RSS Feed for This Post

Post-Modern Zamanların Modern Hayaleti: Milliyetçilik

Sunuş: Okuyacağınız yazıyı yayına girmeden önce uzun uzun düşündük. Aslında “iyi bir DD makalesinde” bulunması gereken bir çok özelliği bünyesinde barındırıyor. Özgün fikirler,eleştirel bakış, toptancı önyargılar karşısında tahlile davet… Emekleri için Berrin Hanım’a teşekkür ediyoruz. Ama dediğim gibi uzun uzun, biraz da kara kara düşündük yayınlamadan önce. Zira makaledeki bir tek paragraftan biraz … nasıl diyelim… “rahatsız” olduk. Bunu yorumlarımızda belirtmek niyetiyle makalenin tamamını ilginize sunuyoruz. (MY)

 

Post-Modern Zamanların Modern Hayaleti: Milliyetçilik

Berrin Sönmez

Moderne ait ne varsa sorgulanmakta günümüzde. Eleştirilmekte kıyasıya… Özellikle de bizim gibi model alma yoluyla modernleşmeyi seçmiş daha doğrusu modernleşme buyruğuyla dönüşmüş toplumların günümüzdeki sancısı bu. Geçmişle yüzleşmek. Zira hayatımıza renk ve ışık kazandıran, gönüllerimizi şenlendiren birçok unsurun yanı sıra belki bunların verdiği hazlardan çok daha fazla acılar yaşadı her toplum, modernleşme sürecinde. Biz de başka toplumlar gibi meşhur halaskarların yönlendirdiği meçhul kahramanların/askerlerin yardımıyla (!) homojen toplum hayaliyle yanıp tutuştuk. Hem de yakıp kavurduk, memleketi, kültürleri ve dilleri ve insanların mutluluk emelini kül edip savurduk, bilinmeyen zamanlara. Gelin görün ki o zamanlar da geldi şimdiki anımızı kuşattı.  Modern hayaletlerle kuşatılmış halde bir kâbustan uyanmaya çalışıyoruz. Günümüz sosyal ve siyasal gerilimleri, su meşhur filmin gerçek hayata yansıması adeta… Hayalet avcılığı yapıyoruz. Benedict Anderson’un ünlü kitabına verdiği Hayali Cemaatler isminden mülhem, hayalet deyişim, homojen toplum idealine. Bu ideale dayanak yapılan bir milliyetçilik anlayışı, başka kültürleri, dilleri, soyları yok sayan/yok eden bir ideoloji geçen yüzyıldan günümüze kaçmış bir hayaleti andırıyor. Ve, bizi kovalıyor. Dönemi kapatamadığımız, kitabın son sayfasını yazamadığımız için.

Bir kitabın sonuç kısmını yazmak gibidir bir devrin kapanması. Başa dönüp yazılanları/ yapılanları nihai tanıma kavuşturmak gerekir. Geriye dönük gözden geçirmelerde, mevcut değerlere ulaşmanın kıvancı yaşanır. Tüm toplumu bu kıvanca ortak etmek için hoşnutsuzlukları gidermek gerekir. Batı, kitabını tamamlarken, geriye dönüp geçmişiyle hesaplaştı. Hatalarıyla yüzleşip acı verdikleriyle helalleşti. Öyle görünüyor ki, 19.yy. başından itibaren modernleşme sancıları içinde sürekli değişim yaşayan her ülke benzer hesaplaşmayı yaşayacak… Modernleşmeyi tamamlayıp yeni bir çağa adım atmanın başka bir yolu yok gibi…

Başörtüsü yasakları, Kürt sorunu ve açılım, Ermeni sorunu ve özür tartışmaları, azınlık hakları, Alevi açılımı gibi birçok sorunun yanı sıra milliyetçilik ve laiklik anlayışımız da yeni döneme girebilmek için gözden geçirilmesi gereken modern kazanımların yol açtığı zararlardan. Bir hasar raporu çıkarıp, hataları telafi etmek ve acıları gidermek zorundayız. Ancak iyi yol alabilmek için öncelikle her kavramı yerli yerinde kullanmak gerekiyor ki hasarı giderirken yeni kazalara ve yıkımlara sebep olmayalım. Resmi ideolojinin temel yapı taşlarından milliyetçilik üzerine tartışmak istiyorum bu yazıda. Milliyetçilik nedir, ne değildir demek abes sayılabilir ancak günümüzde tüm kötülüklerin içinde saklandığı bir kutu olarak algılandığı da bir gerçek. Kitabımızı tamamlamak için Avrupa’nın bu işi nasıl yaptığını, modern zamanlarını hangi ruh haliyle kapattığını da doğru tahlil etmeliyiz.

Nazan Maksudyan’ın, Türklüğü Ölçmek adlı kitabını 5 Kasım 2010 tarihli Derin Düşünce sitesindeki yazısında tanıtan Mehmet Yılmaz’ın şu satırları önemli:

 Avrupa, Japonya ve Amerika on milyonlarca masum insanı öldürdükten sonra ırkçılığın yanlış bir şey olduğunu anladılar ve özellikle Avrupa devletleri bu hastalığı resmî ideolojilerden çıkarma gayretine girdiler. Bugün Avrupa’da hâlâ bir çok haksızlık yapılsa da ırkçılığa karşı ciddi bir tavır olduğunu gözleyebiliriz. Gelişmiş devletler meşruluklarını hukuktan, demokrasiden, halka verilen hizmetlerden almaya çalışıyorlar.”

