Kirazın Tadı / Ta’m-e Gilas (1997)
By Suzan Nur Basarslan on Mar 8, 2011 in Hayat, İnsan, Ölüm
“Türk’ün biri doktora gitmiş ve doktor bey nereme dokunsam oram ağrıyor, ayağıma dokunuyorum ayağım, göğsüme dokunuyorum göğsüm ağrıyor, demiş. Doktor hiç düşünmeden cevap vermiş: Sizin bir şeyiniz yok, parmağınız kırık. Hasta olan düşünceleriniz. Bakış açınızı değiştirin.”
İnsan, üzerine yirmi kürek toprak attırmak için yola çıktığında, yaşamayı mı istiyordur, ölmeyi mi? İstenilen yardım hangisidir? Üzerine atılacak toprak mı, uzanacak bir el mi?
Abbas Kiyarüstemi’nin yönettiği, İran yapımı bir film Kirazın Tadı. Deneysel sinemanın önde gelen isimlerinden Kiyarüstemi, bu filmde intihar olgusunu ve buna bakışı sorgulamış.
Bedii Bey, intihar etmek için yola çıkan-uyku hapı içerek hayatına son verecektir- ve para karşılığında üzerine toprak örtecek ya da ellerinden tutup kaldıracak kişiyi aramaktadır. Arabasına ilk, askerlik yapan bir Kürt gencini alır. Onu ikna etmek için şunu der:
“Ben bir ağacın köküne saçacağın gübreyim. “
Hakikaten kendisi için kazdığı yer bir ağacın dibidir. Ancak ikna edemez. Vazgeçmez Bedii Bey, arayışına devam eder. Bu arayışta gözleri dışarıdadır, hayata bakar. Bu çekimlerde kullanılan sabit kamera ile, Bedii Bey’in hareketsizliğine karşılık, hareket eden bir hayatı izleriz -içerden dışa bakış Bedii Bey’in bakışı değildir, onu ve dışı izleyen kameranın bakışıdır-, ama o, bu hayatın içinde kendi ölümünü arar. Kendi toprağını üzerine atacak kişiyi. Onun toprağa bağımlılığı mekân seçimiyle de karşımıza çıkar. Her yer topraktır, savrulan, akan, üzerinden gölgelerin geçtiği, hayat veren ve hayatı biteni alan… toprak.
Arabasının ikinci yolcusu Afgan ilahiyatçıya, kendimi bu hayattan kurtarmaya karar verdim, der. Bir tükenişi yaşamaktadır, devam edecek gücü yoktur ama sebebini söylemez. Tüm bu kısımlarda kamera, çıplak hayata bakar, üzerine hiçbir şey eklemez. Hiçbir şeyi allayıp pullama derdinde değildir. Yalın gerçeklik vardır karşımızda.
İkinci yolcu ile, asıl sorularını atar yönetmen ortaya: İntihar, din, günah, mutluluk-mutsuzluk olguları sorular ve cevaplar arayıcılığıyla sorgulanır.
İntiharın nedenlerini hiç aktarmaz yönetmen, sadece sonucu üzerinde durur. Mutsuzluk. Bu sekansta intihar olgusu, din-felsefe bağlamında ele alınırken çoğu diyaloglar bu olguları açıklamaktan çok uzaktır. İslam dininde kişinin intihar etmesinin yasak olması “Kendini öldürmeyeceksin.” Afganlı ilahiyatçı aracılığıyla verilirken, buna karşılık verilen cevap:
“İntiharın büyük günahlardan olduğunu biliyorum. Fakat mutsuz olmak da büyük günah. Mutsuzken başka insanları incitirsiniz. Bu da bir günah değil mi?” şeklinde mutluluk-mutsuzluk argümanına dayandırılır. Kısaca, mutsuz insanın çevresindeki insanlara zarar verip incitmesi ile intiharın, günah terazisinde denkliği öne sürülmüş olur.
Sorular akıp gitmeye başlar zihninizden: İnsan dünyaya mutlu olmak için mi gelir? Varoluşun nedeni bu mudur? Mutsuz olan insan sırf bu yüzden varlığını yok mu etmelidir ve asıl soru; ölüm, varlığın zıttı mıdır?
