Ateşin Düştüğü Yer
By Aysenur Bulut on Nis 19, 2011 in Sanat
Türkiye İnsan Hakları Vakfı 20. Yıl adına düzenlenen “Ateşin Düştüğü Yer” isimli sergiye katılmak için Adapazarı’ndan trenle İstanbul yollarına düştüm. İstanbul Film Festivali’nde aynı günün akşamı gösterilecek “Ölücanlar” belgesel filmini de izlemek istiyordum. Ufak bir İstanbul farkındalığı olacaktı, başka farkındalıkları yüklenip büyük günü geride bıraktım. Şimdi bu satırları yazıyor olmak başka bir yükten kurtulmak istemenin adıdır.
Tophane’de Depo’nun kapısından kafamı uzattığımda kimse yoktu içeride. Sessizce merdivenleri çıktım. Sergide de kimsecikler yoktu. Yalnızken biraz daha keyiflidir hani böyle şeyleri gezmek… Gözlerden uzak olmanın gözleri tek bir noktada sabitleme imkanı sergi sonuna kadar benimleydi. Tek tek bütün çalışmalardan bahsetmeyeceğim, sadece birkaç tanesini, bende bıraktığı izlenim anlamında bahsedilmeye değer buluyorum. “Yuva” çalışmasında kapkaranlık bir tablo içerisindeki evleri, sokağı ve insanları seçebiliyordunuz, bunun için resme biraz odaklanmanız gerekiyor. Yuvayı anlatan karanlık bir tabloda ne ev netti ne de insan yüzleri, üstelik insanlar çıplaktı. Çıplaklık belki de savunmasızlığı anlatıyordu, karanlık olması görülmemeyi; gerçekler görülmüyordu.
“Kurban” çalışmasını ifade biçimi ve estetik değeri açısından çok başarılı buldum. İsa gibi çarmıha gerilmiş bir duruşta Filistin askısında can veren bir cesed ve nice bedenlerde yaşayan ruh: insan onuru. Kadın şiddetinin anlatıldığı çalışmalardan “ayna”da kan ve morluklar vardı. Ayna kadın için önemlidir, güzelliğin ve kendini görmenin hassaslaştığı kadın dünyasını yansıtan bu aynanın mercekleri toplumun başka travmalarına doğru kırılarak yol alıyordu.
Eller vardı farklı farklı, gittikçe kararan eller… Birçok örnek mektup vardı, hapishaneden ihd yetkililerine yazılmış. Yerler küçük kurşun kalem kırıklarıyla doluydu. Hakkında infazını verip kalemi kırdığımız nice önyargılarımıza, “öteki”lerimize yakındık, ayaklar altına aldıklarımız ayaklarımızı gıdıklıyordu, rahatsız ediyordu ahşap zeminde. Generallerin, darbecilerin, paşaların, askerlerin, infazcıların insan haklarını ihlal eden özneler olmaları yönüyle çokça işlendiği bir sergi. Bu isimler baş aktör çünkü insanı haklarından ayrı, devlet için bir alt eleman olarak gören zihniyet iktidara ait, devlet de iktidarını korumak için her yolu mubah görüyor. Elleriyle canavarını yaratırken saçtığı nefret tohumu değerleri de öldürmeye başladı sonra. Nefret, her türlü değeri öldürür çünkü. Öldürülen gazetecilerin, infazı verilen idamlıkların, kayıpların isimleri uzun uzun geçiyordu ekranlardan. “dev ekranda linç keyfi!” Salonun içinde açık duran birkaç tane ekrandan sözler, sesler yükseliyordu. Kafanızın içinde bir uğultu başlıyor sonra, yeter demek istiyorsunuz. Çünkü sanat ifade ettiği gerçekleri saniye saniye görüş alanınıza soktukça yakıcı oluyor. Bir metrekarelik alanda “sinyal yok” cümlesi ne çok cümleler söylüyor. Töre, namus cinayetleri basit bir cinsellik meselesine indiriliyor da bu mu eleştiriliyor? Evet. “Deri değiştirme” çalışması da çok manidardı, ürpertiyordu.
“İnsan haklarıyla insandır” diyen ihd’nin sergisini genel olarak beğendim. Mütevazı ama iddialı çalışmalar vardı, uzun uzun bakıp kısa cümleler kurduğum “doğru, bunlar yaşandı” dediğim çok oldu yalnız gezdiğim sergide. Ama nedense dini inançtan yaşanan ayrımcılık yoktu bu sergide, daha doğrusu hatırlayabildiğim bir 6-7 Eylül olayları vardı. Başörtüsü mağdurları da az şey yaşamadı/k, neden biz de anlatılmamıştık? Açlık, yoksulluk da yoktu diyecektim neredeyse görmeseydim sokak çocuklarını. Mülteciler de var mıydı ki? İdam edilen yalnızca Deniz Gezmiş ve arkadaşları değildi ki…
Neyse… Yine de ellerine sağlık…
Bu güzel İstanbul havasında Tophane Konak’ta ülkemi izliyordum şehre bakarak. Bir şehir ülke hakkında konuşur, ülkeyi konuşur, ülkeden konuşur. İstanbul’un eksik kalan yerlerini kim tamamlayacak? Diyarbakır, Trabzon, İzmir, Hakkari… Vicdan ülkesi…
İstiklal’in alaca kalabalığına daldım gitti. Nasılsa bu insan yığınında tutunmama gerek kalmadan yol alırım Tünel’e doğru. Oradan Sema’yla buluşup Pera Müzesi’ne geçeceğiz. “Adapazarı’ndan İstanbul’a bunun için mi geldin” diye sormayacak tek kişiyle İstanbul’da olmak güzel. Esasında Ulucanlar Cezaevi’nde 1999 yılında yaşanan rezaletin belgeselini izlemeye gitmiştik ama salonda beyaz tülbentli Kürt teyzeler ilgimi çekti. Bir önyargı türünden değil ama bu “tiplerin” festival kapsamında bir filme sırf sanat meraklarından gelmiş olmadıkları kesindi. Meğer “annem barış istiyor” filmi için gelmişler. Siz ne için geldiniz diye sordu biri. “Siz nereye ben oraya dedim” Erken saatte bizi orada buluşturan Allah’ın dileği gözyaşlarımı onlarla birlikte akıtmakmış. Aziz Çapkurt’un filmi “barış annelerini” anlatıyordu, o teyzeler de barış anneleriymiş. Beyaz tülbentleri en büyük sembolleriydi. Bir tane de bana taktılar film sonrası. Fatih’te bir gün onları ziyaret etme sözü verdim. Film boyunca Zekiye Teyze sürekli bana bilgiler verdi. Hepsiyle ayrı ayrı tanıştım. Annemden gizli bu İstanbul günü için annemi aramak geldi içimden, vazgeçtim.
Biraz da filmden bahsedecek olursam evlatlarını bir şekilde dağa göndermiş, kaybetmiş ya da cezaevinde çıkışını beklemiş annelerin göründüğü bir film idi. Film hani bir senaryoyu ve imgelemi anlatır da gerçekliğe yaklaşır ama bir kurgu olduğunu hep bilirsiniz ” ne de olsa film” dersiniz ya. Bu kaçış yok bu filmden sonra. Çünkü film değil, canlı kanlı, gözü yaşlı insanların acıları dev ekranda izlemenin adı film olabilir mi? Belki benim için…İzleyici olanlar için… Diyarbakır’dan yola çıkıp Ankara’da eylem yapan barış anneleri izlerken kadınların istediklerinde çok güçlü bir toplumsal dönüştürücü oldukları gördüm. “Türk anneleri aramızda yok ama olsun onlar için de buradayız” diyerek hem bir kırıklığı hem bir dürüstlüğü anlatıyorlardı. Belgeseldeki BDP vurgusu iyiydi ve bence haklıydı! Brandada yaşama mücadelesi veren Kürtler, bir tepede ıssız bir alanda tek başına bir mezarda Fatiha’sını bekleyen bir ölü…
“Ne pahasına olursa olsun ölmek ile mecburen hayatta kalmanın arasındaki fark gibi” mealen bu sözlerle başlıyordu bir sonraki film. Ulucanlar Cezaevinde politik suçlulara yapılan ve “devlet terörü” olarak tarihe geçen vahşetin anlatıldığı “Ölücanlar” belgeseli. Düşünce ve düşünceyi ifade etme bu ülke için bir hayli zamandır suç, birazcık muhalif olmanız yaşama hakkınızın bitmesi demekti bu ülkede. Devletin bir şekilde düşünce suçlusu olarak içeri attığı bu insanlar belli ki içeride de düşünsel eylemlerine devam etmişler. Resmi tabirle ” kaşınmışlar” Devlet, kendi kanunuyla bir şekilde hapse atmayı uygun gördüğü bu insanlara yasalar çerçevesinde “kendince haklı” bir sebepten ceza veriyor. Sonra tanıklardan birinin ifadesiyle “iğne atsan yere düşmeyecek” kadar çok polisi hapishaneye gönderiyor ve isimleri önceden belirlenen mahkûmlara ve diğerlerine vahşet uyguluyor. Tanınmayacak hale getirilen mahkûmların çıplak vücutlarının ambulanstan indirildiği görüntülerde hiçbir sinema dili vurgusu olmadan verilen görüntüler bu vahşeti çok içten anlatıyordu. Devlet olarak suçlular için bir ceza tanımın ve uygulaman vardır. Suçlunun suçluluğuna bir şekilde yargılayıp karar verdikten sonra yasadaki cezayı verirsin, biter! İşin bu kısmı bile anlatıldığı gibi kolay ve “normal” değilken bu ülkede, devletten güç alan polisler, resmi söylemle “emir kulları”, köşeye sıkıştırdıkları insanlara işkence ediyor. Evet bunun adı işkence, devlet terörü, vahşet. Hukuka aykırılık gibi naif bir cümle omurgasız olanların tercih edeceği bir tanımlama. Ne kadar bölücü oldukları ve tehdit içerdikleri ve bu yüzden bu işkenceyi hak ettikleri gibi sözleri kabul edenler için gün gelir kendilerini Gogol’un Ölücanları’nda değil Ankara Ulucanlar’da bulma ihtimali üzerinde biraz düşünmelerini söylemek gerek. En büyük ve en tehlikeli terör devlet eliyle olandır. Yönetmen, aynı zamanda yaşanan vahşetin mağdurlarından bir isim: Mustafa Özçelik.
Belki başka bir yazıda aynı gün İstanbul’da gözüme ilişen ve ne kadar özlediğimi hatırladığım lalelerden de bahsederim. Ama şimdi yitirdiklerimize ağlama zamanı… Samimi bir arayış zamanı…
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız. “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin” demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*) İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.
1 Yorum
Yazan:beytullah emrah Tarih: Nis 19, 2011 | Reply
bu haftasonu tokad’dan dostlarla birlikte gezebilme imkanı buldum mezkur sergiyi…
ilk gittiğimizde bir saat daha olduğunu gördük açılışa. kapının önündeki duvara yazılı “kahrolsun insan hakları” yazısının sergi için mi protesto için mi olduğunu düşünürken, yan binanın bize bakan cehpesindeki “canlı her ölümü tadacaktır” mealini dikkatimizi çekmişti en çok. galiba diyarbakır zindanlarındaki işkencelere atıfla yapılmış bir çalışmaymış ki böyle düşününce gerçekten daha çarpıcı bir hal alıyor.
sergiye devletin kaybettiğini iddia ettiği insanların slaytı ile giriyor, merdivenlerde ise devlet okullarında nesillerin nasıl kaybettiğini hatırlıyorsunuz…. sergi ise farklı farklı çalışmalardan oluşmuş. insanın vicdanına dokunuyor, türkiye’nin yaşadığı acıları hatırlatıyor.
ayşenur’un dikkat çektiği şey ise gerçekten önemli. türkiye insan hakları vakfı’nın hazırladığı sergiden sadece islami kesimin uğradığı haksızlıklar yerini almamış gibiydi. gerçi şaşırtmıyor, günlük bültenlerini takip ederken de aynı durum söz konusu ve çoğu zaman kendilerine ilettiğim durumların bültene yansımadığını gördüm.
bir de o kan lekelerini üzerinizde gösteren ayna gerçekten insanı sarsıyor ve sanırım etkisini hatırlamak amacıyla insanı fotoğraflamaya davet ediyor, aynı şeyi biz de yapmıştık çünkü…
eksikliklerine rağmen gerçekten takdire layık bir sergi olduğunu düşünüyorum. hazırlayanların emeğine sağlık. sergiden yazıdan önce haberdar eden ayşenur’a da bu vesile ile teşekkür ediyorum, yoksa kaçıracaktık büyük ihtimal.