürlüğümü elimden almış.Bu satırları yazarken bile kendimden kuşkuluyum:ne için yazıyorum?Gerçekten dünyayı kurtarmak için mi,adalet için mi,saf bir iyilik duygusuyla mı,yoksa “ben de varım”çığlığıyla mı klavyenin başındayım?Yaptığım çok masumca bir eylem olabilir,belki kimseye bir zararı da dokunmayacak ama tarifini bilmediğim bir tatmin duygusunun işe karışmadığını(bunu amaçlamadığımı) idda etmem mümkün mü?Sanmıyorum.Muhtemelen bu da varolmanın,hayata tutunmanın bir diğer şeklidir.Velhasıl çok karışık bir konu.Girdikçe içinden çıkamıyorum.
Yazan:özlem Tarih: Mar 5, 2011 | Reply
Merhaba yeraltından notlar,
ben de işin içinden çıkamadım da yazdım zaten:)
Teşekkürler paylaşımınız için.
Yazan:Taygun Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
Merhabalar,
Yazı için tebrik ediyorum, yerinde tespitler yapmışsınız. Bu yaşam tarzı bireysel değil artık toplumsal hale geldiğinden benim merak ettiğim konu ise bu tarzdan keskin bir dönüş yapıp yapılamayacağının mümkünatıdır.