Üçüncü yolcu, hasta çocuğunu iyileştirebilmek için para arayışında olan ve kendi teklifini kabul eden Doğal Tarih Müzesinde çalışan bir Türktür: Bakari Bey. Yolculuğun güzergâhı değişir bu kez, yol kadar tabiata ait görüntüler ve renkler de değişir. Yine toprak ağır basmaktadır ama bu sefer toprağa eşlik eden yeşillikler vardır ve farklı renkler karşımıza çıkar. Yolcuyla birlikte yol da değişir, Bakari Bey’in ifadesiyle, uzun yol daha rahattır. Bakari Bey, bu yolculuk esnasında hiç susmaz, devamlı anlatır. Bedii Bey’in durumunu bir fıkrayla özetler:
“Türk’ün biri doktora gitmiş ve doktor bey nereme dokunsam oram ağrıyor, ayağıma dokunuyorum ayağım, göğsüme dokunuyorum göğsüm ağrıyor, demiş. Doktor hiç düşünmeden cevap vermiş:
Sizin bir şeyiniz yok, parmağınız kırık. Hasta olan düşünceleriniz. Bakış açınızı değiştirin.”
Varlık sadece beden midir ve ölmek varlığın zıttı mıdır? Değildir. Ölüm çare değildir öyleyse. Ama parmağınız kırıksa, dokunduğunuz her yerde o acıyı hissedersiniz. Hayat hep o acının merkezinden bakarsınız. Her noktayı acıyor zannedersiniz. Öyleyse kırılan parmağı düzeltmelidir insan, vücudu ortadan kaldırarak acıya son vermeyi tercih etmemeli ve hayatı mutluluk-mutsuzluk düzleminde bir varoluşa hapsetmemelidir.
Bedii Bey, etkilenmiştir Bakari Bey’in konuşmalarından, artık sadece toprak örtmesinin isteminde değildir, önce uyanması için çağırmasını ister, bu yetmez, yüksek sesle çağırmasını ister, bu da yetmez omuzlarından sarsmasını ister. Ölümden çok hayata dönüktür yüzü buralarda ve çaresizce Bakari Bey’in çevresinde dolanır. Ama Bakari Bey’den istediği ilgiyi göremez hatta her şey kendisine bırakılır, sorular, cevaplar… Bakari Bey anlatacaklarını şiirle, anekdotla, anılarla anlatmıştır.
Bedii Bey’in üzerine toprak atacak birini araması -burada bile insan “görülme” çabasındadır-, ölümüne yardımcı olmaktan çok, ondan kaçma isteminin göstergesidir. Bakari Bey’le yaptığı gezi sonrası onun peşine düşmesi, ondan yardım beklemesi, güneşin batışını izlemesi, ümitsizce bu eylemden vazgeçmek için bir neden bulma çabasıdır. Sabırsız, tedirgin ve huzursuzdur. Kendi evinde de bu eylemi rahatça gerçekleştirebilecekken bu yolu tercih etmesi, içinde bulunduğu halden kendisini kurtaracak birini/bir şeyi bulma beklentisidir. Ancak bu kişiyi/şeyi bulamaz. Karar kendisinindir artık. Başkasının kendisi adına veremeyeceği bir cevap/tercihtir bu.
Bu kısımda özel olarak açılması gereken paragraf, Bedii Bey’in intihar için yola çıkıp da, yediği dutla, ondan aldığı lezzetle bir aydınlanma yaşaması, hayata bakışını değiştirmesi ve bunu, küçük, sıradan şeyler bile hayattan vazgeçmemek için bir nedendir açıklaması ile vermesidir. Burada birincil planda bir sorun yokmuş gibi görünür, verilen her nimetin görülmek ve tadılmak için verilmesinin büyük bir lütuf olduğu algısı ön plana çıkar. Ancak ikincil planda, bu bakış, hayatı lezzet/madde temeline oturtmak anlamına gelir, “kaynağı” ne gösterilse gösterilsin. Dut/kirazdan alınan tatla intihardan vazgeçmek, hayatı, maddi temellere bağlamak değil midir? Bedii Bey’i/insanı intihara götüren mutsuzluğunun temeli maddi midir ki, çözüm arayışında maddi bir çözüm yeterli olsun? Ya da varoluş için amaç mutluluk mudur ki, mutluluğun temeli sadece maddi lezzete düşürülsün?
Bedii Bey, yaşadığı ortamın tersine maddi açıdan belirli bir refah düzeyinde olan bir karakterdir. Bir insan varoluşunun nedenini mutluluğa dayandırdığında ve insan buna ulaşamadığında ya da bu, ellerinden alındığında, varoluşunun anlamı kalmaz. Ve intihar bu noktada kahraman tarafından sorunun çözümü olarak algılanır. Bir kez daha söylenmesi gereken şey şudur ki, ölüm varoluşun zıttı değildir. Sadece hayatın zıttıdır. Dünya hayatının.
Filmin sonunda gecenin sabaha evrilip de, Bedii Bey’in uyanıp uyanmayacağı an beklenirken, tam da filmin leif-motifi -bir sorudur bu: üzerine toprak mı atılacak yoksa ellerinden tutulup kaldırılacak mı- cevaplanacakken izleyici karşısında yönetmeni görür ve cevap izleyiciye bırakılır. Kurgunun gerçekliği kırılır. Oysa cevap size ait değildir burada. Postmodern yapıtlarda izleyiciyi/okuru da içine alan eserler, öncül bilgilere dayandırılır. Bu filmde ise böyle bir durum yok. Çünkü yönetmen bu filmde, Bedii Bey’i intihara götüren nedenleri ya da kahramanının iç dünyasını tanıma şansı vermez izleyiciye, sadece onun bir gününü -intihar edeceği günü- aktarır. Kimse Bedii Bey’i tanımaz, onu içselleştirme fırsatını bulamaz, hatta yönetmen kahramanı ile izleyici arasında bir yabancılaşma, uzaklaşma sağlayarak -ister iç(arabadaki), ister dış çekim olsun, kamera asla sizi kahramana yaklaştırmaz, uzakta bırakır-, sizi sadece “intihar olgusu”na yönlendirir, “Bedii Bey’in intiharına” değil. Bunu da yaparak aslında, yönetmen kendi fikrini gizlemiş, sonu insanların kendi bakış açılarına bırakmıştır. Yönetmenin amacı, boşluğu seyircinin doldurmasıysa, daha fazla done vermeliydi seyircisinin eline. Hatta “sonu” kahramanına bırakmalıydı. Kahramanın arayışında aldığı ya da alamadığı cevaplarla seçeceği son, bizim seyirci olarak aldığımız cevaplarla örtüşmeyecektir çünkü; kahramanın önceki yaşanmışlıkları ve sorularına cevap verilip verilmediği, seyircinin giremediği bir alanda, dünde, anlatılmayan kısımda bırakılmıştır çünkü.
Filmin teknik kısmı değerlendirildiğinde, çok farklı tekniklerin uygulandığı, ilgi çekici hatta yer yer şaşırtan cesaretli bir bakışın ürünü olduğu görülür. Film öncelikle, kameranın farklı kullanımıyla dikkat çeker. Biri arabanın içinden Bedii Bey’e ve dışarı bakışı veren -ki yönetmenin değil- sabit kameranın çekimi; diğeri dış plan çekimler ki, fotoğrafik denilecek tarzda karşımıza çıkar. İki kamera çekimi arasında sıkça yer değiştirme-özellikle sabit kamera çekimleri insanı çok yoruyor-; kameranın bazen kararması; seslerle kesilen ve duyulmayan diyaloglar; farklı mekan seçimi-kırsal bölgede geçen hikaye, toprak’a odaklanmasıyla, toprak leitmotifinin sadece diyalog olarak değil, mekan olarak da karşımıza çıktığının ifadesidir-; halktan insanların figüran olarak kullanılması ve özellikle son kısımda film akışının kesilerek kurgunun kesilmesi ve gerçek hayata ait görüntülerle filmin sonlanması filmin teknik anlamda ilgi çekici noktaları. Arka planda verilen sosyo-ekonomik yapı; yeni yapılan yüksek binalar, iş arayan erkekler, ülkelerinden olumsuz koşullar yüzünden göçen insanlar, kozmopolit bir yaşam… filmi bireye odaklanmaktan çıkaran ve onu sosyal alana da taşıyan unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Ama bu demek değildir ki, sosyal ve tezli bir film. Hayır, bu doneler, bireyi ve içinde yaşadığı toplumu yalın gerçeklikle dile getirme işlevi üstlenmişlerdir.