Maksudyan’ın kitabının ve Mehmet Yılmaz’ın tanıtımının geneline katılmakla beraber tanıtımdan alıntıladığım cümlelere bir eleştiri getirmek isterim. Anılan gelişmiş demokrasilerin, ırkçılığa karşı ciddi bir tavır içinde olduklarına katılmamak mümkün değil. Ama sebebi ırkçılığın yanlış bir şey olduğunu anlamaları mı yoksa hayallerine kavuşmuş olmaları mı? Bence ikincisi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendilerine verdikleri yeni biçimden mutluydular. Hayal ettikleri toplum yapısına kavuştuktan sonra bin bir zahmetle ulaştıkları yapıyı korumaya çalışmak, onların ırkçılıkla mücadelesi. Bence modern sayfaları kapatıp yeni bir çağa, yeni bir düzene adım atışları. Geçmişle yüzleşerek kitaplarını tamamlamış oldular.  Yeni hayallerle beraber yeni hatalara da yelken açtıkları için, hala birçok haksızlık görmekteyiz Avrupa’da. Mesela İslam korkusu ve düşmanlığı, modern zamanlara mahsus ırkçılığın, faşizmin post-modern zamanlarda aldığı yeni şekil… Zira ırkların soyların tahtına kültürler, inançlar oturdu günümüzde ve Avrupalı kavuştuğu hayalin başka kültürlerle değişmesini istemiyor.

Değişen Zamanların Değişmeyen Suçlusu

Bir modern fenomen olarak milliyetçilik, son iki yüz yıla ait tüm olumsuzlukların baş sorumlusu kabul edilmekte, dünyada ve ülkemizde hemen bütün entelektüeller tarafından yerilmektedir. Diğer taraftan ülkemizde olduğu gibi dünya genelinde de geniş halk kesimleri, seçmen ve siyasi partilerin milliyetçi reflekslerinde, geçen yirmi-otuz yılla kıyaslarsak son yıllarda artış gözlenmektedir. Siyaset/ halk ve entellijansiya arasındaki belirgin davranış farklılığı yadırganacak bir durum olmamakla birlikte makasın giderek açılıyor olması üzerinde düşünülmeye değer görünüyor. Bu bağlamda özellikle aydınların, popülist siyasetin itici güçlerini tanımlamakta zorlandığı; modernleşme sürecinde ulaşılan ve modern ötesi zamanlara taşınmakta olan insani ve ahlaki değerlere, geniş halk kitlesinin katkısını elde etmekte başarısız kaldığı söylenebilir.   Nedenler üzerine kafa yorduğumuzda ilk göze çarpan yanlışların başında, aynı zamanda yaman bir çelişki olarak karşımıza çıkan, kavramsal tutarsızlık geliyor.

İyi düşünen, iyi okuyan, birikimli ama sıradan insanların bile düşmeyeceği hatalara, dünya çapındaki entelektüel fikir adamlarının yazılarında rastlıyoruz. Üstelik her konuda -özellikle sol ideolojilerle ilgili- moleküler ayrışmanın dile geldiği, dikkate alındığı, farklılaştıkları hususların ayrıntılarıyla tartışıldığı ortamda milliyetçilik kavramı, bırakın kendi içindeki ayrımlardan söz etmeyi, pek çok başka kavramla bütünleştirilerek ele alınmaktadır. Toptancı bir yaklaşımla sorunların dile getirilmesi sırasında kimi zaman ırkçılık, kimi zaman şovenizm ve faşizm milliyetçilikle eşitleniyor. Çoğunlukla da devletçilik, bizim ülkemizdeki milliyetçilik tartışmalarında özdeş kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Kolaycı ve aynı zamanda buyurgan bir aydın söylemiyle… Asıl gariplik ise kimi yazarların sürekli eleştirdikleri jakoben ruhu, milliyetçilik tartışmaları esnasında takındıkları tavırla, birebir yansıtıyor olduklarının farkına varamayışları. Otoriter ve totaliter politikaları eleştirirken, buyurgan, toptancı ve tepeden inmeci davranmak aynı zamanda milliyetçi yaklaşımları, bu kavramlarla da özdeşleştirerek eleştirmek, ciddi bir çelişki… Şüphesiz milliyetçilik kavramının bağımsız bir ideoloji olmayıp, çeşitli ideolojilerle eklemlenerek hayatiyet kazanıyor olması, anılan çelişki ve garipliklerin sebeplerinden biridir. Diğer taraftan milliyetçi partilerin, politikalarını belirlerken kendilerini geliştirme yönünde adım atmak bir yana, milliyetçilik kavramını tartışmaya açmayı bile reddeden tutumları siyasi hayatımızı kısırlaştırdığı gibi fikir üretimini de milliyetçi fikirlere mesafeli aydınlara terk etmek ve sonuçlarına katlanmak mecburiyetini doğuruyor. Farklı sebepler de sayılabilir elbette ama netice şu ki her şeyin baş döndürücü bir hızla değiştiği, atomlarına ayrılarak, bölünerek dönüştüğü dünyada bir tek milliyetçilik kavramı, dondurulmuş; iki yüz yıllık bir buz kalıbı halinde saklanmak isteniyormuş gibi görünüyor.

Modern zamanların insanlık bilincine kazandırdığı pek çok artı değer yanında insanlık suçlarını da katlayarak arttırdığı bir gerçek. Sosyolojik ve kültürel mensubiyet şuurunun bu dönemde, ulus-devletlerin oluşumu sürecine temel argüman teşkil ederek siyasallaştığı da bir başka gerçek. İnsan hakları ve eşitlik fikirlerinin katkısıyla ortaya çıkan, toplumların kendini yönetme arzusunun, devletler hukukunda tanınmasıyla birlikte milliyetçilik savaşlarının, insanlık dışı kıyımlara yol açtığı da… Üstelik bu listenin sayfalarca uzatılabileceği, soykırım, asimilasyon, zorunlu göç ve çaresiz kaçışlarla yaşanan dramlar da bilinenlerden. Hepsi tarihe, modernitenin hata hanesine yazılmış durumda. Bu gerçekleri reddetmeksizin, yaşanan acılarda tüm kusurun sadece milliyetçi politika ve duygularda olmadığını söylemek de mümkün. Çünkü dünya genelinde, egemenlik kavramının aldığı modern şekil, kimi zaman milliyetçi politikaları kendine kılıf yapsa da sosyalist ideolojinin de kolektifleştirme politikalarıyla benzer uygulamalar yaptığı tarihi gerçeklerdendir. Faşizm ve milliyetçilik arasında bir eşitlik kuranların görmesi gerekir ki faşizan yöntemler, bütün siyasi ideoloji ve eğilimlerde, sıkça kullanılan bir araç olmuştur. Keza ırkçı uygulama örneklerine baktığımızda kullanılan gerekçenin milliyetçilik duygu ve düşünceleriyle hiçbir alakası olmadığını görürüz. Zaten tanımlanan sayısı belli ırklar içerisinde onlarca millet, dil ve kültür barınmakta iken, ırkçı politikaları milliyetçilikle eşdeğer tanımlamak akıl alır gibi değil. Devletçilikle özdeşleştirilmesi de ayrı bir facia… Milliyetçi olmayan devletçi yönetim anlayışları görüldü, tüm dünyada. Üstelik bizim ülkemizde “ulusalcılık”  kavramının üretilmesi de milliyetçi düşüncenin, devlet ideolojisiyle tam olarak örtüşmüyor olmasından kaynaklanmıştır. Esasen milliyetçi fikirlerin devlet ideolojisine ram edilmesi maksadıyla, cumhuriyetin ideolojik temelleri atılırken yapılan ilk işlerden birisi Türkocağı’nın kapatılmasıydı. Toplumu biçimlendirmek için kurulan Halkevi aynı zamanda milliyetçilik fikriyatının değiştirilmesine de hizmet etmiştir. Yine de geniş halk kesimi ve az sayıdaki milliyetçi aydının fikir yapısında ulaşamadığı güçlü bir damar daima süregelmiştir. Özellikle 12 Eylül darbesinin çabalarından biri milliyetçi fikirleri devletin tekeline almaktı. Fakat herkesi şaşırtan o gizil güç, ulaşılamayan damar hala canlı olarak varlığını sürdürüyor. Tanımlanması kolay olmayan bir kültürel miras gibi… Çünkü milliyetçilik hiçbir zaman salt siyasi sistem olmadı. Daha çok bir tavır alış, bir anlayış tarzı veya dünya görüşü olarak adlandırmak yerinde olur, milliyetçi fikirleri. Haksızlık etmemek için belirtmek gerekir ki, bu tavır alışlar zamana ve şartlara göre devletçiliğin, ırkçılığın, faşizmin yanında olmuştur. Kimi zamanlarda da bağımsızlığın, hür iradenin, özgürlükçü ve gelişmeci politikaların yanında yer aldığını gördük. Sosyalizmin içine sızmış olarak da bulduk onu, din temelli cumhuriyet ve krallıkların politikalarında var olduğunu da… Bütün bunlar bilinmez değil elbet ancak bizde ve diğer ülkelerde pek çok entelektüelin bu gerçekleri görmezden gelerek, toplumsal sorunların neredeyse tek sebebi olarak milliyetçi düşünceleri göstermelerinin nedenleri, ürerinde tartışılmaya ve ayrıca incelenmeye değer bir konu.

Pandora’nın Kutusu: Egemenlik Tutkusu

Geçmişte ve günümüzde insana / bireye acı çektiren politikaların kaynağı ise ideolojiler veya gizli güçler değil çok görünür ve somut bir gerçek. Mesele hâkimiyet kurmak için insanları, toplumları, kültürleri yok sayan, yok eden zihniyette. Modern insanın, tabiata galebe ederken, canlı ve cansız tüm varlıkları hoyratça tüketirken, diğer insanları da nesneleştiren, benmerkezci iktidar tutkusunda. İdeolojiler sadece bir araç. Bu kötücül egemenlik ihtirasının, milliyetçilik kadar sosyalizmi de hatta laiklik kavramını da birer baskı aracı haline getirdiğini görmek için filozof, tarihçi ya da siyaset bilimci olmak gerekmiyor üstelik. Biraz geçmişten ve günümüzden haberdar olmak yeterli… Demokrasi söylemlerinin işgal ve savaş gerekçesi olarak dünyaya yutturulduğu günleri yaşayarak gördük. Belki çok kimse inanmadı ama devletler planlarını yürüttüler. Küresel hâkimiyet projesi için, demokrasiyi kullanarak, toplumlar üzerinde baskı kurmayı başardılar. Ve… Gerekçeleri asla milliyetçilik olmadı. Dolayısıyla asıl tartışılması gereken konu ideolojiler, siyasi sistem ve yöntemler değil insanlık bilincinde yaşanan kırılmalardır.

Modernleşmenin başlangıç safhasını hazırlayan düşüncelerin liderleri, aydınlanmanın sloganlarıydı. İnsanı yeniden tanımlayan fikirler… Dünyayı bambaşka bir çağa taşıdı. Ancak onca değişimin açtığı yolda ilerlerken insanoğlu, Cengiz’e, İskender’e rahmet okutan, geçmiş asırların zalim monarklarını kat kat aşan zulüm örnekleri sergiledi. Ne yazık ki hala bitmiş değil. Fakat günümüzde milliyetçi söylemin hız kazanmış olması gibi aydınların milliyetçiliği çok tartışır hale gelmesi gibi insan hakları kavramı da hak temelli mücadeleler de zihinlerimizde ve dilimizde çok yer işgal ediyor. Böylesi bir paralellik, modern ötesine taşınacak değerlerin yeniden tanımlanmakta olduğunun bir göstergesi sayılabilir. Modernitenin ürettiği kavramları, kusurlarını ayıklayıp, dönüştürerek yeni bir çağda, insanlığın hizmetine sunmak imkânı veren günler. Milliyetçilerin de kendilerini sorgulaması için elverişli bir dönem. İnsanı önceleyen, özgürlükçü politikaların üretildiği bir milliyetçilik anlayışı pek ala mümkün. Serbest tartışma ortamıyla milliyetçi aydınlar, toplumumuzdaki o gizli cevheri açığa çıkarmayı başardıkları takdirde, farklı soy ve kültürleri ötelemeyen, her din ve dile en az kendisi kadar özgürlük hakkı tanıyan, geleceğin milliyetçilik anlayışını üretebilirler. Türkiye’de var olan milliyetçi hassasiyet ve fikirlerle Müslümanlık arasındaki o çok merak edilen ilişki de belki muhtemel tartışmalar sırasında izah edilip, bir tanıma kavuşabilir.

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

 

 Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

Ermeniler ve Türkler

Ermeni kimliği var oldukça 1923 model Türk kimliği bozuk bir makine gibi gıcırdamaya devam edecek. […] Neden bize bu kadar benziyorlar? Pastırması, sucuğu, yaprak dolması, müziğiyle, gelenekleri, ailelerine bağlı oluşlarıyla bir de Türk’ten daha fazla Türk mü onlar? Yoksa bu mu bizi sinir eden? […] Artık Anadolu insanının %100 safkan Türk olmadığını, tersine bütün bu etnik unsurların karışımı ve mirasçısı olduğunu idrak etme vakti gelmedi mi? Artık TEK BİR “BİZ” olduğunu, atalarımızın bir kısmının Kürt, diğer bir kısmının Rum, Gürcü, Arap, hatta ve hatta Ermeni olduğunu idrak etmemiz gerekmiyor mu? Buradan indirin.

Trackback URL

  1. 7 Yorum

  2. Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Mar 15, 2011 | Reply

    Berrin Krdeşim

    Aramıza hoşgeldiniz öncelikle.
    Biraz sert eleştirebilirim. Kırılmaca darılmaca yok.

    Yazıyı okuduğum andan itibaren, hep içimde bir soruyu kendim de saklı tuttum : “Berrin kardeşim acaba milliyetçiliğin avukatlığını mı yapıyor diye ?”
    O yüzden yazıyı defalarca okudum… Ben mi yanlış düşünüyorum diye…Lakin son paragrafı, endişelerimi haklı çıkarır mahiyette gördüm kanaatimce…
    Hadi o kadar acımasız olmayayım 🙂 Yazı iyi niyetli fakat yanlış anlamalara çok müsait.

    Evet milliyetçiliğin sebep olduğu kıyımları kabul ediyordu… Yazının güzel tarafıydı bunlar.. Ve hatta milliyetçilik fikrinin değişik ideolojilere eklemlenerek değişik kılıf ve görüntüler de meydana getirdiği zararlardan da bahsediyordu…

    Bunlar güzel tespitlerdi. Mesela şu tespitler çok hoşuma gitti (Yazının en sevdiğim kısmı):

    “Şüphesiz milliyetçilik kavramının bağımsız bir ideoloji olmayıp, çeşitli ideolojilerle eklemlenerek hayatiyet kazanıyor olması, anılan çelişki ve garipliklerin sebeplerinden biridir. Diğer taraftan milliyetçi partilerin, politikalarını belirlerken kendilerini geliştirme yönünde adım atmak bir yana, milliyetçilik kavramını tartışmaya açmayı bile reddeden tutumları siyasi hayatımızı kısırlaştırdığı gibi fikir üretimini de milliyetçi fikirlere mesafeli aydınlara terk etmek ve sonuçlarına katlanmak mecburiyetini doğuruyor. Farklı sebepler de sayılabilir elbette ama netice şu ki her şeyin baş döndürücü bir hızla değiştiği, atomlarına ayrılarak, bölünerek dönüştüğü dünyada bir tek milliyetçilik kavramı, dondurulmuş; iki yüz yıllık bir buz kalıbı halinde saklanmak isteniyormuş gibi görünüyor.”

    Evet güzel tespitler var. İnsanların çektikleri acılarda sosyalizmin ve laiklik gibi unsurların da kabahatli olduğunu savunuyordu. Ve yine güzel bir tespit : “Dolayısıyla asıl tartışılması gereken konu ideolojiler, siyasi sistem ve yöntemler değil insanlık bilincinde yaşanan kırılmalardır. “

    Ancak bu tespitler milliyetçiliği de aklamazdı kanaatimce.

    Ve (kaba bir tabir olacak ama :)) dananın kuyruğunun koptuğu son paragraf :

    “İnsanı önceleyen, özgürlükçü politikaların üretildiği bir milliyetçilik anlayışı pek ala mümkün. Serbest tartışma ortamıyla milliyetçi aydınlar, toplumumuzdaki o gizli cevheri açığa çıkarmayı başardıkları takdirde, farklı soy ve kültürleri ötelemeyen, her din ve dile en az kendisi kadar özgürlük hakkı tanıyan, geleceğin milliyetçilik anlayışını üretebilirler. Türkiye’de var olan milliyetçi hassasiyet ve fikirlerle Müslümanlık arasındaki o çok merak edilen ilişki de belki muhtemel tartışmalar sırasında izah edilip, bir tanıma kavuşabilir.”

    Berrin kardeşim kusura bakmasın ama bu paragrafi hiç sevmedim. Yukardaki yeni milliyetçilik tanımının çelişkilerini (zira her milliyetçilik, karşıtını besler) bir kenara bırakalım…
    Biz Allah’ın ipine sarıldıkça, kendimize döndükçe, bırakın milliyetçiliği tekrar tanımlamayı, artık böyle “MALAYANİ ŞEYLERLE” (ne dünyaya ne de ahirete yaramayan işlerle, düşüncelerle)uğraşacağımızı hiç düşünmüyorum ve hatta bir daha bu tip kavramların üzerini bir daha açılmamak üzere mühürleyeceğimizi ve nokta koyacağımızı düşünüyorum. Evet bence kitabın son sözü bu olsa gerek.

    Biraz sert eleştirmiş olabilirim. Zira Berrin kardeşimde ışık gördüm. Daha iyiyi daha güzeli yakalasın diyedir bütün maksadım…

    Sürçi lisan ettiysem affola …

    Selam ve dua ile MB

  3. Yazan:ali yardım Tarih: Mar 15, 2011 | Reply

    milliyetçilik bireyselleşmenin ilerlediği modern zamanlarda doğdu. bu bir bakıma tezatlı görülebilir. bir yandan geleneksel cemaatçi toplum yapısı dönüşüme uğruyor, diğer yandan dini anlayışlar sıkı biçimde eleştiriliyordu. ulus-devlet öncesi siyasi yapılar genellikle meşruiyetini dinden sağlıyordu. sekülerleşmenin ve eleştirel aklın gelişmesiyle bireycilik kuvvet kazandı. diğer yandan da seküler ulus-devlet doğdu. bireylerin üzerindeki devletin meşruiyet kaynağı artık milliyetçilikti. bize “niçin savaşmalıyız, devlet mükellefiyetlerini niçin yerine getirmeliyiz?” gibi soruların cevap kaynağı milliyetçiliğin resmi ideoloji haline gelmesiyle giderildi. resmi ideoloji bize kabaca, devletin cefasına niçin katlanmamız gerektiğini dünyevi bir biçimde açıklayan bir alet oldu.
    Cevdet paşa bu noktada Osmanlı yapısında daha geleneksel-cemaatçi yapı çözülmediği için şöyle itirazda bulunmuştu:”biz askere vatan için öleceksin dediğimiz vakit, asker bu “vatan” kelimesinden köyünü memleketini anlar” dinin kuvvetli ve eleştirilemez olduğu bir toplum yapısında, bütün toplumsal seferberlikler dini referansla sağlanıyordu. bugün bile geleneksel-cemaatçi toplum yapısının tamamen çözüldüğü Türkiye’de, şehitlik-gazilik gibi dinsel referanslar işlevseldir.
    bütün bu açıklamaları şunun için yaptım. sekülerleşen dünyada, resmi ideoloji ve meşruiyet sağlama aracı olarak milliyetçiliğin alternatifi yoktur. Türkiye’de gittikçe cılızlaşan dinsel referanslar, devletin aracı olarak kullanılmaya müsaid değil. milliyetçilik gibi kendini söylem olarak dinselleştirebilen(mitolojik anlatılar ve milliyetçi tarih yazımı kullanarak) ideolojilerin kısa dönemde kuvvet kaybetmesi zor. aşırı milliyetçilik de şüphesiz şiddet dili haline gelen ve kuvvetli otoriter eğilim sahibi bir milliyetçilik versiyonu.aşırı milliyetçi söylem insani duyarlılıkları önemsizleştiren, inasnı nesneleştiren bir dürtüye sahip(aşırı sol ve aşırı dincilik gibi) bu yüzdendirki nazi kırımı yaşandı ve Türkiye’de Hrant Dink öldü.
    milliyetçilik görmezden gelemeyeceğimiz bir kavram. tahripkar versiyonlarının panzehiri liberalizmin aşırı bireyciliği değil, insani duyarlılık.

  4. Yazan:Berrin Sönmez Tarih: Mar 16, 2011 | Reply

    Merhabalar Mehmet Bey, hoş bulduk, hoş gördük. İlkin affola demişsiniz nezaket göstermişsiniz eksik olmayın. Ancak kusur yok ki afv söz konusu olsun. Eleştirileriniz kıymetli ve şüphesiz haklı olduğunuz çok yer var. Fakat insanlık hali övgülerinizi daha fazla önemsedim:)) teşekkürler. Kitabın son sözü dileğinize de katılıyorum. Benim gönlümün muradı da bu emin olun.
    Lakin yaratılış gerçeğinden hareketle, farklı renk,soy ve dillerde yaratıldığımız bize “…ta ki tanışasınız” hükmüyle bildirildiği için sosyolojik mensubiyet şuuru çerçevesinde bir bağlılık duygumuzun ilanihaye var olacağına inanırım. İşte bu çerçevenin dışına taşmayacak bir milliyet bağının inkarını da imkansız görürüm. Bize düşen kanaatimce İslami değerlerle sürekli mensubiyet şuurumuzu test etmek. Aidiyet duygumuz dini inanç esaslarımızın önüne geçecek olursa bir birimizi ikaz etmek sanıyorum ki yapmaya çalıştığım da buydu.
    Emaneten
    Berrin

  5. Yazan:Berrin Sönmez Tarih: Mar 16, 2011 | Reply

    Ali Bey, yorumunuz etkileyici, haklısınız insani duyarlılık tek çaremiz. Ancak toplumun ve bireyin huzur ve mutluluğunu önceleyen bir hukuk sistemi ile anayasal bağlılık gerçekleşirse eğer geleceğin toplumu milliyet esası üzerine kurulmayabilir. Yani insani duyarlılık anlayışını bireylerin vicdanına bırakmayacak bir sistem inşallah benim de ümidim. Katkılarınız için teşekkür ederim. Emaneten
    Berrin

  6. Yazan:MY Tarih: Mar 16, 2011 | Reply

    Berrin Hanim, yeniden selam,
    Makalenizde fikirlerin sunusu konusunda gösterdiginiz özen için özel olarak tesekkür ediyorum. Genç yazar adaylarina örnek olacak bir sabir ve özenle adeta dantel isler gibi yazilmis bir yazi, bastan sona zevkle okudum.

    simdi elimden geldigince bazi yerleri yorumlamak isterim, sizin sözlerinizi koyu harfle tekrar edecegim:

    “… Maksudyan’ın kitabının ve Mehmet Yılmaz’ın tanıtımının geneline katılmakla beraber tanıtımdan alıntıladığım cümlelere bir eleştiri getirmek isterim. Anılan gelişmiş demokrasilerin, ırkçılığa karşı ciddi bir tavır içinde olduklarına katılmamak mümkün değil. Ama sebebi ırkçılığın yanlış bir şey olduğunu anlamaları mı yoksa hayallerine kavuşmuş olmaları mı? Bence ikincisi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendilerine verdikleri yeni biçimden mutluydular. Hayal ettikleri toplum yapısına kavuştuktan sonra bin bir zahmetle ulaştıkları yapıyı korumaya çalışmak, onların ırkçılıkla mücadelesi. Bence modern sayfaları kapatıp yeni bir çağa, yeni bir düzene adım atışları. …”(BS)

    Bu sorunuz kanaatimce çok isabetli. Aslinda Avrupa’nin irkçiliktan kurtulma sürecini ikiye ayirmak lazim: IIci dünya savasi sonrasi acilar çok tazeyken insanlik, vicdan, adalet… basli basina birer deger idi. çok kabaca bir ayrimla 60’li yillardan itibaren artan refahla birlikte halk bir tür “uzaklasma” yasadi, politik hayat ile arasina mesafe koydu. insanlar günlük vakitlerinin büyük bir kismini para kazanmaya ve o parayi en “verimli” biçimde harcamaya koyuldular. Siz yazinizda hakli olarak su an yükselen irkçi hareketleri ve islamofobiyi elestiriyorsunuz. Bu korkular yasam biçimlerini kaybetme korkusuyla her türlü farka, “ötekine” süpheyle bakma hali. Zira bir çok avrupali artik AB’yi bir tür huzur evi gibi tahayyül ediyor: Zengin, Beyaz ve Hristiyan yaslilarin briç klübü 🙂

    Bu gidisat nereye varir? Korkarim Liberal Totalitarizm denen yeni bir durum çikiyor ortaya:

    Liberalizm ve Totalitarizmin Düğünü

    Vodafone: Paran Kadar Konuş! – Bir Liberal Ahlâksızlık Örneği

    isin ilginç yani bu birey fetisizminin demokrasiye de zarar getirecegini daha 1800’lerden hissetmis bir insan var, sanirim taniyorsunuzdur(Liberalizmin Kara Kitabı, Birey Fetişizmi isimli bölüm):

    “…Yeni despotizmin neye benzeyeceğini hayal ediyorum. Birbirine benzeyen, “eşit” insanlar görüyorum küçük ve sıradan hazlar peşinde, hiç dinlenmeden kendi etraflarında dönüyorlar. İçlerini, ruhlarını dolduruyorlar bu hazlar ile.

    Her biri ötekilerle arasına bir mesafe koymuş, onların başına gelen şeylere kayıtsız, yabancı gibi. Çocukları ve yakın arkadaşları onun için bütün insanlığı teşkil ediyor. Kendi ülkesinin vatandaşları? Hemen yanındalar ama onları görmüyor. Dokunuyor ama neredeyse hissetmiyor. Sadece benliği var ve benliği için var. Elinde bir aile kaldıysa bile artık vatanı yok.

    Onun bu bireysel hazlarının sürmesini garantileyen devasa bir güç yükseliyor üzerinde. Mutlak, düzenli, öngörülü ve şefkatli. İnsanı yetişkinliğe hazırlayan baba şefkatini andırsa da özünde bireyleri çocukluk mertebesinde tutmayı amaçlıyor. Vatandaşların haz almalarından hoşlanıyor, yeter ki istedikleri tek şey bu olsun.

    Bu güç gönüllü olarak bireylerin mutluluğu için çalışıyor ama bu mutluluğun tek vektörü ve tek hakemi olmak iddiasında. Onların güvenliğini sağlıyor, ihtiyaçlarını karşılıyor, haz almalarını kolaylaştırıyor. Endüstrilerini yönetiyor, miras sorunlarını çözüyor. Böylece bireyler düşünmenin zahmetinden ve yaşama ızdırabından kurtuluyorlar.

    Vicdan ve özgür irade her geçen gün biraz daha gereksiz ve nadir oluyor, daha küçük alanlara hapsediliyor. Özgürlük böylece insanların parmakları arasından kayıp giderken birey [felçli bir hasta gibi] kendini yönetme kabiliyetini tamamen kaybediyor…” (Alexis de Tocqueville [1835], De la démocratie en Amérique, Tome II, Quatrième partie : De l’influence qu’exercent les idées et les sentiments démocratiques sur la société politique)


    liberalizm
    Neyse, sözü fazla uzatmadan mikrofonu size veriyorum yine 🙂

    “… Biz de başka toplumlar gibi meşhur halaskarların yönlendirdiği meçhul kahramanların/askerlerin yardımıyla (!) homojen toplum hayaliyle yanıp tutuştuk. Hem de yakıp kavurduk, memleketi, kültürleri ve dilleri ve insanların mutluluk emelini kül edip savurduk, bilinmeyen zamanlara. Gelin görün ki o zamanlar da geldi şimdiki anımızı kuşattı. Modern hayaletlerle kuşatılmış halde bir kâbustan uyanmaya çalışıyoruz. …”(BS)

    Bu sözleriniz çok mühim. Gerçekten “homojenlesTiRme” arzusu milliyetçilik ile ilgili tehlikenin özü. Sanirim siz “milliyetçilik” kelimesi ile milliyet hissi arasina çok net bir hudut çizmiyorsunuz. Kendiniz iyi bir insan oldugunuz için Türklük hissinden yola çikarak cinayet islenmesi ya da bir zulme susulmasini akliniz kabul etmiyor. “Herkesi nasil bilirsin, kendin gibi” diye biz söz vardir. Ama su da bir gerçek ki Hrant Dink öldügünde bir çok internet sitesi “bir Ermeni eksildi, ne bu yaygara” diyebildiler.
    Bir kaç kendini bilmez midir bunlar? Katil ile resim çektiren polisler, kuklayi yakalayan ama bir türlü ipleri tutan kuklaciya kolu yetisemeyen Türk adaleti… Milliyetçilik’ten SiZ rahatsiz olmuyorsunuz çünkü kendi gözünüzde kiymetlisiniz. Aileniz, inanciniz, ve hayatinizi dolduran bir çok güzellik sizi toplumun gözünde de kiymetli yapiyor. Bir baska deyisle etnik kimliginiz sizin için bir siginak degil, istanbullu olmak ya da kedileri sevmek gibi bin bir renkten bir renk bu sizin hayatinizda. Türk olmak sizin (ve benim için) Türkiye’yi sevmek demek, zeytinyagli dolma yemek, demli çaylari ince belli bardaktan içmek demek. Bir baskasi saz çalar, beriki sinirda nöbet tutar…

    Oysa HOMOJENLESTiRME YOLUYLA milliyetçilik devletin elinde bir entrüman olabiliyor ve halki siddete iten, ötekine yapilan zulümlere susmamizi saglayan bir beyin yikama firçasi haline geliyor. “Milletini ancak bu sekilde sevebilirsin, Türkiye için ölmeye hazir olmalisin!” diye yikaniyor beyinler. Hepimizde ortak olan en nefsanî, en hayvanî yönler kiskirtiliyor. Yok edilme korkusu, Türkiye’nin bölünme korkusu ile gaz veriliyor gençlere. Ve psikolojik dengesi zayif insanlar, tutunacak dali olMAyanlar ETNiK KiMLIKLERE TUTUNUYOR. Sabriniza siginarak 3 sayfalik bir makalemi önermek isterim size:

    O Gün Bebek Nasıl Katil Oldu?

    Kendini Orta Asyalı zannetmenin zararları

    Öyle güzel romanlar vardır ki okuyup bitirdiğinizde neredeyse üzülürsünüz. O.S’in Hırant Dink’i öldürdüğü yaştayken okuduğum Richard Bach’ın Mavi Tüy adlı romanı da bunlardan biri.

    Romanın başlangıcında bulunan şiir bir nehrin içinde kayalara tutunarak yaşayan bir grup hayvanı anlatıyor. Bir gün bu hayvanlardan biri tutunduğu kayayı bırakmak istiyor nehrin nereye gittiğini görmek için. Arkadaşları onu “Asla! Nehir seni taşlara vurarak yok eder” diye uyarsa da bizimki aklına koyduğunu yapıyor ve aldığı darbelere rağmen direniyor tutunmaya. Bir süre sonra nehrin akıntısına ayak uyduruyor ve çarpmadan “akmayı” öğreniyor. Nehrin onu getirdiği TAMAMI

    Son olarak asagidaki sözlerinizi yorumlamak isterim. Aslinda yazinizin geri kalan kisminda da bir çok önemli yer var ama oralarda genellikle hemfikiriz. Bu son paragraf ise beni “rahatsiz” eden kisim:

    “… İnsanı önceleyen, özgürlükçü politikaların üretildiği bir milliyetçilik anlayışı pek ala mümkün. Serbest tartışma ortamıyla milliyetçi aydınlar, toplumumuzdaki o gizli cevheri açığa çıkarmayı başardıkları takdirde, farklı soy ve kültürleri ötelemeyen, her din ve dile en az kendisi kadar özgürlük hakkı tanıyan, geleceğin milliyetçilik anlayışını üretebilirler. Türkiye’de var olan milliyetçi hassasiyet ve fikirlerle Müslümanlık arasındaki o çok merak edilen ilişki de belki muhtemel tartışmalar sırasında izah edilip, bir tanıma kavuşabilir.”(BS)

    Insanlarin tek tek yasadiklari “millî aidiyet” hisleri ya da etnik kimlikleri bir sorun degil. Bu onlarin adeta ayrilmaz bir parçasi. Bizim milliyetçilik konusuna yönelik sert elestirilerimiz insanlarin tek tek hislerine degil. Politik olarak bu hislerin sömürülmesine karsi çikiyoruz. Dinimizin Islâm olmasi bize “Takva yeter” dedirtiyor. iyilik, kötülük, insanlik, adalet gibi kavramlarin arasinda Türklük’e yer yok. ALLAH’in emri bu yönde.

    Müslüman olmayanlar ne diyebebilir? Kanaatimce akil ve ilim de reddediyor millî hislerin siyasî ya da hukukî kullanimini:

    “Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi?
    GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk‟üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen…
    Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Sıradan insanları sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye‟nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın?
    1870‟lerde İtalya‟da yaşayan etnik gruplar birleşerek Fransız işgaline son verdiler. Bir İtalyan ulusu yoktu ortada, Fransız zulmünden bıkmış insanların meşru müdafasıydı vardï. Ama o dönemin Avrupası‟nda yükselen değer halk değil ulus-devlet idi. “Problemin” farkında olan Milli Kurtuluş Hareketi liderleri şöyle diyorlardı : “İtalya‟yı yarattık, sıra İtalyanları yaratmaya geldi!”
    Samsun‟a bir “güneş gibi” doğanlar, Türk milletini yoktan var edenler(!) de acaba demişler midir “Türkiye‟yi yarattık, sıra Türk Milletini yaratmaya geldi” diye?” (ULUS-DEVLET Kitabinin önsözünden)


    Selam, dua ve muhabbetlerimle

  7. Yazan:izzettin Tarih: Mar 17, 2011 | Reply

    Berrin Hanım;öncelikle aramıza hoşgeldiniz.Affınıza sığınarak yazınızla ilgili bir kaç şeyi belirtmek istiyorum.
    İlk olarak bugüne kadar fazla sorulmamış bir soruyu sormuşsunuz,”Neden Türk Ocağı yerine halkevleri”.Ben de merak etmişimdir hep,zira cumhuriyeti kuran milliyetçi kadronun bu düşüncenin entelektüel ocağını kapatması büyük bir dilemmadır.Ancak bunun sadece milliyetçiliği devlet tekeline geçirmek olduğu kanaatinde değilim.Her milliyetçilik anlayışı ya bir dine adapte olmak ya da kendi dinini yaratmak zorundadır.Hitler Yeni İncili yazma iddiasındayken ikinci şıkkı seçmiş,”Polonya çarmıha gerilmiş Avrupanın İsasıdır” diyen Polonya milliyetçileri ilk şıkkı seçmişlerdir.Bu durumda Türk ocaklarının kapatılması yeni bir din oluşturma çabasıyla çok yakın ilişkilidir.”Atatürkün vecizeleri Yeni Kuran’a eklenecek” yazısına bakarak da bunu anlamamız mümkün.
    İkinci olarak yazının sonunda değindiğiniz hususa dikkat çekmek isterim.Bu rada belirttiğiniz özellikler Mazzini’nin Genç İtalyanlar (bizim Jön Türkler’in ağabeyleridir) örgütünün fikirleriyle örtüşmekte.Mazzini de ortaya çıkışında ”Dünya milliyetçilerinin elele vermesi bütün insanları kurtarır.Milliyet kutsaldır” diyordu.Bir de haddim olmayarak size bir kaç öneride bulunmak isterim.Yazınızın son paragrafında işlenen düşünceleri sosyolojik bir perspektifle analiz etmiş olan İbn-i Haldun’un Mukaddime eseri yeni ufuklar açacaktır.Bir de milliyetçilik alanında Türk akademyasında -zannımca- bir numara olan Süleyman Seyfi Öğün üzerine okumalar yapmanızı öneririm.O da bu noktada cumhuriyet kadroları için ”milliyetçi değil millici” şerhini düşer.Genel olarak yazınız hoş,üslubunuz hakikaten dikkat çekici,umarım daha nice yazılarınızı burada görürüz

  8. Yazan:aziz yılmaz Tarih: Mar 17, 2011 | Reply

    Öncelikle yazı teknik olarak mükemmel olmuş.Paragrafların birbiriyle uyumlu bağlantısı,özenle kurulmuş tümceler,sade ama son derece akıcı üslubuyla yazarın yeteniğine diyecek yok bence.Kısacası sn.Berrin Sönmez hanımın çok güçlü bir kaleme,Allah vergisi bir yeteneğe sahip olduğunu belirtmeden geçemiyeceğim.Dolayısıyla bu yönüyle kendini okutan bir yazı olmuş…Şahsen hiç sıkılmadan ve keyifle okudum.Bu bağlamda kendisine emekleri için teşekkür ediyor çalışmalarının devamını diliyorum.

    Yazının fikri temeli,düşünsel altyapısına gelince;

    Sanırım bu noktada-bana göre-tartışmaya açık pek çok nokta var.İçerik açısından da doyurucu olmasına karşın ortalara doğru başka bir kalem tarafından yazılmış izlenimi veriyor yazı.Son paragrafta ise bu izlenimi pekiştiren bir seyir gözleniyor.

    Zira başlangıçta milliyetçiliğe karşılık gelecek objektif değerlendirmeler,milliyetçiliği temelini oluşturabilecek sosyolijik nedenler irdenelenirken-ki son derece isabetli analizlerdir-ilerleyen bölümlerde ise bu düşüncelerin “milliyetçiliği aklayıcı”bir çizgiye doğru evrildiği görülüyor.

    Oysa yazıda da ısararla vurgulandığı gibi milliyetçiliğin beslendiği ana damar geçmişte ne ise bugün de odur,gelecekte de değişmeyecektir.Geçmişi veya başlangıcı ulus devletlerin doğuşu ise-ki milliyetçi akımların doğuşu genelde buraya bağlanır-sanırım halıhazırdaki küresel dengeler,dünyanın mevcut konjönktürel yapısı,tüm hızıyla sürmekte olan etnik çatışmalar gözönünde tutulduğunda farklı milliyetçilik akımlarının süreceğinin işareti olsa gerek.

    Dolayısıyla nasıl ki ulus devletlerin ortaya çıkışıyla dünyada milliyetçilik rüzgarı esmeye başlamışsa,bu rüzgarı daha sert fırtınalara dönüştürebilecek koşullar yoktur diyemeyiz.Peki milliyetçiliğin tarihte hız kazandığı dönemlerde dünya halklarının yaşadıkları yıkımların tekrar yaşanmayacağının bir garantisi olabilir mi?

    Bu bağlamda milliyetçiliğin menfisi,müspeti,ılımlısı vs diye bir şey yoktur…Yazıda da isabetle değinildiği gibi “insan bilincindeki kırılmalar”vadır.Ve bu bilinç kırılmalarının insanı götürebileceği nokta hiç de İnsan’lık için selametli olmayacaktır.

  1. 1 Trackback(s)

  2. Mar 20, 2013: Milliyetçilik – Ulusalcılık – Irkçılık | Serdargunes' Blog

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin