Kendine Oryantalist Bakmak
By Suzan Nur Basarslan on Mar 31, 2011 in Batı, İnsan, Modernleşme
Kendine oryantalist bakmak ve bunun farkında olmamak sosyal hastalığının yaşandığı bir dönemdeyiz. Beğenilerimiz, okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmler, dinlediğimiz müzikler, seçimlerimiz ve tercihlerimiz… ile. Artık yabancılaşma, kendine yönelik, yaşadığın topluma değil, buna eklenen yalnızlaşma ise farkındalığımızın ortadan kalkmasının en önemli nedeni. Yalnızlaşma derken yalnızlıktan bahsettiğim zannedilmesin. Arada büyük bir fark var ki bu konuya girmeyeceğim burada.
Yalnızlaşma, kendini yaşadığın ortamdan/her değerden soyutlamanın diğer adı. Yabancılaşma ise içinde yer aldığın zaman ve mekanın değerinin anlamını kaybetmesi, ona farklı bir gözle bakmak, yeni anlam yüklemek demek. Bunun kendine oryantalist bakmakla ilgisi ise, soyutlandığın/uzaklaştığın değerleri ve yeni anlam/lar yüklediğin kavramları kendi değil, Batı’nın değerleriyle anlamlandırmadan ileri geliyor olması. İyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı, sevgiyi/aşkı ve nefreti, beğeniyi ve tersini… artık kendi nazarımızla değerlendiremiyoruz. Batılı bir felsefeci/fikir adamı/yazar/sanatçı/yönetmen… dediyse/kabul ettiyse/gösterdiyse doğrudur deyip, sorgulamıyoruz ve yeni ilahlar yaratıyoruz. Sonra bu ilahların ardına düşüp, onlar adına kavgalar ediyoruz. Kelimelere, cümlelere, ifade edilene, onun yaslandığı dünyaya, o dünyadaki kabulüne dair bir şey bilmeden onu kendimize adapte ediyoruz. Oysa formu değiştirerek bile kendimize uyarladığımızda, onun gözüyle hayata baktığımızda, farkında olmayarak kendimize de aynı gözle bakmaya başlıyoruz. Yaklaşık 19.yy.dan beri bilmediğimiz bir dünyanın kavramları ve yaşamıyla uyarlamalar yapıyoruz. Kavramın hangi dünyanın göstergesi olduğunu, neyi kabul ettiğini ya da neyi reddettiğini bilmeden/önemsemeden, aynı kavramla dünyalar kuruyor ve dünyalar yıkıyoruz. Oysa ne dünyalar aynı ne de o dünyaya yüklenen anlamlar. Hatta çoğu kavramda fikir birliğine varamadığımız için, aynı kavram üzerinden bambaşka şeyler söylüyor, ifade ediyor, tartışıyor, kızıyor ve diğerini ötekileştiriyoruz. Kendin üretmediğin ve kendi kelimelerini konuşmadığın için başkalarının sözünü söylemeye devam ediyoruz, içinde sana ait tek bir kelime, fikir olmadan. Alıntılar yapıp, ne dediğine, hangi dünyanın içinden çıktığına bakmadan doğru kabul ettiğimiz üzerinden kendi hayatımızı inşa ediyoruz. Al sana yabancılaşmış kendin.
