Nişanyan’la bir çay içimi…
By Sevan Nisanyan on Mar 10, 2011 in Türk Adaleti, vicdan
Şirince’de yıkım kararlarının uygulanıp, uygulanmayacağı muammasının en ateşli günlerinde yerel medya da bu olaya ilgi göstermişti. Yalnız Ulusal medyanın aksine Yerel Medya işin kadastro tarafıyla ilgilenmemiş, komplo teorilerine yoğunlaşmıştı. Bildik, saçma şeylerle, üçüncü sınıf komploları içinde barındıran ilkel snopsislere tepki mahiyetinde yazılmış bir yazıdır aşağıdaki yazı.
İbrahim Becer
Cem yılmaz’ın oynadığı reklam filmini hatırlarsınız. Sahibi olduğu arabanın gerçek gücünü göstermekten uzak olduğunu düşündüğü için rakip sürücüyü şöyle suçluyordu Cem Yılmaz: “Arabanın hakkını ver, hakkını…”
Kitle İletişim Araçlarında bir köşe sahibi olabilmek için azami emek harcanması gerek şart olsa da, gökten zembille inmek de yetiyor bazen. Ben sadece burada yazmadığım, değişik mecralarda da yazdığım için bu işi ciddiye almakla mükellefim. “Yazar” olduğu iddiasını ağız dolusu haykırmadan “karınca kararınca” bu işi yaptığını sananların bu ciddiyetten uzak, mesnetsiz atıp tutmalarına dün de alışamadım, yarın da alışacağımı sanmıyorum.
Sevan Nişanyan hakkında bir süredir birşeyler yazılıp çizilmekte. Olay kısa bir süre içinde bir imar problemi olmaktan çıkıp çarpık bir ideolojik savaşa dönüştü. Anlayabildiğim kadarıyla da tartışmanın merkezine Nişanyan’ın “Yanlış Cumhuriyet” kitabı oturtularak, kendisinin ne menem bir ‘Atatürk Düşmanı’ olduğu yerleştirilmek isteniyor.
Sevan Nişanyan’la şahsi bir tanışıklığım olduğu gibi, bahse konu kitabı da imzalı haliyle, diğer bin küsur kitap gibi kütüphanemde mevcut. Yazarken kendisinden müstefid olduğumu da belirtmek zorundayım. Bilenler biliyordur, kendisi aynı zamanda bir etimologtur. Herhangi bir kelimenin tarihsel macerası hakkında detaylı bilgiye sahiptir yani. Geçende “mültefid” kelimesinin kullanımı konusunda kendisine başvurduğumda yardım ettiği gibi Şirince’ye de davet etmişti beni.
Davete elbette icabet ettim ve geçtiğimiz Pazar günü atladım Şirince’ye gittim. İsteseydim olaylar sıcakken giderdim ama bekledim ki “köşeleri bilfiil işgal etmiş olan yerel medyanın mümessilleri” önden buyursun ve doyurucu bir mülakatla bizi aydınlatsınlar. Yani, ismini koyduğu köşenin hakkını versinler istedim. Karnından konuşmasın, bildik beylik numaralarla bel altı vurmasınlar. Bedava şarap içmek fırsatı hasıl olduğunda yayan yollara düşenler, kamuoyunu aydınlatmak için sekiz kilometrelik yola gitmeye üşendiler.
Neyse, içimdeki “mürtecisin be İmam?” sesine “mürteciyim hamdolsun!” şeklinde cevap verdikten sonra Şirince’ye vasıl oldum. ‘Mürteci’, malum olduğu üzre ‘rücu’ kökünden türemiştir. Güzeli, dostluğu, vefayı eskide bulacaksak şayet, bazen rücu etmek, geri dönmek iyidir.
Sevan Usta’yı bir dostuyla oturmuş sohbet ederken buldum. Yorgun değildi, yılgın da değildi ama hayal kırıklığı olduğu belliydi. Bizimle beraber oturmasına rağmen sanki boş kalsa Şirince’ye hakim terastan o derin manzaraya dahil olmak ister gibiydi. Herşeye yine hakimdi, herşey yine kontrolü altındaydı ama heryerden gelen desteğin zerresini yakınlarından bulamamak Ona anlamsız geliyordu. Sevan nişanyan2a baktığım zaman bana da birşey anlamsız geliyordu:“Bir insan hem böyle yuvarlak hatlara sahip bir gözlük takıp hem de bu kadar sert köşelere haiz fikirlere nasıl sahip olur?”
Ne yalan söyleyeyim, yuvarlak gözlük takanlar benim için her daim etliye sütlüye karışmayan, naif, kırılgan tiplerdir. Ben sırf bu yüzden Gandhi’ye bile direnişi yakıştıramamıştım. ‘Ensesine vursan, Hindistan’ı alırsın’ tipinde bir adamdır sırf bu sebebten Gandhi benim için. Oysa ki ben Pazar günü Sevan Nişanyan’a baktığım zaman, hem de yuvarlak gözlüklerine rağmen hiç de öyle bir adam göremedim. Diktiği kulenin de, yazdığı kitabının da dimdik arkasındaydı. Muarızını bulsa belki yine meydan okuyacak, hak bildiği yolda yalnız da olsa yürüyecekti.
Ne konuştuğumuzun hiçbir önemi yok. Memleketi Amerikalılara satmadığımızdan emin olabilirsiniz. Hele Şirince’yi parselleyip Columbia Üniversitesinin bir kampüsüne dönüştürmek gibi bir konuya hiç girmedik, müsterih olabilirsiniz. Fakat bir konuda hemfikirdik: “ihaneti dillendirenler bu ülkede çakılı bir çivisi olmayanlardır”.
Bir çay içimi kadar oturduk ve kalktım. Beni dış kapıya kadar uğurlayarak büyük bir nezaket gösterdi. Çerkeslerin bir sözü geldi aklıma: “Seni evinin dış kapısına kadar uğurlamayan kişinin evine bir daha gitme” diye nasihat eden bir sözdü.
Yuvarlak gözlükleri vardı ve halâ köşeleri sert fikirlere sahipti.
Çerkes değildi ama ziyadesiyle misafirperverdi.
Aklımda tek bu kaldı…