Kötülük’ün zıddı İyilik değildir…
By Mehmet Yılmaz on Nis 5, 2011 in Akıl, faşizm, Kötülük, Marx, Marxizm, Ulus-Devlet
Sunuş: Kırmızı gezegen Marx’ı konu alan bu yazı dizisinde iki temel kavram üzerinde durduk şimdiye kadar: Şeyleştirme ve Yabancılaşma. Bu bölümde Arendt’in bir kitabından çokça istifade edeceğiz: Kötülüğün Sıradanlığı. Hannah Arendt sıkı bir Marx okuyucusu. Ama 150 yıl öncesinden gelen fikirlerle yetinmiyor. Marxçı kavramları alıp Sokrates, Kant, Jaspers gibi diğer filozofların mirasıyla harmanlıyor; içinde yaşadığı çağın dertlerine çare arıyor.
Bu bağlamda Kötülüğün Sıradanlığı oldukça ilginç bir kitap. Neden? 1961 senesinde The NewYorker gazetesi adına bir mahkemeyi izlemeye gönderiliyor Arendt. Yahudi soykırımında etkin bir rol oynamaktan suçlanan Yarbay Adolf Eichmann’ın İsrail’de yargılanması söz konusu. Sanık yarbay Einsatzgruppen denilen birimlere ve gaz odalarına azami sayıda Yahudiyi en az zamanda ve en ucuza sevk etmekle görevli ve mesleğini başarıyla icra etmiş bir Nazi subayı. Fakat mahkeme heyeti bütün çabalara rağmen aradığı “insanlık dışı canavarı” bulamıyor. Eichmann bir şeytan değil, sadece emirlere uyan bir devlet memuru çünkü! Kurşuna dizilen insanları ilk defa gördüğünde dizlerinin titrediğini ve oradan uzaklaştığını anlatıyor. Fanatik değil, sapık değil, deli değil. Eichmann’ın aklî dengesini muayene eden 6 psikiyatr hiç bir anormallik bulamıyorlar. Fazlasıyla normal hatta vasat bir devlet memuru var karşılarında:
“Yahudilerin öldürülmesiyle hiçbir ilgim yok. Hayatım boyunca ne bir Yahudiyi ne de Yahudi olmayan birini öldürdüm. Hayatım boyunca kimseyi öldürmedim. Bir Yahudiyi veya Yahudi olmayan birini öldürme emri vermedim, kesinlikle böyle bir şey yapmadım.”
1 haziran 1962 gece yarısı Ramla cezaevinin avlusunda Eichmann’ın cansız bedeni ipin ucunda sallanırken ayaklarındaki kırmızı ekose terliklerine kadar normal, sıradan, vasat bir devlet memurunun hayatı son bulmuş oluyordu. Bu vasatlık, Arendt’in tabiriyle “Banality of Evil“ ne yazık ki Almanlara ya da Nazilere has bir olgu değil. İnsanlar asırlardır Kötülük’ü İyilik’in zıddı, tersi sanıyorlar. Adaleti, zulmü, iyileri, kötüleri “bizimkiler” ve “ötekiler” üzerinden okumaya çalışıyorlar. Yarbay Eichmann’ın yargılanmasında ortaya çıkan Hakikat bize bir ders veriyor: Kötülük’ün tersi İyilik değildir!
Bu ders taze bir derstir, bütün güncelliği ile öğrenilmeyi beklemektedir. İsrail’de bombaların üzerine komik(!) mesajlar yazan çocuklardan Diyarbakır 5 n°’lu askerî cezaevine, Kaddafi rejiminden Abu Graib’e, Dersim katliamından Özalp katliamına, Guantanamo’ya uzanan bir “güncellik” söz konusudur kanaatimizce. Bu sebeple Arendt’in kitabından bazı kısımların çevirisini notlarımızla beraber sunuyoruz. İslâm coğrafyasında zulümün bir türlü bitMEyişini anlamak için derinleştirilmesi gereken bir mevzudur Kötülük…(MY)
Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, Sf. 460-461
Eichmann kötülük olsun diye kötülük yapan biri değildi. Terfi etme konusunda gösterdiği olağanüstü hassasiyet dışında onu motive eden hiç bir şey yoktu. Kariyerine düşkün olmak ise bir suç değil ki. Yerini almak için şefini öldürebilecek bir insan değildi Eichmann. Ne yaptığının farkında değildi. Hepsi bu. Bu gaflet halidir ki onu aylarca sorgulayan İsrail polisine neden yarbay rütbesinin üzerine çıkamadığını, bunda bir suçu olmadığını defalarca anlattı. […] Eichmann aptal değildi. Aklını kullanMAmaktı onu asrın en büyük suçlularından biri yapan. İkisi aynı şey değil.