Bunun bir üst basamağı ise -edebiyattan psikolojiye geçmiş ve bir hastalığa isim olmuş- bir sendromun mağduru olmak anlamına geliyor. Bovarizm sendromu. “Jules de Gautier 1892′de Madame Bovary’den hareketle yazdığı denemelerinde Bovarizmi bir içsel telkin eksikliği, kişinin ‘dış çevrenin telkinine boyun eğmesi’ olarak tanımlar. Zamanla bir edebiyat terimine dönüşen Bovarizm, kişinin (yazarın ya da kahramanın) kendini başkasının yerine koymasını, bir başka deyişle gerçek dışı, sahte bir kendiliğe sığınma eğilimini belirt”[1]mektedir. Bunun gerçek hayattaki karşılığı ise kısaca, inşa edilen yeni gerçeklikle, kendi dışında bir kendi inşasıdır. Ancak unutulmamalı ki, kurgu/fiction/hayali olan her yapı, gerçekliğin içinde -ya da hakikat diyeyim-, örtüşmeyecek ve bundan kaynaklanan ikilik yaşamak zorunda bırakacaktır insanı. Bir yerde yaşanan kırılma sizi tamamen altüst edecektir, çünkü yıkılan ve onun yerine inşa edilen yeni ‘kendi’, sizi iki kere uzaklaştırmıştır hayatınızdan/kendinizden. Birincisi yıkılan kendi, diğeri de yıkılanın üzerine inşa edilen yeni/yabancı/kurgu kendi. Geri dönülebilecek bir kendi olmadığında-yalnızlaşma ve yabancılaşma ile-, bir kez daha yeni bir kendi inşa etme zorunluluğu ortaya çıkacaktır. Oryantalist bakmaya devam edildikçe de her kavram, hayata dair algı, seçim… asla istenilen/gerçek size ulaşma şansı vermeyecek, hatta sizi kendinizin çok uzağına itecektir. Büyük bir yıkım yaşanmak zorunda kalacaktır insan. Tıpkı yeniden inşa edebilmek için, Batı’yı, onun değerlerini, dogmalarını önce yıkmak ve yerine yenisini koymak zorunda kalan Batılı düşünürler gibi. Burada örnek olarak Aydınlanma, Rönesans, modernizm, postmodernizm sırayla verilebilir, ki Batı’da yaşanan bu süreç, aslında ‘babadan nefret’ diye kısaca belirtebileceğimiz, Harold Bloom’um ortaya koyduğu Anxiety of Influence(Etkilenme Endişesi)’ın yansıması olarak normal karşılanabilecekken, aynı kavram bizde eğreti durmaktadır. Bu kavramın bize uyarlanabilmesi için, baba figürü’nün yerine Batı’yı koymamız gerektiği sonucu çıkar çünkü. Oysa medeniyet inşasını yaşamış bir kültür olarak, baba figürünün yerine Batı’yı koymak, 19.yy. öncesi kendimizi inkâr etmek anlamı taşıyacaktır, yani babasız olmak. Köksüzlük ve sonradan eklemlenmeyi içselleştirmemiz demektir bu. Kısaca, oryantalist bakışın, kendi bakışımız haline dönmesi, kendini ötekine göre konumlama, değerlendirme, küçümseyerek bakma… anlamına.
Konuya dönersek, insan bu yeni kurgusal yapıyı yıkmak zorunda kalır bir yerde/ bir anda. Yabancılaşmayı, yalnızlaşmayı ve diğerinin gözüyle kendine baktığını yakalamadıkça da yıkım ve yapım, asla yapılabilecek/başarılabilecek bir edim değildir. Kendini tanımak için, önce hangi kavramlarla düşündüğümüzü, seçimleri neye dayanarak yaptığımızı… tahlil etmek zorundayız. Burada sakın tek kitaplı olmaktan bahsettiğimi düşünmeyin. Tek kitabın adamı olmamalı insan; ama okumak, okunanı kopyalamak, sorgulamadan uyarlamak da olmamalı. Okumak; sorgulamak, eleştirel bakabilmek, içine girdiğin dünyanın öncülünü ve ardılını bilmek, onun anlam dünyasını ve bu dünyanın kendi dünyana uyumlu olup olmadığını görerek onunla kendi kalenin surlarını sağlamlaştırmak ve yanlış olanı daha iyi görebilmek olmalı ya da doğru olanı.
Tüm bu süreçte, asıl önemli olansa, kendine oryantalist baktığını yakalayabilmektir. Sakın, ben öyle bakmıyorum, demeyin; içinize iyice bakın, kendinize oryantalist baktığınızı mutlaka yakalarsınız. Nasıl mı? İyi bakın, kimin değerleriyle düşünüyor, seçimler yapıyor, değerlendirmelerde bulunuyorsunuz, kime göre müzik dinliyor, film izliyorsunuz, kimin kitabını okumak size daha çok puan kazandırıyor, kimden bahsedince insanlar size bilgili diye bakıyor, hangi kavramları sarf edince özgür kabul ediliyorsunuz, kimden alıntılar yapınca bilimsel tespit yapmış oluyorsunuz, hangi kelimeleri söyleyince modern kabul ediliyorsunuz?
Bu kadar örnek yeterli mi? Kendine oryantalist bakmayan var mı?
Burada aklıma Şems’in âlimlere, şu şunu dedi, bu bunu dedi diye yaptıkları bir sohbette, kızarak, sen ne diyorsun onu söylesene, demesi geldi.
Artık, kendi fikirlerini söylemenin zamanı gelmedi mi?
[1] Gürbilek Nurdan, Kör Ayna, Kayıp Şark, Metis yayınları, İstanbul, 2004,s.21.
3 Yorum
Yazan:mintuu Tarih: Nis 14, 2011 | Reply
Bir toplumun içinde şekillenmekte ve onun değerleriyle beraber var oluyoruz.. Nasıl oluyor da aynı ırmakta, ; hem ırmakta ve ırmakla beraber yüzerken, neye yabancılaşıyoruz?
Yabancılaştığımız şey geçmişte inşa edilmiş bir şeyse onu aynı şartlar altında bugünde taleb etmek, bir buzlu camın arkasından bakmak, bu sefer başka eğretilik olmaz mı? Bir de bu doğrunun/insanlığın belli zamanda yaşayışı has belli gruba has olacağı anlamına gelir. İnsanlığı asr-ı saadette yaşanmış ve tükenmiş kabul etmek ya da böyle ütopik beklentinin kabulü, bugünü kaybetmemize, bugünle olan bağımızı kurmada bir eğretilik yaratırmış gibi geliyor.
Yazan:suzannur Tarih: Nis 15, 2011 | Reply
Sayın Mintuu,
“Bir toplumun içinde şekillenmekte ve onun değerleriyle beraber var oluyoruz.. Nasıl oluyor da aynı ırmakta, ; hem ırmakta ve ırmakla beraber yüzerken, neye yabancılaşıyoruz?”demişsiniz.
Birincisi yaşadığımız topluma, ikincisi kendimize yabancılaşıyoruz. Aynı ırmakta olmak (düzen, toplum, değerler, kültürel yapı, beğeniler…) aynı derecede bu değerlerden etkilendiğimiz/etkilenmediğimiz anlamına gelmiyor. Irmağın içindeki taş da olabilirsiniz kuru tahta da balık da… Metaforik anlam yüklemesi yaptığınız için böyle cevaplıyorum.
İşin aslı şu ki, toplum dediğimiz mekanizma içinde, karşılaştığımız yeni değerlerle ve bunları sorgulamadan uygulamakla/taklit etmekle kendimize yabancılaşıyoruz. Burada geçmişin yüceltmesi yok, bilmediğimiz kavramlarla ve değerlerle oluşturulan yeninin yaptığı deformasyona atıf var. Kimse geçmişte yaşayalım, onu olduğu gibi alalım demiyor.Ancak bu kadar büyük bir medeniyetin içinde, kendine ait her şeyi atıp da tam anlamıyla bilmediğin yeni kavramlarla kendini değerlendirme hatasına düşmeyelim deniyor.Bugünü kaybetmemek için, doğru kavramlarla, sorgulamalarla, yaşadığımız hayata yabancı kalmayalım ve kendimize de yabancılaşmayalım deniyor. Toplumumuz Bihruzlarla ve Bovarylerle dolu, anlamını bilmediğimiz, iki kitap okumakla uzman kesildiğimiz fikri yapılar havada uçuşuyor, bir şeyi beğenilir kılan birilerinin yargıları, kendi yargılarımız değil…
Yabancılaştığımız şey geçmişte inşa ettiğimiz şey değil, bugüne taşıyamadığımız ve güncelleyemediğimiz, yok saydığımız şey yani kendimiz. Eskiyi olduğu gibi almaktan bahsetmiyorum, yok öyle bir şey zaten ve mümkün değil. hem kişisel anlamda hem de toplumsal anlamda büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemdeyiz ve bu dönemi sorgulamadan olduğu gibi kabul edersek, yaşanan kırılma son iki yüz yıldan daha büyük olacaktır.
Yazan:mintuu Tarih: Nis 16, 2011 | Reply
Meseleyi oryantalizm üzerinden koyduğumuzda, yabancılaşmanın sebebi dini ve kültürüyle bir geçmişten uzak kalma olarak kabul edilmiş oluruz.
Bihruz ve Bovarylerin varlığı bir vaka, buna katılıyoruz. Lâkin bunun sebebini geçmiş kültürden uzaklaşmakla açıklamak, insanlık/adamlık değerlerini dışarda bırakıyor. Oysa bunlar bir kültüre has şeyler değil. Bir Güney Amerikalı çifçi de pekala (Mevlâna’dan/Şems’ten habersiz) insani vasıflar taşıyabilir. Mevlâna’nın projesi içindeki temellerden biri buydu.
Bugün içinde yaşadığımız gelenek ile geçmişte yaşanılan gelenek arasında bir fark var. Bu modernliğin dayattığı bir şey mi? Ekonominin, sorumlulukların insanı kıstırması sonucu “gemisini kurtaran kaptan” düşüncesi mi öne çıktı?
“Geleneğin doğrulanmaya, benimsenmeye ve bakıma ihtiyacı vardır. O,temelde muhafaza etmedir ve her tarihsel değişmede aktiftir.Fakat muhafaza etme, farkedilmeyecek özelliklere sahip bir akıl eylemidir. Bu yüzden,yalnızca yenilik ve planlama aklın ürünü olarak gerçekleşebilir. Fakat bu bir ilizyondur. Hayatın devrim zamanlarındaki gibi, çok daha şiddete başvuruyla değiştiği durumlarda bile, eski olanın, herşeyi farazî dönüşümünde zannedildiğinden çok daha fazlası korunur ve eski olan, yeni bir değer yaratmak üzere yeni olanla birleşir” diye okumuştum bir yerde.
Yabancılaşmanın, bir kültür folklorunun yaşandığını ben de kabul ediyorum. Bugün iki farklı geleneği içte ve dışta topyekün hepimiz yaşamaktayız. Alıntıda bahsedilen temelin kaybedildiği, üzerimizde kalanının hepimiz için artık bir folklorik kostüm olduğunu, topyekün bir başka geleneği de içte yaşamaya başladığımızı düşüyoruz.
Daha anlaşılır anlatmak gerekirse 200 yy değil 30 yıllık bir mazisi olan bir dönüşümden bahsediyoruz. Geleneğin “temeler”inin 1980’e kadar taşındığını, bu tarihten sonra bu temellerin terk edildiğine inanıyoruz. Dövizle borç vermeler başladığında, sizin de yazınızda andığınız geleneğin neticelerinin; dayanışma, yabancı görmemenin, komşuluğun vs’nin insanlığın/adamlığın terk edildiğini düşünüyoruz. Artık (eski) geleneğin/dinin/ kültürün bir arada ürettiği emin insan gitmiş, küçük beldelerde kapı kapama adeti olmayanlar bile kendilerini güvensiz hisseder olmuştur.
Eski geleneğimizin neticesi, güçlü yönü insanlığı idi. İnsan yetiştirebiliyordu. İnsan yetiştirmeyen, kendini Weberde arayan hâlimiz ise bir başka geleneğe denk geliyor, adı her neyse.