Kirazın Tadı, cevaplardan çok soruları dile getiren, kahramanından öte bir olguya hatta eyleme odaklanan, felsefi ve dini açıdan soru-cevap yöntemiyle bir olguyu sorgulasa da bunun içini/kapsamını çok da fazla dolduramayan, hatta onu muallâkta bırakan, hayat ve ölümü işlerken varoluşun kıyısından geçen ama uzağına düşen; ancak deneysel diyebileceğimiz tekniklerle kendi orijinal çizgisini oluşturan bir sinema örneği.
Abbas Kiyarüstemi, hikâyesini süslemek yerine tam zıddını yaparak, diyalog ve edimlerle gerçek hayatı olduğu gibi yansıtmaya, yalın gerçeği mümkün olduğunca aktarmaya, kamerasını kahramana/objeye değil -hatta onu yabancılaştırarak- olguya odaklayan bir filme imza atmış. Size cevaplar verme telaşında değil, hatta soruları arttırma yolunu tercih etmiş. Tıpkı Bakari Bey’in kararı Bedii Bey’e bırakması gibi, yönetmen de kararı, seçenekleri, tercihi izleyicisine bırakmış. Sonu istediğiniz gibi düşünebilirsiniz. Bu, hayata nasıl baktığınızla ilgili, parmağınız kırıksa, kimsenin aynı acıyı hissetmesini bekleyemezsiniz. Acının merkezi parmaksa, düzeltilmesi gereken odur. O düzeltilmeden, bedeninizin her yerinde aynı acıyı hissetmeye devam edersiniz çünkü.
Bedeni mi yok etmek, parmağı mı düzeltmek?
Üzerinize atılacak toprağı mı tercih etmek, uzanacak eli mi?
Tercih sizin…
17 Yorum
Yazan:MY Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
filmi görmedim ama yazina bayildim,
gerçekten çok iyi bir fikir böyle bir film yapmak, konu ve islenis tarzi çok ilginç, yürekten tesekkürler 🙂
Yazan:aziz yılmaz Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
Ben de Mehmet bey gibi düşünüyorum,filmi izlediğimden tam emin değilim lakin harika bir yazı olmuş.Emin değilim çünkü bir kaç sinema kanalı birden barındıran bir yayın kuruluşundan İran sineması üzerine bir hayli örnek seyretme imkanım olmuştu.Doğrusunu söylemek gerekirse bir iki istisna hariç pek çoğu sıkıcı gelmişti.Yarısına kadar dayanıp bıraktıklarım oldu diyebilirim.Açıkçası İran sinemasının kendine has bir tarzı olduğunu düşünüyorum.Dolayısıyla benim gibi,tüketimi kolay standart kalıplara daha yatkın bir sinema izleyicisi için biraz agır gelebilecek bir tarzı var İran sinemasının.
Diyeceğim o ki,edebiyat olsun,sinema olsun bazı yapıtlar oldukça zor ve ağır gelir.Öyle ki,kitap için bir önsöz ya da tanıtım yazısı içerikten daha doyurucu ve anlamlı gelebiliyor bazen,hatta eserin/yapıtın önüne çıkabiliyor.Ki bu bir film kritiği için de geçerlidir.
Son olarak şunu ekleyeceğim:umut bağlayıp beklentiye girdiğim ama umduğumu bulamadığım bazı kitapları,sırf önsüzüyle teselli bulduğum olmuştur.Bu filmi bir gün izleyecek ve zorlanacaksam şayet, sanırım filme dair bu enfes yazı kâr kalacak.