İdama giderken bile klişelerden başka söyleyecek söz bulamamak, hayata bu kadar uzak, gerçeklere bu derecede yabancı kalabilmek…
Çeviri notu: Eichmann gibi bir devlet memurunun kendi MaHReMiyetine, kariyerine bu denli odaklanarak aklını kullanmaktan bu kadar MaHRuM olabilmesi gerçekten dikkate değer. Arendt burada İngilizcedeki “private” kelimesini kullanıyor. Özel hayat terimindeki “özel-hususî” kadar men edilmek, engellenmek, mahrum bırakılmak anlamları da var. “Aklı kullanmak” kavramına da okurun dikkatini çekmek isterim. Arendt tıpkı İslâm düşüncesi büyükleri gibi iki aklı ayırd ediyor: Akl-ı Meaş ve Akl-ı Mead. Aş ve eş bulmaya, teknik sorunları çözmeye yarayan, en ucuzu, en hızlıyı gören analitik zekâdır. Oysa Gazâlî Hz’nin Mişkat-ül Envar adlı eserinde belirttiği gibi “Akıl hak ile batılı birbirinden ayırd etmeye yarayan ilâhî bir nûrdur”. (Ayrıca bkz. Nûr 35, Bakara 257,… )
Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, Sf. 462-470
Elbette sanık kendini aklamak için özgür iradesiyle hareket etmediğini, basit bir memur olduğunu ve yaptıklarının bir başkası tarafından da yapılabileceğini ileri sürebilir. Ama o zaman suç istatistiklerine sığınmış gibi olur; belli bir bölgede işlenen suç miktarı belli olduğundan o da öngörülebilir bir şey yaptığını, zaten birinin bunu yapması gerektiğini iddia etmiş gibi olur. Tabi ki insanların totaliter rejimlerle (belki de bürokrasiyle) bir sistemin çarkları haline getirilmeleri, insanlıklarına yabancılaşmaları sosyal bilimler açısından önem taşır. Hiç kimsenin tiranlığı olan bürokrasinin tartışılmasına dahi gerek yok. (Bkz. Hiç kimsenin Tiranlığı: Marx, Arendt ve Bürokrasi )
Ama adalet bunları ancak suçun oluşmasına katkıda bulunduğu ölçüde dikkate alabilir. Meselâ bir hırsızlık yapıldığında hırsızın ekonomik durumu dikkate alınır. Ama bir özür teşkil etmez. Hele hırsızı cezasız bırakmak için asla kabul edilemez. Şurası bir gerçek ki psikoloji, sosyoloji ve daha çok bürokrasi her eylemin sorumluluğunu yapan kişi yerine şu veya bu determinizme bağlamaya alıştırdılar bizi. Zahiren daha derin olan bu açıklamalar adil midir? Bu tartışılır. Ama kesin olan şu ki bu tarz determinist teoriler üzerine hiç bir adalet sistemi kurulamaz.
Deterministlere göre ise bildiğimiz şekliyle adalet hiç de modern değil, hatta köhnemiş, modası geçmiş bir şey. Hitler’e göre bir gün gelecek, hukukçuluk utanç verici bir meslek olacaktı. Kendisiyle tam bir tutarlılık halinde ideal bürokrasiyi tarif ediyordu bu sözler ile.
Okuma notu: Arendt burada felsefe tarihi kadar eski bir noktaya, tabiri caizse bir kırılma noktasına işaret ediyor. İnsan’ı Beşer’den ayıran adalet duygusuna. Gerçekten de Özgürlük, Özgür irade, Zaman, Eylem, İyilik, Suç, Ceza vb bütün kavramlar bu kırılma noktasında anlam kazanır. Bütün siyasî akımlara, rejimlere ve hatta sosyolojik ve psikolojik sorgulamalara Arendt’in parmak bastığı Determinizm-Özgürlük ekseni üzerinde seçtiğiniz yerden bakarsınız. Bu meseleyi daha önce bir kitabımızda şöyle özetlemiştik:
“…İnsanlar kötülüğü ÖZGÜRCE mi seçerler yoksa baştan belli midir kötü olacakları / kötü davranacakları? Genlerimizden, beynimizdeki biyolojik sorunlardan ya da yetiştiğimiz aileden, toplumdan gelen “kötü” dürtülere direnebilmek için manevra kabiliyetimiz var mı? Basit görünen bu soruya HIZLI bir cevap vermek YA Adalet’i YA da Bilim’i yok saymak demek. Çünkü:
1) Ya “hayır” diyerek tabiat bilimlerinin her şeyi BİL-diğini kabul edeceğiz,
2) Ya da “evet” diyerek iyi-kötü ayrımında İnsan’ın tabiat bilimlerinin üstünde, Tabiat’ın üstünde bir varlık olduğunu savunacağız.
Neden? Tenimiz sivri bir iğneye ya da kızgın bir demire dayanamıyor. Hayvanî ya da mekanik bir REFLEKS ile, düşünmeden elimizi geri çekiyoruz. Ama an geliyor, “iyi / doğru / güzel” kabul ettiğimiz bir ideal, bir dava uğruna canımızı bile feda edebiliyoruz. Refleks ile eylem arasına sıkışan bir varlık var. Varoluş imkânını muHaKeMe’den alan bir “DERİN BEN” açılıveriyor, nokta iken çizgi oluyor, çizgi iken bir satıha dönüşüyor. Kanatları kapalı iken kahverengi bir dal parçasını andıran kelebeğin masmavi kanatlarını birden açıvermesi gibi, görünebilen ve görünmeye değer TEK şey bu kanatların güzelliği!
Çelişkiye bakın ki sebep-sonuç zincirleri ile örülmüş bu duvarın gri taşlarını itebilecek, hatta duvarı yıkabilecek bir kudret var bu narin kanatlarda: çünkü mavi kelebeğin güzelliği bizi başka boyutlara taşıyor. Bergson’un dediği gibi “Güzellik teklif edilir, netice değildir”. Güzel BULDUĞUMUZ her çiçek, her kelebek, her gün batışı… Bize bizdeki bu gizli gücü işaret ediyor. Adına ister yargı deyin, ister tercih, ister başka bir şey.
Determinist, bilimsel, materyalist bir kafesin içindeyiz. Tabiat’ın kurallarına tabi “ten kafesi”. Acıkan, susayan, korkan, yanabilen hatta ölebilen ten kafesi. Bu kafes kendi tabiatına TAMAMEN ZIT olan bu mavi kelebeği hapsediyor. Tırtıl olarak girdiği kozadan kelebek olarak çıkan, kanatlarını Zaman’a açan bir kelebek: Özgür irade. Ne garip bir varlık özgür irade. (“Zaman Nedir?” isimli kitap, Şans, Kader, Özgür İrade konusu)
Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı,Sf. 443-450
Kendisiyle ilişki kuramayan, yaptıklarının, söylediklerinin FaRKında olmayan biri çelişkili konuşmaktan ya da suç işlemekten bir rahatsızlık duymayacaktır çünkü reddedebilir ya da unutabilir. Akıl birilerinin ayrıcalığı değildir, herkeste mevcuttur. FaRKında olMAma hali de zekâsızların ayrıcalığı değil, her insanı pusuda bekleyen ve eylemlerimizin doğru/yanlış oluşunu görMEme ihtimalidir. […] Akıl meselâ öğrenme arzusuna kıyasla cemiyete çok şey kazandırmaz. Değer üretmez, her zaman geçerli olacak bir Mutlak İyilik işaret etmez. Ahlâkî ve siyasî değeri tarihin nadir zamanlarında ortaya çıkar. Her şeyin paramparça olduğu, merkezin çevreyi taşıyamadığı, kanunsuzluğun dünyaya hakim olduğu o zamanlarda. Ve en iyilerin ilkelerini yitirdiği, vasatların coştuğu günlerde. Böyle hayatî anlarda akıl siyasette marjinal bir mesele olmaktan çıkar. Hemen herkes düşünmeden sürüklenip gitmeye razı olduğunda akledenler açıkta kalır, göze çarparlar. Çünkü sürü psikolojisine kapılmayışları bir tür eylem olur. […] Akıl rüzgârının zuhur edişi bilinç değil iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırd edebilme vasfıdır.
Eichmann’ın bir canavar olduğuna inanmak rahatlatıcı olurdu. Ne var ki onun gibi insanların sayısı oldukça çok. Ne sapıklar, ne sadistler, korkutucu derecede normaller. Kurumlarımız ve ahlâkî temellerimiz itibariyle bu normallik bütün canavarlıkların toplamından daha korkutucu. Çünkü Nürnberg mahkemelerinde sanık ve avukatların binlerce kez tekrar ettiler: Bu yeni suçlu tipi yaptıklarının kötü olduğunu anlayamayacağı koşullarda suç işliyor. Savaşın bitmesine yakın suçluların soykırım izlerini silmeye çalışmış olmaları acaba yapılan kötülüklerin FaRKında olduğunu gösterir mi? Sanmıyorum. Bu sadece savaşı kaybedeceklerini anladıklarını gösterir. Savaşı kazansalardı bir suçluluk hissedecekler miydi?
