Rang-e khoda/ The Color of Paradise/ Mecid Mecidi / 1999
By Suzan Nur Basarslan on Nis 14, 2011 in Bedensel engelli insanlar, İnsan, Sanat, Sinema
Ey Gören fakat Görünmeyen!
Yalnız Seni ister yalnız Seni zikrederim!”
cümleleri ile başlar Mecid Mecidi’nin yönetmenliğini yaptığı 1999 İran yapımı olan Cennetin Rengi filmi. Zâhirde, karısı vefat ettiği için yeniden evlenmek isteyen ve gözleri görmeyen oğlunu yük, eksik, fazlalık kabul ederek hayatının dışına çıkarmak isteyen ‘baba’yı; bâtında, dünya kendisinden uzaklaştırılan ve yaratılmış olan her şeyin maddi yönünde onun melekûtunu, melekûtta Rabbi bulma/görme ümidiyle ‘arayan oğul’u anlatır Cennetin Rengi.
Biri evleneceği kadının derdindedir, diğeri harf harf kelimelerin; biri dünyanın, diğeri Rab’bin; biri isyandadır yaşadıklarını kendine zull addederek, acelecidir, diğeri teslimiyettedir yaşadıklarının kendisini bir yere/Rab’be ulaştıracağının ümidiyle, sabırlıdır…
Film ilk sahneden itibaren “ellerin” filmidir: dokunan, gören, hisseden, bulmaya çalışan, arayan, konuşan, tanımaya ve öğrenmeye çalışan, okuyan, tebessüm eden ve ağlayan… çocuk ellerin. Ve hissedersiniz ki en başından, o eller, mutlaka sonda karşınıza çıkacak ve size hikâyesini anlatacaktır/okutacaktır. Bu elleri hüzünle, ilgiyle, merakla takip edersiniz her karede artık, yazmaktan çok “oku”yan ellerin, ne okuduğunu merak ederek.
Gözleri görmeyen Muhammed’in elleriyle aradığının kim olduğunu öğrendiğinizde, onun çocuk yüreğinin damla damla ellerine döküldüğünü gördüğünüzde, yüreğiniz kırık bir ayna gibi kırk parçaya ayrıldığında, gören gözlerinize ama okuyamayan ellerinize baktığınızda, ağlarsınız, Muhammed’e değil, kendinize…
“Kimse beni sevmiyor. Ninem bile! Kör olduğum için herkes benden kaçıyor. Eğer görebilseydim diğer çocuklarla birlikte köy okuluna devam edebilirdim, ama dünyanın ta öbür ucundaki körler okuluna gitmek zorundayım. Öğretmenimiz, Allah’ın bizleri diğer kullarından daha çok sevdiğini söylüyor, ama ben de diyorum ki, madem öyle, bizi kör yaratmazdı ki böylece O’nu görebilelim.
Öğretmenimiz dedi ki: ‘Allah görünmezdir. O her yerdedir. O’nu hissedebilirsin.
O’nu parmağının ucunu kullanarak görebilirsin.’
Allah’ı bulana kadar ellerimle her yere dokunacağım ve bulduğumda da, kalbimin bütün sırları dâhil, her şeyi anlatacağım.”
Allah’a kavuşmak ve O’na kalbindeki bütün sırları anlatmak… Muhammed’in temiz yüreğinin dokunduğu her şeyi okumaya çalıştığını gördüğünüzde, okuduklarını anlamak istediğinizde, sesleri duymaya çalışırken ne duyduğunu duymak için kulaklarınızı kabarttığınızda ve içine dert olanlar gözyaşlarıyla dile geldiğinde, sizin gözyaşlarınız da akar ve bir ses fısıldar içinizden:
“Benim de kalbimin sırları var anlatmak istediğim, ben de O’nu görmek istiyorum, ben de aramalıyım harf harf, kelime kelime O’nu her şeyde, her yerde… Aramalıyım ve bulmalıyım ki ben de anlatabileyim kalbimin sırlarını, kimselere anlatamadığım sırlarımı…”
Mecidi’nin filmlerinde ‘umut’ mutlaka vardır. Evet, hüzün, hayal kırıklığı, acı… hatta hayatın beklenmedik, olumsuz yönleri de vardır ama asla kara değildir filmleri, umut mutlaka yüzünü gösterir bir yerden, sızar küçük bir tebessümle, bakışla, sözle ya da hareketle. Ölümü anlatırken dahi asla duygu sömürüsü yapmaz yönetmen ve kamerasını karakterin üzerine yönelterek insan’ı tahlil eder. Tip olarak yaklaşmaz işlediği kahramana. Filmlerinde insan her yönüyle, zaafıyla ve güzel tarafıyla işlenir.