Yazan:suzannur Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
Mehmet abi, arigato 🙂
Sevgili Aziz Bey, yorumunuza teşekkür ederim. Ben de İran sinemasını yeni yeni izliyorum. Sinema dili farklı ama kültürel kodları o kadar dolu ki, temponun yavaşlığına aldırmayıp izlemek lazım. Hele de seyircisini zorlayan, onu sadece izlemekle bırakmayıp, izlediğini sorgulatan hatta onun bıraktığı boşlukları doldurtan sinemayla nadir karşılaşıyoruz. Bu noktada en çok sevdiğim sinema örnekleri, varoluşa, insana odaklanan, felsefi ve dini sorgulamaları olan, evrenseli yerel olanla harmanlayan kısacası onlardan bir şeyler öğrenebildiklerimiz. Şairin dediği gibi, insan kendi içindeki boşluğu bilmeli. Bilmeliyiz ve o boşluğu doldurmaya çalışmalıyız.
Yazan:ç-z Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
Her nefis ölümü tadacaktır.
Kim demiş dut tadının küçük sıradan şeylerden olduğunu? Yağmurun, güneşin, toprağın, havanın tadını bir kimyager ustalığıyla gövdesinde harmanlayıp, damıtarak 3 mevsimde ancak küçücük dut tanelerine sığdırılabilen ağacın emeği olan ürün sıradan olabilir mi?
Hayat da insanın bir ömürlük mevsimde verdiği meyve. Tadını da insanın hamurundaki kimyadan alıyor. İnsanoğlu çok şanslı. Gövdesi tek bir ağaç gibi ama ondan da her biri farklı tada sahip envai çeşit meyve alabiliyor.
Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü.
Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu.
Hayatta yaşanılan/tadılan/görülen şeylerin önemli önemsiz ya da sıradan değil sıralamasını yapan bizleriz. Birini diğeriyle mukayese ediyoruz. Hayat içinde ona atfettiğimiz öneme/değere göre de sanki aldığımız tat gördüğümüz güzellik sıradanlaşıyor ya da ehemmiyet kazanıyor.
Yazıyı okurken dutun tadına ve sıradanlığına takılıp daha okumayı bitirmeden yazdıklarım bunlar. Dut tadı damağımdayken ve henüz gitmeden neye benziyor tarif edeyim dedim 🙂 Bakalım okuyup bitirince alacağım tat ne olacak?Senin mutfaktan oldukça lezzetli şeyler çıkıyor Suzan eline emeğine kimyana sağlık..
Yazan:ç-z Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
İntihara farklı bir bakış;
http://www.birikimhaber.com/Haber/Gundem/06032011/Ducane-Cundioglundan-sasirtan-aciklamalar.php
Yazan:Hacivat Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
Bu filmi uzun zaman önce izlemiş birisi olarak şimdi bu değerlendirmeyi görünce anlıyorum ki insan kendi kamerasından yani filmin dili ile insan arabanın sağ koltuğundan değerlendirme yapamadan sol koltuğa geçemiyor. Bu öyle bir algı oluşturuyor ki insana bazen kızgınlık bazen hüzün bazen de acılarıyla yüzleştirecek kadar. Bu bir İran filmi olmasaydı o zaman insanlar aynı tepkiye mi verirlerdi? Ya da insan hayatın bitişini aynı şekilde mi düşlerdi. Biliyoruz ki bu filmi izleyen birçok göz hayatın aslında bir son olmadığını bilir kâh bilmese de bu fikre yabancı değildir. Burası bir durak ve asli vatana gitmek için bir yoldur diyebilir. Heidegger’in dünyaya fırlatılmışlığından (dünya’ya bırakılmışlığından) Adem a.s’ın Arafat’ta ki vakfesine uzanan bir düşsel. Neden varız ve mutluluk nedir? Ya umut ve umutsuzluk, hani Allah’ın her ne olursa olsun kesintiye uğratılmasına uğramasına müsaade etmeyeceği, etmediği olgu, onu nereye koyacağız onu ne ile açıklayacağız hem de olabildiğine anlamasız en azından anlamamızın bir çok alanda imkânsız olduğu bu dünya da…
Yazan:ç-z Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
Ancak ikincil planda, bu bakış, hayatı lezzet/madde temeline oturtmak anlamına gelir, “kaynağı” ne gösterilse gösterilsin. Dut/kirazdan alınan tatla intihardan vazgeçmek, hayatı, maddi temellere bağlamak değil midir? Bedii Bey’i/insanı intihara götüren mutsuzluğunun temeli maddi midir ki, çözüm arayışında maddi bir çözüm yeterli olsun?
Bu kısımda benim çelişki olarak görüp anlamakta zorlandığım bir husus var. Maddi olana pozitifist felsefeye muhalefet edercesine yapılan bir itiraz/reddiye var. Masivadan kopup ilahi olana yönelmeyi vaaz edenler ise maddi olan dünya suresini ayet ayet okuyup hatmetmişler. Okuyup da bilebilmenin de kendine has bir tadı lezzeti yok mudur? Kur’anın her bir harfini ezber edip yazılanları, manalarını hücrelerine kadar sindirmek isterken insan, bir dut tadında Yaratanın bir ayetini okuyamaz mı? Bknz. Mehmet Bayraktarın yazısı.
Yaratılmış her şeyde ve her tatta Allah’ı anmak/bilmek kul olmak için halk edilmiş ademoğlu için mutluluk/şükür kaynağı değilse nedir?
Ya da varoluş için amaç mutluluk mudur ki, mutluluğun temeli sadece maddi lezzete düşürülsün?
“Ben bir hazineydim bilinmek istedim” İnsanın “Bilen” olarak seçilip, bilebileceği bu dünyada yaratılmış olması mutlu eden bir lütuf değilse nedir? Ölümü son kabul edenler için elbetteki bir bütün yarıma düşürülmüş olur ama inanan biri için maddi lezzet bilebilmenin, geçilebilen şükür kapılarından sadece biridir. Öyle değil mi?
Yazan:Emilio Santos Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
film çok güzel ve derindir. İlgnçtir. ve yalnızca meraklısına hitabeder. Diğer tüm İran filmleri gibi
Yazan:suzannur Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
Sevgili ç-z kesinlikle haklısın, sıralamayı yapan bizleriz ve her şey mükemmel yaratılmış durumda, yeter ki görebilelim. İyi ki hatırlattın bunu, kalemine sağlık. Aslında filmdeki algıya bu açıdan da yaklaşabilirmişim ama ben kaçırmışım.
Yazan:suzannur Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
Sevgili Hacivat,
“Neden varız ve mutluluk nedir?” Sanırım mutluluk varlık’ımızın neden’ini idrak ettikten sonra yaşayacağımız/yaşadığımız bir hal. Umut ve umutsuzluk da öyle. Maddi temellendirmeye takıldığımızda en küçük olumsuzluk mutsuzluk adı altında değerlendiriliyor, o da umutsuzluğa giden kapıyı aralıyor. En önemli soru, neden varız, kimim ben sorusu. Kimim benin içini ben’inle doldurduğunda fırlatılmışlığı yaşıyor insan; ben’inden uzaklaştığında ayrılığı yaşıyor. Aslında hem bir hem ayrı olma durumunu. Tamamen ‘bir’ olma hali ise her dem, apayrı bir hal ve aşkınlığa dayanıyor. Çok az insanın ulaşabildiği yer orası.
Kısaca hangi noktada olduğumuza göre değişiyor cevaplarımız. ‘Nokta’ konusu ise apayrı bir alan.
Yazan:suzannur Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
Sevgili ç-z, kişi zaten şükür noktasında olsa, intihar eylemini mutsuzluk düzleminde değerlendirmezdi. Yaratılan her şeyde O’nu görmek, bilmek sırrına eren kişiler üzerinden yapılmıyor bu değerlendirmeler öyle ki tüm bu yaratılara bakarken -maddi bile değil- alınan manevi lezzeti dahi aşmaktır aslolan aslında. Çünkü bu sefer ona da takılır insan. Lezzet maddi ya da manevi Asl’a götüren yolda ihlasa götüren kapı ya da destek olabildiği gibi bir yönüyle de başka bir imtihana kapı açar.onu da terk etmek gerekir. Lezzet aşılması gereken bir imtihan olur.