Çeviri notu: Almanca düşünüp İngilizce yazdığı için Arendt’i anlamak her zaman kolay değil. Hele bir de Türkçeye çevirilmiş bir metin okuyorsanız. Esasen aklın bir işlevine dikkat çekiyor Arendt. Bir anlamda kendine dışarıdan, eleştirel bir gözle bakabilmek, “yaptıklarının, söylediklerinin farkında olmak”. Orijinal metinde Almanca kokan “inability to think” deyimini kullanıyor ama İngilizcede bu işlevin en uygun etiketlerinden biri discernement olabilirdi. “to possess wisdom and be of good judgement” yani erdem sahibi olmak, iyi-kötü ayrımını doğru yapmak. Yine de Arendt’in problem çözen zekâ ile iyi-kötü ayrımı yapan aklı ayrı tuttuğu aşikâr. Bu yargı işlevini gözün ışık sayesinde kontrastları ve konturları görmesine benzetebiliriz(1):
” […] Biçim ve öz, genel ve özel, Madde ve Mânâ, iki zıt kutup, biri makbul, diğeri sakıncalı iki şey gibi görülmemeli kanımca. Daha çok zıtlıkları üzerinden birbirlerinin varlıklarını İnsan’ın nazarına veren aklî yönler söz konusu. Meselâ geceleyin ışık yokken cisimleri göremeyiz ve ortalık aydınlandığında (ışık sayesinde) zıtlıkları FaRK etmeye başlarız. Zıtlıkların sayesinde de cisimlerin başladığı ve bittiği yerleri görürüz. Ama çok ışık olduğunda sadece ışık görünür. Bir yaz günü öğlen saati neredeyse gece gibidir. FaRuKiyet azalır. Akşam üzeri gölgeler uzamaya başladığı zaman şeyler netleşir. (“Zaman Nedir?” isimli kitap, bölüm : Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı-7)
Sonuç
Arendt’e göre siyasî anlamda itaat etmek ve destek vermek arasında bir fark yok. Şeyleştirme ve Yabancılaşma yoluyla köklerinden koparılmış olan modern insan zulme direnemiyor. İyilerin korkak, vasatların azgın olduğu bir dünyada İnsan akıla muhtaç.
Eichmann’ın yargılanması sırasında Arendt tarafından yapılan gözlemler modern/ileri toplumların gerçekte ne kadar geri olduklarını gözler önüne seriyor. Ekonomilerimizin, fabrika ve borsalarımızın düzgün işlemesi için gerekli olan etik bir zemin var. Bu zemini biz modernler ahlâkî bir zemin sanıyoruz. Hırsızların çaldıkları parayı eşit paylaşmalarıyla hırsızlık yapMAmak arasına çizgi çekemiyoruz.
“Ne yapayım, sistem bunu emrediyordu” diyen Eichmann’a savcı cesaretle direnmesi gerektiğini söyleyince “cesur olmamız emredilmedi. Böyle bir emir verilseydi uyardık” demişti. Eichmann idam edildi. Ama Arendt’i korkutan biz “normaller” hâlâ hayattayız, modern bürokrasilerin adalet açmazı da dipdiri karşımızda:
“Herkes suçluysa “hiç kimse suçludur” denilebilir mi?”
Marxçı kavramlar olan Şeyleştirme ve Yabancılaşma‘nın Müslümanca bir perspektifteki karşılığı aklı kullanMAmak ya da şirk olabilir diye düşünüyorum. Müslüman’ın Ahiret’e açılan bu pencereyi kapatması… Yaratan’ı, yaratılma Sebebi’ni, Din Günü’nü… özgürce, bilerek, isteyerek unutmayı seçmesi.
Videolar (Amerikalı -vasat- devlet memurları)
Madeleine Albright: http://www.youtube.com/watch?v=FbIX1CP9qr4
Bill Richardson: http://www.youtube.com/watch?v=5S1YkQs5nXQ&feature=related
Dipnotlar
1° Bir alıntı: ” […] Hz. Ömer’i “İbnu’l-Faruk/Faruk’un Oğlu” olarak tanıyan ve yüce kameti hiç kimselerin akıllarına gelmeyen ince derin ve uzak görüşlülüğü ile bilen ve Hz. Peygamber’den onun hakkında; “Ömer’in dilinin üzerinde meleğin dili vardır; Ömer konuşan değil konuşturulandır” sözlerini işiten o gençler böyle bir insanın nasıl kız çocuklarının gömülmesine seyirci kaldığını ve nasıl helvadan yapılmış putlara tazim ederek cahiliyenin inançlarına kapı açtığını bir türlü anlayamıyorlardı. Çünkü onlar Hz. Ömer’i hep farukiyeti ile tanımışlardı. Cemaatte bulunan bir genç daha fazla dayanamadı ayağa kalktı ve Hz. Ömer’e dedi ki: “Ey Müminlerin Emiri! Siz cahiliyede bu işleri yaparken aklınız yok muydu? Ancak aklı olmayan biri bunları yapabilir!”
Bir anda Hz. Ömer’in yüzünde acı bir tebessüm belirdi ve üzerinde durup saatlerce düşüneceğimiz şöyle bir cevap verdi: “Ya Büneyye! İndena akıl ve lakin lem tekün indena hidayet” yani “Ey Evladım! Aklımız vardı ama hidayetimiz yoktu.” (Kaynak)
… Bu konu ilginizi çektiyse …
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
Kendini « sol » olarak tarif eden hareketler hiç olmadıkları kadar zayıf ve bölünmüş bir tablo çiziyorlar bugün. Türk Solu Dergisi’nin ırkçı söylemlerinden CHP’nin darbe çağrılarına uzanan bir kafa karışıklığı hakim. Muhalefet boşluğunun müzmin bir hastalığa dönüştüğü şu dönemde Türk solu bu boşluğa talip olabilir mi? Daha önce Dikkat Kitap kategorisinde yayınladığımız Pozitivizm Eleştirisi gibi bu kitap da Türkiye’deki sola tarafsız bakan bir çalışma. İyimser görüşler kadar geçmişe dönük ağır eleştiriler de var. İlginize sunduğumuz 82 sayfalık bu kitap Türkiye’deki “sol” grupların sorgulamalarına, projelerine ışık tutmak amacıyla derlenmiş makalelerden oluşuyor. Kitabı buradan indirebilir ve paylaşabilirsiniz. Kitapta ele alınan başlıca konular: Solda özgürlükçü hareketler, 68 Kuşağı, Devrimci sol, Kemalizm, ulusalcı sol akımlar, Sol ve İslâm, Cumhuriyet Gazetesi.
