Ak Parti başörtüsü sorununu çözemez…mi?
By İbrahim Becer on Nis 18, 2011 in AKP, islamcilik, Kadın, Laiklik, Muhafazakarlık, Özgürlükler
Edebiyat Fakültesini zamanında terk etsem de bir gerçekle yüzleşmiştim yirmili yaşlarımda: Edebiyat beni terk etmemişti. O yaşlarda kafamın içinin çok boş olmasından mıdır, yoksa içinde çok fazla bakir alanı barındırmasından mıdır nedir halâ hafızamda çok fazla şiir saklıdır. Bir çırpıda söylenen aforizmaları o günden beri sevmem, hatta küstahça burun bile kıvırırım.
“Yalnız insan tek tabanca gibidir; ilk gördüğüne “dan” diye vurulur” diyen Şaire inat ben yalnızlığı dahi tek satıra sığdıramam. Benim Şairim yedeğinde şiirin kurallarıyla gelmeli ve yalnızlığı dahi anlatacaksa, özenle “Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın/ Kulaklarım komşuların ayak sesinde/ Varsın yine bir yudum su veren olmasın/ Başucumda biri bana ‘su yok!’ desin de” demelidir.
Şiire bu bakış açısı daha sonra yaşam şeklime de sirayet etti sanırım. Genelde bohem bir hayatı tercih eden Şuaraya inat, yazarken çok fazla ince eleyip sık dokumaya, okurken de ayrıntılarda şeytan aramaya başlamıştım. Tepkiselliğimin açıklaması vardı; Yazmak için aradığım zeminler genelde fikirlerimin hiç uyuşmadığı ve uyuşma konusunda bir umut ışığının da belirmeyeceği yayın organlarıydı. O zeminlerde “mahallenin delisi” muamelesi görsem de halâ yazmakla mükellef görüyorum kendimi.
“Ali Bulaç’ı taşlamadan önce…” adlı yazıyı da çok fazla şüpheci yazdığımı kabul etmem gerekiyor. Hareket noktam şuydu; Ak Parti tekrar iktidara yürürken “bizim mahalle” oyunbozanlık yapıyordu. Yılan hikâyesine dönmüş bir hak arayışına bu şekilde bakmak biraz fazla güdük kalıyor, farkındayım.
Bu vesileyle kendimi Ali Bulaç ve İnanmış kadınlar arasında bulunca bir tarafgirlik üslubu içinde olduğumu gördüm. Daha doğrusu ayrılan yollardan birini tercih etmek gibi, bana göre “sapkın” bir inançla gönül eğlendirmeyi kendime yakıştıramadım. Kendi arşivime şöyle bir göz gezdirdim; Muazzez İlmiye Çığ’ın başörtüsü hakkında söylediklerinden sonra yazdığım bir yazıya bir daha baktım. Neler dememişim ki; hatta bir kriter bile koyarak yazıyı şöyle noktalamışım: “…benim standardım şudur: bugün başörtüsüyle okula giremeyen o arkadaşım, aynı okula dekan olduğu gün başörtüsü sorunu benim için bitmiştir.”
Halâ aynı görüşümün arkasında duruyorum ama “buluşan kadınlar” platformunun son derece makul bir isteğine de tavır alabiliyorum. Bu yaman çelişkiyi artık anlayabiliyorum. Hatta empati yaparak Ali Bulaç’ı da anlayabiliyorum. Tespit can yakıcı olabilir ama gerçeklik payı oldukça da fazla.
Biz İnananlar referanslarımızı hep aynı noktadan almıştık. “İslam garip gelmiş, garip gidecek” ilkesi doğrultusunda adil olmak adına “garip” kalmaya eyvallah diyen bir ümmettik. Kendi burjuvamızı yarattık, kendi siyasetimizi yarattık, başarılı da olduk eyvallah. Fakat gelinen nokta bizim için ne kadar başarılı sayılabilir orası muamma. Şöyle ki, Türkiye Siyasetine eskiden beri hükmeden temel düstur adaletli olması değil, çoğunluğu sağlamasıdır. “Bunun ne önemi var” demeyin. Eğer ki meselelerinizin çözümünü siyaset kurumundan bekliyorsanız bu çok önemlidir. Umut beklediğiniz Siyasi kadroların “nitelik” hesabında değil de “nicelik” hesabında olduğunu gördüğünüz zaman hayal kırıklığınız daha da büyük oluyor. Ak Parti asla ve asla bir Refah Partisi değil, olamaz da. Yahya Kemal şiirlerine bakar gibi bakın o günlere; “bin atlı akınlarda…” diye başlayan bir şiirdi o günler. Şevki Yılmazlarımız vardı o günlerde, hatırlayın. Hak bildiği gerçeği hesapsız kitapsız adamın yüzüne vuran Şevki Yılmazlar, Hasan Hüseyin Ceylanlar ve niceleri. Üzülerek ifade etmem gerekir ki bugünün Ak Partisinin çekirdek kadrosunu tenzih ederim, Türkiye de böyle bir sorundan bihaber çok insan var bu teşkilatta. Gücün cazibesine kapılan bu pervanelerden, haklı davanıza meftun olmalarını beklemektesiniz benim canım kardeşlerim.
Bu mesele “dağdaki çobanın oyuyla, benim oyum nasıl bir olur” diyen Aysun Kayacı’nın meselesi de değil. Mesele şu ki ” yarın elbet bizimdir, elbet bizim/ gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir” diye içimize su serpen, hayallerimizi her daim ayakta tutan Üstat Necip Fazıl’ın çırağı Başbakan Tayyip Erdoğan’a yarınlarımızın ahvalini soracak bir iradenin olup olmaması meselesidir. Ustadan çırağa geçen zaman zarfında, köprülerin altından nice sular akıyor ama değişen hiçbir şey yok. Basit, sembolik, Pyrus zaferleridir kazandığımız. Çankaya’ya türbanın çıkmasıyla seviniyoruz ama Üniversiteye genç kızlarımızı sokamıyoruz. Ne kadar ahmakça!
Daha da acısı ne idüğü belirsiz “sayısal üstünlük” adına bunu sineye çekmek zorunda kalıyoruz. Geçen on yılların neticesinde zihinlerimize kazıdığımız galat-ı meşhurlarımız var. Yani “gerçeğin yerine geçen yalanlar” silsilelerimiz var. Bir genç kızın başörtüsüyle üniversiteye girememesi bir Laik için hak olabiliyorken, o genç kız için müstahak olabiliyor. Bunu kendi küçük aklımızdan uydurduğumuz delillerle ispatlamaya çalıştığımız da olmuyor değil. “Latife Hanım’da türban takarmış” diyen bir Yazar’a rastlamıştım bir keresinde. Aklınca dayanak arıyor kendine zavallı. Fakat kimsenin aklına gelmedi “bana ne kardeşim” demek.
Buluşan Kadınlar Platformu Üyelerinin arzularının yerine gelmesi sadece Onların değil Çok insanın ortak arzusudur. Fakat benim penceremden gördüğüm, bu işin siyaset kurumu tarafından çözülemeyeceği gerçeğidir. Çünkü Siyasetteki mümessillerimiz de biliyor ki, Buluşan Kadınlar başıboş da kalsalar ne davulcuya giderler, ne de zurnacıya. Bu özgüven sayesindedir ki bu meselenin çözümü, bu kurum tarafından daha çok ötelenir.
Bir film gibi yani! Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın başrollerini paylaştıkları “Dilâ Hanım” ı ve o sahneyi hatırlarsınız. Aralarında kan davası olan ama aynı zamanda esas oğlana düşkün olan Dilâ Hanım onu vurmaya gelir, silahını da çeker, doğrultur da silahını hasmına ama eli gitmez tetiğe ve biçare geri döner. Muhatabı o esnada kendi gibi olmayan sosyeteyle oturmaktadır, Dilâ Hanım’ı görür ve kendine çevrili namluya aldırmadan muhteşem bir müzik eşliğinde, kendi gibi olmayanların tezahürleriyle oynamaya devam eder.
Barazoğlu İhsan Bey’in karısı Dilâ Hanım’ın, Karadağlı Rıza’ya tereddütsüz hesap soracağına inandığınız gündür kurtuluş…
… Bu konu ilginizi çekiyorsa….
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
“Kemalizm Türk kadınına özgürlük verdi” gibi sloganlarla düşünmeye daha doğrusu ezberlemeye itildiği için sık sık şaşırmaya mahkûm bir kuşak bizimki. Tarihi, belgeleri, siyasî söylemleri ve sloganları aklın imtihanına tabi tutan herkes hayretler içinde kalıyor. “İyi de biz bunu bunca sene nasıl yuttuk?” diye sormaktan alamıyoruz kendimizi. Kemalist düşüncenin, çağdaşlığın ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi “çağdaş Türk kadını’nın sesi” Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı olan Yunus Nadi kadınların siyasete atılmasına nasıl tepki vermiş meselâ? “Havva’nın kızları, Meclis’e girip yılın manto modasını tartışacak” Kadınlar Halk Fırkası kapatılınca yerine Türk Kadınlar Birliği kurulmuş. O da kapatılınca Cumhuriyet Gazetesi’nde şu başlık atılmış: “Türk Kadınlar Birliği kapatıldı, fesat çıkaran hatun kişilere haddi bildirildi.” Derin Düşünce Fikir Platformu yakasını resmî tarihten kurtarmak isteyen okurlarına ezber bozan bir kitap öneriyor : Kadın hakları ve Kemalizm ilişkisine alternatif bir bakış