Yazan:ç-z Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
Damakta kalan lezzeti, kalemin kağıtta bıraktığı güzel bir elyazısı izi gibi düşünürsek bilinçli bir tek ediş elbette söz konusu olur. İmtihan çift gözle şaşılaşmadan tek görebilmek olsa gerek.
Virajlı yollardaki viraj tabelaları gibi. Yola yabancıysan tabelalar virajın habercisi oluyor ama yok yola aşinaysan önüne çıkacak tabelayı yoldan dolayı biliyorsun 🙂
Lezzeti aşmaktan kastın sadece maddi tattan(dil-dut) duyulan hazzı aşmak olsa gerek! Peki bismillahirrahmanirrahim demek bir dut-dil lezzetindeyse; maddi değil manevi, bir lezzet söz konusu! Terk edilecek olan, aşılması gereken imtihan ne olur?
Yazan:suzannur Tarih: Mar 8, 2011 | Reply
O imtihana ulaşabildiğimde açıklayabilirim bunu, bakalım bir gün cevabını verebilecek miyim bu soru’nun. Bakalım…
Yazan:ç-z Tarih: Mar 9, 2011 | Reply
haksızlık yok..herşey mükemmel..cevap yoksa soru da yok 🙂
Yazan:Jean-Sol Partre Tarih: Mar 1, 2012 | Reply
Sabah 6′da buraya geldiğinizde iki kez “Bedii bey! Bedii bey!” diye bağırın. Eğer size karşılık verirsem, elimi tutun ve bu çukurdan çıkmam için bana yardım edin. Ama şayet size cevap vermezsem, üzerime 20 kürek toprak atın…
İzlenilmesi gereken filmlerden birisidir Kirazın Tadı. Bedii Bey, bizim zayıf yanımızdır, o şiddet anının resmidir. içindeki hakikat hiçbir zaman ölmemişti bedii bey’in. güzele dönmenin muhteşem şöleni.
teşekkürler.
Yazan:suzannur Tarih: Mar 2, 2012 | Reply
http://www.sinemazingo.com/ adresindeki film tahlillerine okurların dikkatini çekmek istiyorum. Dünya sinemasının en iyi örnekleri ve tahlilleri Sinemazingo sitesinde. Arkadaşların ellerine sağlık.
Yazan:domajor Tarih: Eki 20, 2014 | Reply
Filmin sonu, filmden daha ilginçtir aslında …
Ölümün beklendiği sabah ve yerde, drama kurgusu birden kesilir ve belgesel kıvamında görüntüler başlar…
Yönetmen , başrol oyuncusu ortalıkta dolaşmaktadırlar.
Çevrelerinde de aşağıda ki askeri birliten(kürt askerin askerliğini yaptığı) sabah koşusuna çıkmış GERÇEK ASKERLER vardır. Ağacın altında kazılmış bir mezar yeri yoktur.
Aslında bu intihar ve gömülme , orada YAŞANAMAZDI Kİ …
Peki, adam ne anlatmak istiyor ?
…
Gelin aynı filmi aynı kodlarla Türkiye’de çekelim.
Kahramanımız, İstanbul’da yaşayan bir beyaz TÜRK olsun. Tuzla tepelerinde kendine mezar yeri hazırlayıp gömecek adam aramaya başlasın.
1.yan karakter , Tuzla piyade de er olan bir KÜRT.
(yoksul çiftçi, eğitimsiz ve cahil, korktuğu için karşı çıkar)
2.yan karakter , bölgede ki “medrese”lerde eğitim gören bir MÜSLÜMAN.
(yoksul, sadece dini eğitim almaktadır, dini inancı nedeniyle karşı çıkar)
3.yan karakter , değerli bir işyerinde özel bir uzmanlığı olan bir ALEVİ.
(yoksul, eğitimi ve genel kültürü kuvvetlidir, insani değerlerle karşı çıkar/ kişisel çıkarları için kabul eder)
Sonunda da Tuzla Piyade erleri sabah koşusunda , “yaylalar, yaylalar” türküsüyle gelir,
düşünce ve eylemi engellerler.
Siz bu Türkiye’li senaryodan ne anlıyorsanız,
yönetmen İran’da onu anlatıyor.
Siz , yine de mutlaka filmi izleyin.
Herkesin metaforu kendine değil mi?