Filmlerini özellikle baba-oğul ilişkileri üzerine kurgular yönetmen. Cennetin Rengi’nde baba karakteri zaaflarıyla, ikilemleriyle, hayata ve Tanrı’ya bakışındaki isyanla ön plana çıkarken; oğul, kendisine verilmeyen yüzünden değil, bu eksiklik yüzünden insanlar tarafından ötelenmesi/dışlanması yüzünden üzülen ama güçlü bir kişilikte karşımıza çıkar. Onun derdi körlük değildir; derdi, körlüğü yüzünden diğerleri tarafından dışlanması, sevilmediğine inanması, yapabileceklerinin yapılamayacağına inanıldığı için elinden alınması’dır. Baba karakterinde insanoğlunun zayıflıklarını, şükürsüzlüğünü, tahammülsüzlüğünü…; Muhammed ile de gözleri öte aleme açık ruhların hayata nasıl baktığını görürsünüz, filmdeki bu karakterler kurgu da olsa, onların içimizden biri olduğunu fark ederek. Anne, verici, evi toparlayıcı, merhametli, fedakâr, tevekkül sahibi, dili dualı… olarak karşımıza çıkar. Elinde olan her şeyi evladına verir ve dilinde de son duası oğludur. Hele de ölmeden önceki gece, ellerinden oğlunun ellerine uzattığı tüm mal varlığına baktığınızda, içiniz burkulur bir kez daha. Annedir işte, anne, kaç yaşınıza gelirseniz gelin, size dünyasını tereddüt etmeden sunan anne… Ve o an, bir şeyi daha anlarsınız:
Eller, dünyaya açılan eller, duaya açılan eller, alan eller, veren eller… Ellerdir, kalbin gözü, gözbebeği. Oradan ulaşır dünya ya da öteler insanın yüreğine, orada başlar seçim, oradadır hakikatin başlangıcı, onlarda gizlidir insanın ruhu… Ellerinize iyi bakın, neyi alıp neyi verdiğine, kime açılıp kime kapandığına, neyi görüp neye kör kaldığına, dokunduğuna ve dokunamadığına…
Babayı izlerken, onun zaaflarını, isteklerini, aslında ona kızmazsınız ilk başta ama zaaflarına kibrin eklendiğini gördüğünüzde, kibriyle mahvettiği şeyleri, sorgulamaya başlarsınız kendinizi, insanı. İnsan zaaflarıyla bütündür, ama zaafa kibir eşlik ettiğinde, insan kendisine verilen tamlığı/sağlığı/nimeti kendi hakkı olarak algıladığında, verilmeyene isyan eder. İsyanın sebebi acizlik değildir burada, kibirdir. Bu yüzden eksik, hatalı bildiğini hayatından çıkarmak ister, onu görmek istemez, onu yük kabul eder. Oysa kendisine verilenin alınacağını bir türlü fark edemez. Sadece kendi hayatına, isteklerine, taleplerine odaklanmıştır, olmayacakları fikrini aklına bile getirmek istemez. Ancak, hayat öyle her istediğini sunmaz insanın önüne, bazen tam önüne kadar gelmişken alır onu ellerinden. Bir şeyin size verilmesi hakkınız olmadığı gibi alınması da hakkınız değildir. Bir şey verilir, alınır, eksik bırakılır, tamamlanır… Veren ve alan kim? Sahibi kim bunların? Eğer sahip olarak kendinizi zannederseniz, sizden alınanlar yüzünden isyan çizgisine gelir ve imtihanı kaybedersiniz. Senin mi ki alınınca isyan ediyorsun ey insan, der bize yönetmen bu filmle ve bize kendi bakışını sunar. Elinde olanı kaybetmeden kıymetini bil, der. Ellerinden alınınca yapabileceğin hiçbir şey kalmaz çünkü. Ve yol gösterir: Aradığın O’ysa, eksik zannettiğin aslında seni O’na kavuşturan basamak olur, yol olur. Yeter ki oku, O’nu okumak için oku. Gözlerin, ellerin, yüreğinle… O’nu oku.
Şunu bir kez daha vurgulamalıyım ki, Mecidi, baba ve oğul ilişkisini çok iyi gözlemlemiş ve bunu da özellikle yalın anlatımıyla çok iyi aktarmış bir yönetmen. Şimdilik sadece iki filmini izlediğim için kadın ve kız çocuklarının sadece figür/tip olarak kalmasını -bu filminde anne tipi ile Doğu’daki anne algısını, Serçelerin Şarkısı’nda pasif anne’yi ve eve ait bir tablo olmaktan öte gidemeyen kız çocuklarını, ki bu filmde de öyle, ve bunun yönetmenin zayıf noktası olduğu düşüncemi genellemeyeceğim. Bunun için tüm filmlerini izledikten sonra genel bir yorumda bulunabileceğim. Kamera çekiminde ise, uzaktan yakına -üst-uzaktan yakına- ve kahramana yaklaşan kamera ilgi çekici. Çünkü Serçelerin Şarkısı’nda yakından üst-uzağa giden kamera ile devinim/çaba verilmişti. Şimdi tam tersini yapmış yönetmen, bununla da dıştan içe yönelişi çok güzel verebilmiş.
Mecidi, insanı tüm yalınlığıyla, hayatı içindeki her renkle aktarmasını çok iyi beceren bir yönetmen. Hele filmin sonunda o ellerin -ki filmin başından beri ellerin öyküsüdür film- size anlattıklarını dinlersiniz…
Ellerin size en sonda anlattığı ise, bir duanın kabulüdür. Bir çocuğun tertemiz duasının kabulü… Yuvasına kavuşan yavru kuştur Muhammed ve görmeye çalıştığı dinlemektedir onu. Kavuşmalarda da gözyaşı vardır, evet, kavuşmalarda da gözyaşı vardır… bu yüzden son sahnede ağlayışınız Muhammed’e değildir, onun kavuşmasınadır ve sizin henüz kavuşamamış oluşunuza… onun kavuşmasına bakıp, gözleriniz şunları fısıldar damlalarla:
Muhammed şimdi kalbinin hangi sırrını söylüyor acaba? Hangisini?
Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Okuyacağınız bu eserle romanlarından da tanıdığınız değerli yazarımız Suzannur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
10 Yorum
Yazan:Mismags Tarih: Nis 14, 2011 | Reply
Filmi şu olay üzerine çeker üstad,
“Majid Majidi gözleri görmeyen çocuklarlarla doğanın farklı yerlerine doğru (ırmak kenarı vs.) bir geziye çıkmışlar. çocuklardan biri yosunlu taşlara ilk kez dokunuyormuş ve tepkisi, biri buraya birşeyler yazmış, olmuş. daha sonra kendince orada yazanı okumaya çalışmış ve bir yerde allah yazdığını söylemiş. mecid mecidi çocugun gösterdiği yeri daire içine almış ve acaba sadece onun kişisel görüşü mü diye başka bir çocuğu çağırmış yanına. daire çizili alana geldiğinde o çocuk da okumuş allahı. üçüncü bir çocuk çağırmış , sonuç yine aynı…”
————————
Yalnız filmin açılış sahnesi dehşettir. Simsiyah ekran. Sadece arka fonda konuşan adam. Sonra kişiler görünür. Körler okuludur bulundukları yer.
Majid taa en başta bize öyle bir empati yaptırırki biz farkında olmadan.
—————————————-
Gelelim filmlerindeki kadın konusuna. Majid Majidi Yenişafak’daki ropörtajında şöyle der şu soru üzerine;
“-Kadınlara filmlerinizde çok az yer veriyorsunuz. Bu sizin sinemanızı kısıtlamıyor mu?”
-“Hayır, kısıtlamıyor, inandığım değeler ölçüsünde çalışabiliyorum. Kadını çok fazla kullanmadan da sinema yapılabiliyor. Filmlerimde kadınlara çok az yer vermem benim kendi inançlarımdan ötürüdür. Ben bu durumu inancım gereği içselleştirdim. Yani bugün gidip Amerika’da film yapsam da bu durum değişmeyecektir. Bir de filmlerimde kadın kullanmamamın İran’daki rejimle alakası yok. Bunu özellikle belirtmek isterim.”
http://yenisafak.com.tr/Cumartesi/?t=14.02.2010&i=224513
———————————-
Majid Majidi en çok sevdiğim 3-4 yönetmenden birisidir. Bütün filmlerini izledim ve kendine has tarzını oluşturmayı başarabilmiş ender yönetmenlerden. Majid’in filmlerinde dediğiniz gibi ‘umut’ her zaman vardır. Majid’in çocuklar üzerinden hikayeleri anlatması aslında İran Sineması’nın da bir özelliği. Bir çok örneği mevcut.
Ben film hakkında yazdığım yazıda şöyle değerlendirmiştim;
“Ama filmde anlatılan tam olarak Muhammed’in hayatı değil. Babasının hikayesi bu. Bu hikayeyi anlatmak için ise Muhammed odak alınmış. Onun üzerinden işleniyor babasının korkuları, üzüntüleri ve çaresizlikleri. Çocuk yaşlarda babasını kaybetmiş bu adam onun yüzünü bile hatırlamıyor. Karısı öleli birkaç yıl olmuş. İki kızı, Muhammed’i ve yaşlı annesinden başka bir şeyi yok. Fakir. Hayatını daha yaşanılabilir kılmak istiyor ama bunun gerçekleşmesi için Muhammed’i bir engel olarak görüyor. Evlenmek istediği kadının ailesine Muhammed’den bahsetmiyor. Görme engelli bir oğlum var diyemiyor. “İki kızım ve anam.” Planlar yapıyor bu ayaklarına bağ olan çocuktan kurtulmak için. Vicdanıyla baş başa kalıyor. Düşünüyor, taşınıyor yine düşünüyor. Filmde orman içinde çalışırken babasının duyduğu garip sesler var. İşte bu babasının vicnadıyla olan muhasebesini tasvir ediyor. O ses babayı çok ürkütüyor her seferinde. Ses’in Muhammed’i düşündüğü zamanlarda gelmesi ise buna bir işaret olarak yorumlanabilir. Filmin sonunda ise yüzleşiyor hepsiyle. Baba’nın bu yaşadığı ikilemleri, sıkıntıları ve ruh halini ise annesiyle yaptığı o iç yakıcı konuşmada görüyoruz. Yukarıda yazdıklarımızı bir bir söylüyor anasına. Sitemin kralını yapıyor.Ki bu Allah’a isyan etme noktasına geliyor son raddede.”
Yazan:suzannur Tarih: Nis 14, 2011 | Reply
Sayın Mismags, ellerinize sağlık, tespitleriniz çok güzel.
Yazan:ZemheriBuzağısı Tarih: Nis 14, 2011 | Reply
Ranga-e Khoda= Huda’nın rengi.Yani tanrı’nın rengi .
Yazan:aziz yılmaz Tarih: Nis 15, 2011 | Reply
Sözcüklerin Türkçe anlam karşılıkları doğru.Ancak Rang a Khoda değil,”Rang ê Khoda”olacak.”Khoda”,tanrı’nın farsça karşılığır.Kürtçe’de Xweda olarak geçer.Xweda,dilimizde de kullanılan “Huda”yla köken benzerliğine sahiptir,ancak bunun yanı sıra Kürtçe’de sahip anlamına gelen “xwedi”den gelmektedir.
“-a”,”-ê”eklerine gelince.Gerek farsçada gerekse kürtçede bu ekler türkçedeki “…ın/nın”veya “in/nin”tamlamaların yerini tutar.Lakin isim tamlamaları dil özelliği gereğince farsça ve kürtçede eril ve dişil olarak birbirinden ayrılır.Bu bağlamda “a”eril,”e/ê(e ile i’nin ortası bir vurguyla okunur)ise dişildir.Örneğin,Kürtçede dağ anlamındaki “Çiya”dişildir.”Allahın/tanrının dağı”=Çiya ê Xweda”şeklinde olur,yani ê yerine a eki kon(a)maz.Dolayısıyla reng/renk sözcüğüyle eşanlamlı-ve muhtemelen kültürel yakınlıktan farklı dil ve lehçelere geçmiş olan-“rang”sözcüğü de dişil olduğundan kendimce daha doğru anlaşılması adına bu düzeltmeyi amaçlamış bulunuyorum.Değerli katılımcı dostumuzun yanlış anlamayacağını umut ediyorum.
Saygılarımla.
Yazan:MY Tarih: Nis 15, 2011 | Reply
belki “Hüda” yerine göre anlam degistiriyordur? Meselâ ingilizce “providence” kelimesinin bazen Tanri’nin sürekli var olusu, bazen rahmeti bazen merhameti bazen de mucizevî tecellisi seklinde kullanilmasi gibi.
Farsça bilen okurlarimiz yardim eder belki?
Yazan:aziz yılmaz Tarih: Nis 15, 2011 | Reply
Suzannur hanım ne zaman kitap/film tanıtım yazılarınızı okusam hemen hafıza tazelemeye koyulurum.Bu kitabı okumuşluğum vardı,sanki bir yerden hatırlar gibiyim ya da bu filmi seyretmiş miydim…gibilerinden hep geçmiş zamana kısa bir yolculuk yaparım.Nedenini bilirim az çok beni geçmişe veya yeniden hatırlamaya yönelten bu ilginin.Çünkü tamamen raslantıyla okumuşumdur o kitabı/ve yine raslantıyla seyretmeşimdir o filmi.Ama geçip gitmiştir zamana direnmeksizin.Her ne anlam ifade etmiş,her ne tür bir etki yaratmışsa bende,o an’nın/zaman’nın ruhunda kalmış ve unutulmuştur.Ta ki sizin gibi kelimeleri oya gibi işleyen bir söz ustası çıkıp da bir şeyleri hatırlamaya sevkedene kadar.İşte o an gelip çattığında sanki gerçek değeri anlaşılamamış bir hazineyi yeniden bulmuş gibi olurum.Çünkü es geçip çok da anlam yüklemediğim bir kitap,bir film bazen bir ezgi…birden bambaşka,yepyeni anlamlarla yüklü olarak karşıma çıkar.Nasıl söylesem,sanki bende bir hakkı kalmışçasına borçlu hissederim.
Tuhaf gelebilir,ama manasına veya içinde saklı tuttuğu mesaja kayıtsız kalmış olduğumu sonradan farkettiğim her sanat eserine haksızlık yaptığım duygusuna kapılırım.Çünkü sanat salt bir tüketim nesnesi değildir.Bir sinema filmi seyirlik bir eğlenceden;bir roman, sayfalara gömülerek kendimizi avuntusuna bıraktığımız basit bir metinden ibaret değildir sadece.
İşte tanıtımını yaptığınız film için de böyle bir duygusal burukluk yaşıyorum şimdi.Hayıflanıyorum açıkçası teffeküre davet eden onca çabaya kayıtsıtsız kalışıma.Kayıtsız kalmıştım çünkü bu filmi bir on yıl önce izlediğimde.Sanırım sinema filmlerine ağırlık veren bir tv kanalından izlemiştim,”Ustalara saygı kuşağı”,”Dünya Sinamaları kuşağı”vb şeklinde önemli yapıtlar sunuluyordu o dönemlerde.Bilemiyorum belki hala da devam ediyordur bu tarz sunumlar,ancak tv.yle arama belirli bir mesafe koyduğumdan takip edemiyorum.Gerçi sinemaya da ilgi duymuyorum eskisi gibi.Her neyse konuyu dağıtmayayım.Anlayacağınız bu filmi seyretmiştim ama hiç de üzerinde düşünmemiştim pek.Ama öyle bir anlatmışsınız ki şimdi tekrar bulup seyredesim geliyor.Hem bu şekilde yönetmenine olan borcumu da ödemiş olurum belki.
Yani tekrar izleyerek aslında,bu adamın kameranın arkasında neler düşündüğünü,neleri amaçladığını yeniden zihnimde kurmak,yeniden anlamlandırmak istiyorum.Ne tür zorluklarla karşılaştı mesela,kendisini bu zorlu çabaya sürükleyen duygu neydi…Amçladığı mesajın yerine ulaştığına ne kadar ikna olabildi?Bütün bunları gerçekten merak ediyorum.
Ve bu ilgiyi size borçluyum.Emeğinize sağlık,tefekküre yönelten bu derin mana yüklü güzel yazınız için teşekkürler.
Yazan:suzannur Tarih: Nis 16, 2011 | Reply
Aziz Bey, bir filmi izlerken ya da bir kitabı okurken aslında kendi iç dünyamızda yolculuk ediyor ve onu evvel ve şimdiyle birleştirerek kendi sorularımıza cevaplar buluyoruz. Bu ân’ı yaşamak oluyor; bizi, geçmiş ve bugün’le birleştirerek, ruha, kalbe, bedene ait ne kadar soru, acı, hüzün, mutluluk, sevinç varsa bir kez daha dile geliyor ve filmin/kitabın anlattığı aslında bizi geleceğe bağlayan ân oluyor. Bütünleşiyoruz. Aslında sanat biraz da bu, sorular sormak değil, sorulara cevap bulmak ve bir eserde kendi sorularımıza ne kadar cevap buluyorsak o eser daha anlamlı oluyor bizim için. Katman katman anlamla sarılı eser, biz o katmanlara ulaşabiliyorsak anlamlı hale geliyor. Bir eser, vaktinde dile gelen ve dilini anladığımız bir eser, yıllar önce ya da sonra bir anlama tekabül etmezken, kader denk noktasına denk gelmişse, yani doğru zaman ve mekanda karşımıza çıkmışsa, kapılar açıyor, kapıdan içeri alıyor bizi. Aslında, sanat, sanatçının anlattığından çok, eseri yorumlayan kişinin o esere bakışında gizli ve onda ne gördüğünde/bulduğunda.
Sanat, dile gelen gizli bir sır, ancak sırrı olana açılabilecek olan. Hiçbir hazine sandığı şifresiz/sırsız olmaz, şifre nedir diye sorarsanız, cevap “yüreğiniz”dir derim. Yüreğinizin sırlarla sırlan’ması dileklerimle…
Bu güzel yorumunuz için ne kadar teşekkür etsem az. Muhabbetle…
Yazan:suzannur Tarih: Nis 16, 2011 | Reply
Bu arada Aziz Bey, Ustalara Saygı Kuşağı cnbc-e’deydi yıllar önce ki ben de oradan izlerdim filmleri. Açıkçası ben de televizyonu hayatımdan çıkardım, neredeyse dört-beş yıl oldu, şu anda devam ediyor mu ben de bilmiyorum.Ama internetin hayatımıza bu kadar girmediği dönemlerde cnbc-e gerçekten çok iyi yönetmenlerle ve filmlerle karşılaşma fırsatı sundu izleyicisine ki bu noktada hala hafızamda yer eden bir kanal. Sanırım sanattan nostaljiye geçtim burada :))
Yazan:ZemheriBuzağısı Tarih: Nis 16, 2011 | Reply
= Belki=’den hareket etmeye devam edecek olursak .” Belki” Kur’an-kerimde ki /:— Allah’ın boyası ile boyanınız .
Şeklindeki ayete göndermeler yapıyor olabilir de .
Lakin ben ne filmi seyrettim ne de film ile ilgili başkaca bir bilgi okumadım .Bu filmden sadece bir kaç gün evvel haberim oldu ,bu sitedeki bu yazıyla .O’nun için kesin bir şey söyleyemem .Baki selam.
Yazan:aziz yılmaz Tarih: Nis 16, 2011 | Reply
Anlatmak istediğim tam da buydu.İnsanın sanatla kurduğu ilişki veya sanata duyulan ihtiyaç üzerinden bakarsak,çoğunluk benzerdir amaç.Kabaca söylersek bir tatmin duygusudur insanı sanata yönelten…Ama hoş bir vakit geçirme amaçlanır ama sorular sorulur veya sorulara cevap aranır.Lakin insan için olmazsa olmaz düzeyinde bir ihtiyaç haline gelmesine karşın,insanın sanatla kurduğu bağ hep farklı olmuştur.Ve işte bu bağları/bakış açılarını birbirinden farklı kılan aslında eserin/yapıtın doğru zaman ve mekanda karşımıza çıkmış olmasından çok,bizim zaman ve mekanın hangi katmanında/boyutunda yer aldığımızla ilintilidir biraz da.
Aslında sadece sanat eserleriyle de sınırlı değildir bu.Hergün önünden geçtiğimiz bir park,parkın içindeki bir ağaç ya da görüş alanımızı dolduran deniz…yani gözümüzün önünde duran ama sadece bakmakla yetinip gör(e)mediğimiz pek çok şey vardır.Sadece görüş alanımızı kapladıkları kadarıyla bilincimizde yer ederler(belki de etmezler,çarparlar sadece),sıradan gelirler bize.Basit,sıradan birer nesne gibi.Ne dikkatimizi çekerler,ne de sorular sordururlar.Pek hayret etmeyiz yani…es kaza durup şöyle bir dikkatle hayretini dışa vuran biri çıksa muhtemelen deli falan deyip geçeriz:))
Bu bakımdan ruhumuza,bilincimize -uyuştururcasına-yerleşen yabancılaşma(yoksa körleşme mi desem) duygusundan birilerinin uyandırması iyi geliyor.Yazılarınız bu manada ilaç gibi geliyor valla.