6 Yorum
Yazan:Berrin Sönmez Tarih: Nis 7, 2011 | Reply
“Aklı kullanmamak ya da şirk olabilir” derken bence de haklı olabilirsiniz Mehmet Bey. Fakat fiillerin dereceleri de olduğu muhakkak. Amir için yorumunuz daha uygun gibi geliyor bana. Ya memur için? Önce teslim olamamak demeyi düşündüm ama galiba kime teslim olacağına doğru karar verememek dersem daha iyi ifade etmiş olabilirim. Teslim olmak, selametin ancak yaratıcının gösterdiği yoldan ulaşılabilecek bir nimet olduğnu, akli ve kalbi tüm melekeleriyle hissederek yaşamak…
Marx serisinin bir çok yerinde işaret edildiği gibi bürokrasinin hakimiyetinde teslimiyet ancak anayasaya olduğuna göre kalbi melekelerin devreye girme imkanı olmadığı açıktır. Pozitif hukukun açmazları ile kuşatılmış kanun metinleri insan yüreğine ne derece nüfuz edebilir?
Nitekim egemenliğin dayanağı da hukuk olduğu için egemenlerin otoritesine bağlılık, körü körüne itaat, vatandaşlık ahlakının gereği sayıldığı içindir ki Marx, kapitalizme savaş açmıştı. Falan krala, filan prense değil devrin ve halen devrimizin gerçek muktediri olan kapitalizme… Ancak hayat, hiç bir zaman yazılanları yaşamayı mümkün kılmayan; sadece yaşananları yazmaya imkan sunan sürprizler tayfı. Çünkü kainat, tüm yaratılmışlar ve yaratılış gerçeği zaten “apaçık bir kitap” ve her şey baştan yazılmış olduğundan bir ideolojik tasarımı gerçekleştiremiyoruz. Sanırım siz de zaten benzer düşüncelere sahip olduğunuz için böyle bir seriyi yazıyor ve notlarınızda İslam düşünürlerine yer veriyorsunuz. Zihin açıcı oldu bu seri şu ana kadar okuduklarım hakikaten düşünmeye sevk ediyor. Düşünürken ulaştığım nokta ise belki sizin arzu ettiğinize ters düşecektir. Zira tersten baktığınızı, baktığımızı düşünmeye başladım. Acaba bizler Marx’ın da bir parçası olduğu batı modernitesini okuyup anlamaya çalışmak yerine ilkin kendi kaynaklarımızı, hiç batı kavramlırını kullanmadan günümüze uygulamaya çalışsak nasıl olur diyorum. Zira kavramlarla düşündüğümüz için batı kavramları bizi ister istemez batılı zihniyete alıştırıyor ve hep kendimize dışarıdan hatta karşıdan bakmak durumunda kalıyoruz. Etrafı, binlerce yılı ilkin bir kenera bırakıp temel kaynaklarımıza insek… Mümkün mü bilemem zira Tefsirlerimizin bile bir çoğu batı düşüncesi karşısında İslamı savunur bir edayla yazılmış gibi görünüyor… Şu hukuk ve adalet arasındaki farkları ortaya koyup müslümanca bir tercihle şekillendirebilsek…
Yazan:MY Tarih: Nis 10, 2011 | Reply
Berrin Hanim Selam,
kisacik yorumunuzda ne çok soru ve sorgulama var 🙂
öncelikle kusura bakmayin biraz geciktim yanitlamakta, normalde 24 saati geçmemeye gayret ediyorum.
“Düşünürken ulaştığım nokta ise belki sizin arzu ettiğinize ters düşecektir. ” (BS)
Bu tür yazilarin maksadi bu aslinda, yani cevap üretmek degil her okuyucunun içinde sakli hazineleri ortaya çikarmak, soru üretmek.
” Amir için yorumunuz daha uygun gibi geliyor bana. Ya memur için? Önce teslim olamamak demeyi düşündüm ama galiba kime teslim olacağına doğru karar verememek dersem daha iyi ifade etmiş olabilirim.”(BS)
Kanaatimce amir ya da memur fark etmez. Neden?
insan her an ayni derece özgür degil. Aklimizi her an kullanMIyoruz. Mesela alis veris yaparken. Ancak paranin üstünü fazla veren saticiya dönüp hakkini teslim ettiginizde devreye giriyor. Yoksa en kaliteli mali en ucuza almak derdindesiniz yani analitik zekâ.
Bir hayat kadini kötü yola düserken akli onu uyarabilir. Ama her “müsteri” öncesi sorgulama olmaz. Buna tahammül edemez. 1938’de Atatürk’ün emriyle Dersim’deki Kürtleri öldürmeye gönderilen askerler de belki ilk anda bir çekinme, bir mide bulantisi hissettiler. Ama vicdanin sesine bir kez kulak tikadiniz mi sonra suç islemek kolaylasir. Bürokrasi, endoktrinasyon vs bu isin modern yöntemleri. ABD’li askerlerin Abu Graib’de yaptiklarina bakin. Haz duymaya bile basladilar.
“Pozitif hukukun açmazları ile kuşatılmış kanun metinleri insan yüreğine ne derece nüfuz edebilir? “(BS)
Burada süper bir kirilma noktasini yakalamissiniz. Bu konuda kitaplar yazilmali.
Soljenitsin’in bir lafi var (mealen)
Sizin, benim içimdeki iyilik hissi, adalet özlemi sübjektiftir. Güzellik gibi, iman etmek gibi öznel, kisiseldir. Ancak beraber ayni toplumda yasayabilmek için ortak, objektif bir HUKUK tarifine ihtiyaç var. Biri ötekinin yerini tutmaz. Yani “insanlarimiz vicdan sahibidir, devletin hukukuna gerek yok” diyemezsiniz. Ama tersi de olmaz. Bugün Bati dünyasinin sorunu bu. Yani Bati tarzi demokrasi + ulus-devlet tasavvuru + pozitivizm + serbest piyasa = Vicdanlarin KAMUSALLASTIRILMASI
Biz ortadogu ve genel olarak Islam cografyasinda devlet hukukunun zayifligini tecrübe ediyoruz. Diktatörler, darbeler,…
Batili adalet, iyilik, dayanisma gibi duygulari merkezî devletin üstüne yikti, tüketme makinesi haline geldi.
“Acaba bizler Marx’ın da bir parçası olduğu batı modernitesini okuyup anlamaya çalışmak yerine ilkin kendi kaynaklarımızı, hiç batı kavramlırını kullanmadan günümüze uygulamaya çalışsak nasıl olur diyorum.” (BS)
Kanaatimce kaynaklar arasinda bir öncelik yok. “Hikmet benim kayip malimdir, nerede bulursam alirim” diyorum 🙂
Düsünce tarihinde “zaman” olgusu düz bir çizgi degil. Mekân olgusu da dogusu ve batisi olan bir satih degil. Meselâ David Hume adli iskoçyali düsünürün 1748’de yayinlanan bir eseri var: “An Enquiry concerning Human Understanding”
Bu kitaba verilmis en güzel cevap ise Tehâfütü’l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı) isimli kitaptir. Yazan ise Gazâlî Hazretleridir ki Iran’da 1058-1111 yillari arasinda yasamistir!
Bu kitaptan bazi kisimlari biraz “modern” bir dille yazsam yani islami referanslari çikarsam beni “postmodernist aydin” diye alkislayacak insanlarla dolu Türkiyemiz 🙂
Gelin de çikin isin içinden 🙂 Yüzlerce asir öncesinden moderniteye, pozitivizme verilmis cevaplar Iran’dan geliyor!!!
Simdi sizin dediginiz gibi sadece “bizim” olan kaynaklara odaklanirsak cevaplar olur elimizde ama sorular olmaz. Zira bugün içinde ezildigimiz PARA-TEKNOLOJi kiskaci bati avrupayi 1700’lerden beri eziyor. Adamlar (Karl Marx, Adam Smith, John Locke, David Hume, Henri Bergson… taa Heidegger ve Arendth’e kadar) bu eziyet karsisinda akil ile çare aramislar.
“Biz” ise kanaatimce biraz edilgen kalmisiz. Tipki askeri anlamda Müslüman topraklarin istila edilmesi gibi dilimiz, düsüncemiz, aklimiz ve kelimelerimiz de istilaya ugramis.
“Zira kavramlarla düşündüğümüz için batı kavramları bizi ister istemez batılı zihniyete alıştırıyor ve hep kendimize dışarıdan hatta karşıdan bakmak durumunda kalıyoruz” (BS)
Evet, haklisiniz. Ancak batiya endeksli olmak ne kadar hatali ise tersinden endeksli olmak da o kadar hatali. Zaten 1700-2000 arasinda Müslüman düsünürler arasinda hakim olan zihniyete bakinca bu iki yolu görüyorsunuz. Ya batiyi kopyalama gayretinde bir güruh (modern devlet, irkçilik, Türk, Arap milliyetçiligi…, tepeden inme reformlar, jakobenizm…) ya da batidan gelen herseyi reddeden bir “istemezüüüük” ekibi.
Batililarin düsünürlerini elbette temkinli bir sekilde okumaliyiz. Ama MUTLAKA okumaliyiz. Onlarin nasil düsündügünü anlamak, kendi hatalarimizi tahlil etmek, PARA-TEKNOLOJi kiskacindan çikmak için gerekli bu.
Üstelik Islam ülkelerinde yasayan insanlarin belki yaridan fazlasi batili bir hayata özeniyor ya da zaten batili tarzi seçmis vaziyette. Bugün Istanbul, Kahire ya da Casablanca’da yasayan milyonlarca “modern” Müslümanla da dialog kurmanin yolu batiyi anlamaktan geçiyor. Bati çoktan beridir batida degil, içimizde…
“Şu hukuk ve adalet arasındaki farkları ortaya koyup müslümanca bir tercihle şekillendirebilsek…”(BS)
Kalbimizden geçen ve iyi ile kötüyü ayiran bir sinir var. Bir de eylemlerimiz ile zarar/fayda verdigimiz insanlarin haklarini muhafaza eden bir devlet hukuku.
Dikkat ederseniz bir çok devlette ekonominin isleyisini bozan suçlar(?) ceza görürken vicdanen kötü olan seyler cezasiz kalir.
Bu kalp çizgisiyle devletin hukuk çizgisi birbirine çok yakin olmali. ideal devlet bu bence. Ama derseniz ki “nasil kuralim?” iste bunun cevabini bulmak zor. Ben de sizin gibi kiymetli okurlarimiza güveniyorum bu arayisi sürdürebilmek için 🙂
Yazan:hadsiz çömez Tarih: Nis 10, 2011 | Reply
Bazen şu sitede insanların din algısını anlayabilmek için merak edip yönelttiği soruları ve İ.E da bu sorulara verdiği cevapları okuyorum. Kendimce yaptığım çıkarımlardan biri ; tereddüt ettiğimiz konularda vicdan/aklımızı ihale etmeye hazırız.
Misal; İ.E şeytanı içimizdeki kötülük güdüsü olarak tanımlıyor. Bizler akıl/vicdan hakiminin esas amir olduğunun bilincinde olduğumuz için olsa gerek kötü fiillerimizin failinin biz olmadığımızı, biz’in kandırılmış/yoldan çıkarılmış/ikna edilmiş olduğunu ileri sürerek mağdur ve hatta mazlum olduğumuz düşüncesine inanmayı tercih ediyoruz; Şeytan tarafından kandırılmış, emre itaatten başka çaresi olmayan, aciz kötülük amirinin memuru!
Sağ omzumda Doğu, sol omzumda Batı. Batıya uydum yoldan çıktım! Kandırılan Ben vuku bulan kötülüğe niyet etmemiştim; ”Ameller niyetlere göredir.” O halde kötülük yapan ben değilim!
Bakara 115: Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır………
Niyet-Hicret!
Niyet; Biz içimizi ve dışımızı istila etmiş(!) Batıdan ve onun temsil ettiklerinden kurtulmaya çalışıyoruz. Mümkün mü?
Bakara 177; İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir……………..
Kötü kabul ettiklerimizin menşei, coğrafyası olabilir mi; Batı patentli kötülük, kötülüğün vatanı! “Hayvanlıktan insanlığa hicret ettim şimdi kendime uygun hicret edeceğim mekan/coğrafya bakınıyorum!” Bu niyetle, Batı’dan Doğu’ya hicret etmekle kötülükten kurtulmak, kötünün icracısı olmaktan kurtulmak mümkün mü? Elhamdülillah Müslümanım diyen birinin niyeti ne olmalı? Bu kıldan ince kılıçtan keskin niyet üzerinde hicret edebilmek o kadar kolay mı, Ben’im diyenin yapabileceği bir şey mi?
Bakara 142: Bir takım kendini bilmez insanlar, “Onları (müslümanları) yönelmekte oldukları kıbleden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da, Batı da Allah’ındır. Allah dilediği kimseyi doğru yola iletir.”
Kıble, sadece namaz kılınırken dönülen yön mü? Namaz kılarken döndüm kıbleye diyor ve Allah rızası için namaz kılmaya niyetleniyoruz. Selam verince namazdan çıktığımız gibi kıbleden de mi yüz dönüyoruz acaba? Ömür bir namazlık. O ömürde yönelmeyi KaBuL ettiğimiz KıBLemiz ne?(MY’den kopya :))
Müslümanı sakalından, başörtüsünden vb. den teşhis eder olduk. Kimin yazdığını bilmeden okuduğumuz takdirde kimi batılı alimlerin yazdıkları neredeyse bir Müslüman alimin kaleminden çıkmış gibi. Allah’ın rahmeti coğrafya ayırmıyor, her yere yağıyor. Bir batılı alimin ancak bir Müslümanın vakıf olup yazabileceğini düşündüklerimizden haberdar olabilmesinde elbette ki bir hikmet aramalı.
Hicret; Evet, anadan, babadan, yardan, yârandan ayrılıp, muhtaç bir gönüle, hak ve hakikatı anlatabilme uğruna memleketini terkedip, diyar diyar dolaşan her dâvâ adamı, her inanmış insan, hiç bitmeyen bir hicret salih dairesi içindedir ve bunun sevabını da mutlaka görecektir…günahlardan hicret …. Allah’ın rahmetine hicret…(alıntı)
Niyet etmeden ya da yanlış niyetle doğruya hicret edilebilir mi? Bu şekilde mümin olunabilir mi bilmiyorum!
Yazan:cb Tarih: Nis 10, 2011 | Reply
selamlar,
DERİN konular yine masaya yatırılmış, berrin hanımı çok iyi anlamakla birlikte bir itirazım olacak; bir şeyi hadi bu batı merkezci düşünceler olsun, onları varlığını bilmek demektir, o düşünceyi bilmek ile o düşünceye ait olmak ve hatta o düşünce ile yorumlamak birbirinden oldukça farklı şeyler… misal “bizim” dediğimiz felsefecilere bakalım, bu felsefecilerin hemen hemen hepsi “yunan felsefesi” üzerine yoğunlaşmamış mı? durum bu iken ve dünyanın geldiği şu noktada “izole” bir yaşam olması mümkün olmadığından, bilmeden sırt dönmek yerine, bilerek cevap üretmek daha sağlıklı değil mi?
bir not daha ekleyeyim, misal MY “kötülüğün zıddı iyilik değildir” diyor ya, itikadi sınırlara çok takılmadan, o “batılı feylesoflar” içindeki isimlere bir baksak, bir kısmı, kendi bilmiyor belki ancak kendi adını koymadığı halde “varlık, bilgi, etik, ahlak” gibi ehemmiyetli konularda birçok müslümandan, “bizden” ileri durumda, diye düşünüyorum.
Yazan:MB Tarih: Nis 10, 2011 | Reply
Yazı çok derin ve çok muhteşem. Özellikle Hz. Ömer’den örneğiniz ve hidayete vurgu yapmanız muhteşemdi. Yine, “insanların totaliter rejimlerle(belki de bürokrasiyle) bir sistemin çarkları haline getirilmeleri, insanlıklarına yabancılaşmaları” tesbiti meselenin ana damarı belki de. Hz. Ömerin cahiliye döneminde başına gelenler de buydu sanırım. O’da törelerin çarkına karşı koyamamıştı sanırım.
Hz.Ömer örneği bize birşeyi daha anlatıyor kanaatimce, o da “ümit”in hep var olduğu gerçeği. Zira her zaman bir dönüş yolunun var olduğunu da göstermiş oldunuz. Yeter ki insan istesin. İnsan istesin ki Allah da versin. Bu örnek, Allah’ın rahmetinin genişliğini de hatırlatıyor bizlere. Böylece yeis’e ümitsizliğe yer olmadığını da anlatmış oldunuz.
Elhasıl kendine yabancı insan, vicdana, adalete, güzelliğe ve hatta Allah’a da yabancıdır diye düşünmeye başladım 🙂
Bir diğer belki de en önemli husus da şu ki; zalim ya da totaliter rejimin ve/veya (vahiyden ve insanlıktan kopuk) emirlerine karşı; “müslümanca duruş” perspektifini yakalama olgusunu Mehmet Yılmaz Bey’in bu yazılarında yakalayabilirsiniz diye düşünüyorum.
Yazı o kadar derin ki, çok şeyler yazılıp çizilebilir. Şimdilik bu kadarla iktifa edeyim.
Gerçekten bu yazıyı ben yazmış olmayı çok isterdim 🙂
Muhteşem bir yazı…
En güzel dualarımla…
Yazan:MY Tarih: Nis 11, 2011 | Reply
Selam MB kardesim, Güzel sözlerin cesaret veriyor, ALLAH razi olsun.
“keske ben yazsaydim” demissin ya, DD adetlerine uygun biçimde yazmaya devam ediyoruz birlikte gördügün gibi. Bütün yorumcularin getirdigi açilimlara bak. Dedigin gibi bir kitap çikar tek bu noktadan 🙂
Aslinda adini koyamadan hissettigim iki sey vardi, ben de sayende FaRK ettim. Senin sözlerini buraya aliyorum anahtar kelimeleri koyu yazarak:
1) Evet, vicdanin uyutulabilmesi, insanin ATIL bir çark haline getirilmesi moderniteye özgü degil.
2) Evet, umut hep vardi, hep var.
Bu ikisini Arendt ve Hz Ömer Efendimiz’in fikirlerinin kesistigi noktada bir sekilde hissettim ama adini koyamamistim, sen koydun 🙂
Bak sana Human Condition adli saheserden bir alinti koyayim (sf. 176) , Arendt’i anlamak için çok önemli bir kavram NATALITY. Dogum olayinda metafizik bir deger görüyor Arendt, her dogum nasil yeni bir baslangiçsa her insanda da yeni bir umut vardir ve “her yeni insan kendisinden beklenenin üstünde birseyler gerçeklestirebilir” diyor. Bu bizim ZAMAN NEDIR? kitabinin son 3 bölümünde sorguladigimiz Zaman, Kader ve Özgür Irade mevzusuna tekabül ediyor ve Arendt Cemile’nin tabiriyle bir Müslüman gibi konusuyor: