Siyasetin Açmazı – İlke mi Fayda mı?
By Konuk Yazar on Mar 31, 2011 in Demokrasi, Laiklik, Politika
Berrin Sönmez
Çok kişi şimdi bu da sorulur mu, diyecektir. Öyle ya lafta herkes ilkeyi savunur. Faydacı, çıkarcı siyasetten nefret eder. Samimidir de insanlar, bunları söylerken. Hatta çoğunluk gerçekten çıkar ilişkilerinden uzak durmaya özen gösterir. Fakat gelin görün ki hayat bize daima yeni oyunlarla tanışma fırsatları sunmakta. Bu oyunların içinde ilkeyi savunduğumuzu zannederken, çeşitli çıkar hesaplarının göbeğine kurulmuş olduğumuzu fark etmeyiz bile… Komplolardan söz etmiyorum. Bu tip tuzaklar yaşanmadığı için değil. Sadece pusuya düşmek ihtimalinden daha yaygın yanılgılara dikkat çekmek amacıyla bu yazıya başladığım için. Ayrıca, gerçekten faydacı siyaset yapmanın yerleşik bir alışkanlık olduğunu da görmezden geldiğim sanılmasın. Önemsiz de bulmuyorum fakat benim derdim başka. Halisane niyetle üstelik canını dişine takarak siyaset yapanların veya dolaylı olarak siyasi hayata dair çalışmalarda bulunanların çoğunlukla neyi niçin savunduğunu, neye niçin karşı olduğunu sorgulamadığını: uğruna savaştığı politikaları doğru kriterlerle test etmediğini sıklıkla görüyoruz. Hepimiz biliyoruz hayatının heder olup gittiğini, çabalarının insanları / toplumu, iflah etmeye yetmediğini düşünen, bezgin ve bedbin insanları… Nerede hata yaptığını düşünmektense kusuru toplumun cehaletine atfedenleri…
FAYDA her zaman KÖTÜ mü / İLKE her zaman İYİ mi?
Göreli kavramlar olduğundan böyle bir sorunun cevabı tartışmalı ve tartışmalar da şüphesiz sonsuz ve sonuçsuz olacaktır. Valiliklerin kömür yardımlarında olduğu gibi… Yardım edenler toplum yararını işaret ettikleri gibi aynı zamanda anayasanın sosyal devlet ilkesi ile gerekçelendiriyorlar. İktidar cenahından verilen bu cevapta ilke ve faydanın birbirini beslediğini görüyoruz. Kömür ve sair yardımları eleştirenler ise sadaka verir tarzda yardımlarla halktan çok yöneticilerin kendi partilerine fayda sağladığını söyleyerek, rüşvetle oy toplandığını ve bunun ilkeli siyaset olmadığını söylüyorlar. Sadece bu örnekte bile ilke / faydanın iç içe geçmiş manalar aldığını ve çelişkilerle dolu bu söylemlerin karmaşa ürettiğini görüyoruz.
Doğruyu yanlıştan ayırmak için bir ölçüye ihtiyacımız var.
Ölçüler aransa bile ancak parti tüzüklerinde, seçim beyannamelerinde, hükümet programlarında aranıyor. En kabadayısından aranmaların referansları ise büyük düşünürlerin ideoloji kuramlarına, bu ideolojileri hayata yansıtmayı amaç edinen tarihi örneklere dair… İdeolojiler ve bunlara dayanan siyasi sistemler ise faydayı ilke edinmiştir. Karmaşa buradan doğuyor. Çünkü her düşünce sistemi, dünyayı kendi penceresi ile çerçeveler ve ortaya çıkan bir kapalı kutu, literatürde paradigma. Bu kutuya verilen biçim birey, toplum, devlet ve dünya için faydalı olandır. Teoride kurgulanan o biçimi gerçekleştirmek de temel ilke olduğundan ilke faydanın aracı; fayda, ilkeli duruşla ulaşılabilecek, bir nevi Nirvana. Nirvanaya ulaşmak kötü bir şey olmadığından o yolda çekilen cefalar önemsenmez. Verilen rahatsızlıktan özür dilemek bile akledilmez. Kapalı devre siyaset yapılırken insan nesneleşir çünkü bireyin mutluluğu daima ötelenmiş, gelecek kuşaklara, hedefe feda edilmiştir. Gel gör ki insan, insanlığı ile yani zaaflarıyla o mükemmel (!) çerçeveyi bir türlü layıkıyla gerçekleştiremediğinden ideoloji kuramları hep iflas etmiştir. Dönekler, iç ve dış düşmanlar, bazı mihraklar gibi sayısız isimlerle suçlanan sıradan insan ve insanı görmezden geldiği için değişimi yadsıdığı için çaresiz dogmalaşan sistemler… Elbette bu süreçte ideolojilerin bir biriyle savaştığını, partilerin biteviye rekabet ettiğini de hatırladığımızda anlamsız çekişmelerin bir anlam kazandığını görürüz. Her kes kendi penceresiyle çerçevelediği kendi dünyasında haklı. Çatışma bitimsiz… Ölçüsü kendisinden ibaret sistemler anlamsız çekişmelerle kendini ve insanı tüketirken insan zihni göreli değil kesin ölçülere muhtaç…
Siyasetin Ahlakı
Değişen dünyada değişmeyen gerçekleri bulabilmek ve ölçü edinmek yönetim felsefesi haline getirilebilse sorunların çözümü kolaylaşır belki. Fakat bilgisayarımıza paket programlar satın alır gibi bizim dışımızda ve geçmişte üretilmiş anlayışları hayatımıza uyarlamaya çalışıyoruz. Modern batıyı üretmiş olan bir siyaset felsefesiyle şekillenmeye çalışıyoruz. İktidar uğruna, devletin zengin ve güçlü olması yolunda her şeyi mubah gören bir anlayışla… Hak kavramını daima uzun çatışmalardan sonra sistemine dâhil etmiş olan batılı anlayışın ürettiği demokrasiyi de bir uzlaşma rejimi olarak adlandırıyoruz. Oysa demokrasi çatışmaların, dayatmaların sonucunda bin bir zahmet ve emekle ulaşılmış bir dengedir ki sıklet merkezini hukuk oluşturur. İlginçtir, ülkemizde yönetim erkleri arasında en tartışmalı alan hukuk ve biz de bu zaafla dolu güç tarafından toplumda bir denge oluşturulabileceğini ve bunun da hoşgörüyle, sabırla uzlaşılarak gerçekleşeceğini sanıyoruz. Bu bekleyişte de ülke çıkarlarını temel kanıt ediniyoruz kendimize. Hak talep edenlere ülke çıkarı için sabır telkin eden bir siyaset anlayışı, bu anlayışa destek verip sesini kısmayı ilkeli siyaset olarak isimlendiren bir seçmen kitlesi… Hiç fark etmeden ahlaklı duruşu yani siyasette olması gereken gerçek ilkeyi faydaya feda ediyoruz. Bunu ilkenin yani tuttuğu partinin programının gereği olduğu için en namuslu tavır olarak kabul ediyor insanlar. Düşünüldüğünde ülke çıkarı anlayışı ile yürünen yolun hangi çıkmazlara ulaşacağı kolaylıkla anlaşılır. Tüm hükümet darbeleri ve darbe teşebbüsleri de darbeciler tarafından ülke çıkarları gerekçesiyle yapılmıştı. Başörtüsü yasaklarını kaldırmakta, toplum yararını ileri sürerek ayak sürüyenler bilmiyorlar mı vaktiyle o yasakların da toplum yararı gerekçesiyle getirildiğini? Şimdi yasak kaldırılırsa siyasi istikrarsızlık olabilir endişesi taşınıyor, geçmişte yasak uygulanırken de aynı korkular dayatılmıştı. Her kesim kendi dogmalarına hapsolmuş halde ülkeyi yönetmek durumunda. Dışarıdan ithal edilen siyaset felsefesiyle, güçlü olanın kendini haklı gösterdiği bir sistemde adeta orman kanunlarıyla yaşıyoruz. Taşıma suyla değirmen bu kadar dönüyor. Ve… Filmi daima başa sararak seyrediyoruz. Her seferinde ülke çıkarı, toplum yararı diyerek faydayı ilke edinen siyasetten faydalanan, çıkarlarını gözeten yeni politik aktörler üreterek….
Mihenk Taşı
Gerçek ilkeleri kadim kültürümüzde aramak ve bulmak zorundayız. Ancak gündelik siyasetin pratikleriyle de uyumlu işler bir sistem geliştirmek üzerine ciddi çaba sarf etmek gerekiyor. Yönetim felsefesi ve pratikleri, kadim kültürümüzü, günün gereklerine uyarlayarak; eskiyi, eskitmeden yaşatarak, birey, devlet ve toplum ilişkilerini düzenlemeli. İrfan -iktidarla bir arada olamayacağı yaygın kanaatine rağmen- insan haysiyetini, yönetim erklerinin üstünde konumlandıran bir siyaset felsefesi geliştirmemiz için bize yol gösterici olacaktır. Geleneği, geleceğe aktarmak için tek sermayemiz olan bu günde insanı mutlu etmek hedefiyle, iş görmeli siyaset ve siyasetçi. Ama insan hırsını gözden uzak tutmaksızın, nefsinin esiri olanları, toplumun başında çöreklenme fırsatı vermeden, iktidardan uzaklaştıracak bir siyasi sistem. Bilge demokrasi veya demokratik bilgelik… Kulağa çok tuhaf gelse de…
Devlet aygıtını ve egemenliği neredeyse kutsallaştırmış, iktidar uğruna her nevi insan hırsını baş tacı eden; modern batının ürettiği veya modern batıyı üretmiş olan, siyaset felsefesi yerine; erdemi amaç edinen bir siyaset ve adaleti temel erdem kabulüyle ahlakı taçlandıracak bir hukuk felsefesi; doğu medeniyetlerinin kadim kültürüne sırt çevirmemekle gerçekleştirilebilir. İmkânsızı istermiş gibi görünsek de hayal etmeye değer. Üstelik İbn Rüşd’e göre bu hayal yeryüzünde en az iki kere gerçekleşmiş. Birisi Asr-ı Saadet, diğeri Endülüs Emevi Devleti’nin kuruluş süreci… Biz bunlara kısmen benzerlik taşıyan başka örnekler de getirebiliriz. Osmanlı’nın kuruluş ve Anadolu Selçuklu Devletinin parlayış dönemleri gibi… Tarih şahittir ki faziletin egemenliği imkânsız değil…
Kadem-i Sabit Üzre Bir Örnek Çalışma Olarak İnsan Hakları Kavramı
İbn Haldun, kısa adı el-İber olan dev eserinin Mukaddime’sinde bilinen ilk tarih felsefesi çalışmasını yapmış insanlığın gelişmesini, medeniyetlerin yükselmesini ve tabii çöküşlerini irdelemiştir. Büyük alim bu meyanda özellikle “adl” kavramı üzerinde durmuş; toplumların etnik, dini, kültürel, coğrafi özelliklerinden ziyade oluşturdukları siyasi yapının hakkaniyete uygunluğu halinde yüksek medeniyet vasfını kazandığı hükmüne varmıştır. Hukukun önemi Farabî tarafından da vurgulanır. Bilimlerin tasnifi, hiyerarşisi ve bilgi alanlarının sınırları yanı sıra bilim dallarının birbirleriyle ilişkilerini izah eden ilk filozof olan Aristo’nun sınıflandırması batı medeniyetinin temel yapı taşlarından birisini oluşturmuştur. O’nun felsefeyi temel alan tasnifine mukabil Farabî, hukuk ilmini bilim dallarının temeli kabul etmiş ve O’nun tasnifi İslam düşüncesine şekil verip, batı medeniyeti ile arasındaki temel farkı teşkil etmiştir. Bu çerçeveden baktığımızda günümüz demokrasi anlayışının da bir gereği olan hukukun üstünlüğü, bağımsızlığı ve tarafsızlığı, İslam düşüncesinin de olmazsa olmazıdır. Esasen yukarıda verilen tarihi örnekler de bu anlayış çerçevesinde gerçekleştirilen yönetim dönemlerini işaret etmekte. Adaletli, feraset sahibi yöneticilerin iş başında olduğu ve onların ömürleri, iktidar süreleri ile sınırlı kalmış saadetli dönemler. Bize düşen, toplumu yöneticinin vicdanına daha doğrusu keyfine emanet etmeksizin, hukukun üstünlüğünü kurumsallaştıran, kalıcı bir yapı, oluşturabilmek…
İnsan hakları kavramı, evrensel değer olarak bize dışarıdan gelmiş olmasına rağmen düşünürsek Kur’anî ve imanî bir gerekliliktir. Eşref-i mahlûk olduğundan tüm insanlar, keyfiyetine bakılmaksızın haysiyetine yaraşır muameleyi hak eder. Kur’an’a dayandırılarak icat edilmemiş olmasına rağmen insan hakları kavramı insan haysiyetini yüceltmeyi hedeflediğinden, bir Müslüman toplumun olmazsa olmazı kabul edilmeli. Günümüzde İslam ülkelerinin içinde bocaladığı karmaşayı anlamak istediğimizde de eşref-i mahlûka zulmedilmesinin bir sonucu olduğunu görebiliriz. Kim ve nasıl insan olduğu, iyiliği ya da kötülüğüne hükmetmek bizim haddimiz ve hakkımız değil. Allah tarafından şereflendirilmiş, insan olarak yaratılmış kişilere ait hükmü verecek olan da yaratandır. Bize düşen, yaratılışının gereği olan haysiyetine yaraşır hayat sürmesine imkân verecek bir düzen oluşturmak. Ne yazık ki Müslüman toplumlar tarih boyunca ve günümüzde de İslam’a yaraşır yaşantı dendiğinde sadece dini ritüelleri anlamış ve din zabiti gibi görev yaparken insanın onurunu çiğnemiştir. Allah tarafından insana verilen iradeyi görmezden gelerek, Allah tarafından bahşedilmiş olan hürriyeti kısıtlayarak, dine yararlı iş yaptığını zannederken Allah’a karşı haddini aşmıştır, İslam ülkelerinin yöneticileri. Keza kadınlar, toplum dışına itilirken de toplumun faydası işaret edilmiş ve bedeninin yarısı felçli bir insanın kısıtlı yaşantısına mahkûm edilmiştir, ülkeler. Toplumun kadın yarısı ekonomik, sosyal ve siyasi yapının üretkenleri arasına alınmayarak, itaatten başka hak(!) tanınmamıştır. Bu durumda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, dini gereklilikler arkasına saklanıp sözüm ona toplum yararına insan hürriyetini kısıtlayanların esas gayesi kendi otoritelerini tesis etmektir. Hak ve hürriyetlerin sınırlanması, insan iradesini zayıflattığından kolay yönetilir, korkularla yönetilebilir kılmakta, insanları. Düşünen, akleden, konuşan ve iradi davranan kişiler Kur’an’a uygun davranıyor olsalar da otoriteye kolaylıkla teslim olmazlar. Dini ilke olarak gösterip faydacı siyasete yönelen diktatörler böyle türedi. Haksızlık etmemek için bu cümledeki din kelimesinin yerine laik kelimesini koyduğumuzda da değişen bir şey olmadığını söylemek lazım. Evet bazen de hukuk adına, modern laik yönetim adına insan hakları çiğneniyor. Oysa sadece insanın insanca yaşamasını amaç edinen bir yönetim sistemi oluştursak ve ondan gelecek yarar veya zararı hiç hesap etmeden Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya kulak vererek sonucu Allah’a havale etsek: “Hak şerleri hayreyler/ Zannetme ki gayreyler/ Ârif anı seyreyler/ Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler”.
Romantik hatta ütopik beklentiler olarak görünebilir çok kişiye. Ama ben neden olmasın diyorum. Kim bilir belki de kendi Rönesanssımızı yaşarız böylece…