Kafka’dan Aronofsky’ye Bireyin Dönüşümü
By Alper Gürkan on Nis 25, 2011 in edebiyat, İnsan, Sanat, Sinema
Aronofsky’nin son çalışması Black Swan, “Kuğu Gölü Balesi”ne dair ilginç bir film. İhtiras trajedisi gibi sunulan hikâyenin sonunda gerçeğin anlaşıldığı bir başkalaşım filmi: Kafka’nın Dönüşüm’ü gibi…
Sinema ve edebiyatta bu konuyu işleyen birçok hikâye görmek mümkündür: Dostoyevski’nin unutulmaz karakteri “Raskolnikov” ya da “Öteki”ndeki “kendinden uzaklaşma” hali, Dante’nin “yolculuğu”, Yunus’un bazı dizeleri, Orhan Pamuk’un “Beyaz Kale, Yeni Hayat, Kara Kitap”ları, Oğuz Atay’ın “Hikmet Benol ve Turgut Özben”li romanları buna örnek gösterilebilir. Sinemadaysa ilk akla gelenler “Fight Club, Matrix, El Maquinista, İnception, Shutter Island, Black Swan” gibi kayganlaşmış gerçeklik çeşitlemeleridir diyebiliriz.
Peki, bu konunun sanatçıları cezbetme gerekçesi nedir?
Bunu anlamak için bu eserlerin ortak noktasını bulmak gerekir. İlk bakışta “bu ortak nokta başkalaşma halidir” demek mümkünse de daha derinde okuyucunun / seyircinin kaçma arzusu dikkat çeker. Esasen bu eserlerin hepsi, “kendini temsil eden birey”lerden bahsetmektedir ve “dönüşüm” de bu temsiliyetten kaçmayı ifade eder. Kendini temsil etmek, kendisi olamamaktır; kendini gerçekleştirememek, sınırlandırılmak, engellenmektir. Yaşadığımız devir açısından bunun ne kadar yaygın bir “mesele” olduğuysa su götürmezdir…
Mesela Oğuz Atay’ın “Tehlikeli Oyunlar”ında Hikmet Benol, “Burada kendimi temsilen bulunuyorum.” diyerek bunu dile getirir. Yazarın Tutunamayanlar’dan sonra içinde bulunduğu sol gelenekle giderek artan çatışmalarından sonra yazdığı Tehlikeli Oyunlar, aydın yalnızlığıyla kendi gerçekliğinden kaçmak için varoşlara sığınan bir adamı anlatır. Kendisi olamayıp da kendini temsil ettiğini düşünmesinin sebebi, etrafını gerçekliği şüpheli kişilerin sarmış olmasıdır. (Albay Tambay gibi.) Kendisi dâhil herkes, birisinin -belki sadece yazarın- zihninin birer temsilcisidir. Bu yüzden onu terk eden karısını, sevgilisini ve tüm camiasını bırakıp “ben-ol”mak umuduyla “içine kapanmayı” tercih eder. Bir rüya parantezinde açılan romanda tüm karakterler, onun oyunlar oynayan bilinçaltının yansımaları gibidir. Rüyalar, anılar, hayaller ve sanrılar; birbirine kenetli olarak oyunlarla ifade bulurlar sürekli. Sonunda da gerçekliği müphem bir ölümle tamamlanır hikâyesi…
Atay’ın sanat meselesi; her şeyin her şeye dönüştürüldüğü, gerçekliğin kaygan bir zeminde savrulup durduğu, iyinin, güzelin, doğrunun ortak bir değer olmaktan çıkıp şahsi birer teveccühe evrildiği “post-modern zamanlarda” yaşamakla doğrudan alakalıdır. İnsanın kendisi olabilmek için her şeyden kaçmaya zorlandığı bu çağda hiçbir şey; varoluşuyla yetinemez, “kendi halinde” kabul edilemezdir çünkü: Bir elbise, sadece bedeni saran bir elbise değil; aynı zamanda kişinin düşünce, inanç, zevk, yaşam tarzı, mali durum, siyasi tercih, hatta tutulan takım… gibi “benliğini” toptan temsil eden bir yığın şeyden birisidir. Yaşadığımız semt de, bindiğimiz araba da, evdeki koltuk takımı da, içtiğimiz sigara da…
* * *
Atay’dan önce bu meseleyi en kuvvetle ifade edense Kafka olmuştu. Gregor Samsa adlı adamın “bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında” kendini böcek olarak bulmasıyla başlayan Dönüşüm, belki de bu yüzden dünya edebiyatının en güçlü, en sevilen, yönlendirici hikâyelerinden birisi olmayı başardı. Mahut dönüşüm, salt böcekleşme değil, bu süreçte özellikle ailesinin -ve çevresinin- ona karşı değişen tavırlarının başkalaşmasıydı. Bununla Gregor, -Benol’un aksine- belki de esas benliği üzerindeki oyunu bozar bilmeden. Bu sayede sanayi toplumunun başlangıcında bir takım metalarla “kendi kendini temsil etmek” yerine; tüm yıkıcı, tahkir edici bakışlara rağmen kendine dönüşür, kendisi olur. Böylece “kendiliğin” ne olduğunu unutan insanlar tarafından da “böcek gibi” algılanır, tecrit edilir, dışlanır. Asıl metamorfoz başka yerde tahakkuk etmiştir yani…
Hal böyleyken, Dönüşüm’ün, özellikle modern edebiyatın anlatım biçimlenmesine olan katkısı bir yana; esas tesiri hayatın ana damarlarından beslenen yıkıcı bir hikâyeye sahip olmasıdır demek hata olmaz sanırım: Bu yalnızca Gregor’un değil, Hikmet’te de gördüğümüz gibi bizim de ıstırabımızdır.
Olimpos serüvenlerinden tasavvuf şiirine, Don Kişot’tan postmodernist “öteki”lere kadar sayısız öykü, insanın başka bir şeye dönüşmesini sayısız surette işlemiştir. Bu yolla nice anlatıcı; “değişim” ilkesinden hareketle, sanatın en doğal menzillerinden olan “özdeşleşme”ye, -ve oradan- katharsise dayanır. Çünkü her eser, malumdur ki sadece üreticinin alev almış şafağı değil aynı zamanda okuyucunun/seyircinin günlerinden bir güne denk gelmektedir…
* * *
Onca eserin içinde Black Swan’ın önemi de burada ortaya çıkmaktadır: Kafka’nın başardığını başarmış ve diğerlerinin vermek istediklerini güncel, net ve özet bir dille vermeyi başarmıştır yönetmen. -Dücane Cündioğlu’nun çok güzel yakaladığı gibi- Aronofsky, seyirciyi filmin henüz başında ters köşeye yatırmış ve sürekli seyirciyle farklı kulvarlarda koşup finalde ona yanlış yolu izlediğini söyleyivermiştir. Böylece -kötü okumalarda- bir ihtiras hikâyesi olarak algılanan bu öykünün kabuğunu kaldırınca karşımıza çıkan gerçeklik dalgalanmaları, insanın başkalaşma haliyle sokulduğu bir fırtınaya dönüştürülmüştür.
Filmin kahramanı Nina için “mükemmellik,” disiplinle ve çok çalışarak ulaşılabilecek bir arzudur. (Yani kötü okumaların hatası buradadır: Filmde ihtiras, odak bir anlatımın konusu değildir, sadece esas anlatımın bir vasıtasıdır.) Gerçek diye sunulanın arkasındaki gerçeklikse mükemmellik vurgusudur. Nina, bu fırtınada ilerlerken başta üst-egonun olmak üzere birçok şeyin saldırısına maruz kalarak bir anti-tez girdabına sürüklenir. Başarıya çok yakın olmasına rağmen -hocasının sürekli vurguladığı gibi- durmaksızın kendini engellemeye çalışır. Çünkü başta annesinin ve sonra patronunun baskısı, hiç farkında olmadan onu ezip “bir ideal ben”e dönüştürmektedir. Üst-ego; annesinin dramıyla, patronuna (baba?) duyduğu yalancı aşkla, kırılan tırnağıyla, kanayan vücuduyla, gittikçe şiddetlenen sanrılarla ve hatta karmaşık cinsel fantezilerle onu sürekli aşağıya çekmeye, durdurmaya çalışır.
Nina her tesirle birlikte tedricen kontrolden çıkar ve nihayetinde yerini aldığı eski yıldız Beth’in “mükemmel” olmadığını itirafıyla bir başkasına dönüşmüşken (siyah kuğu olmuşken) beyaz kuğunun ölümüyle sıfırlanır…
Siyahla beyazı birleştirerek “Kuğu Gölü Balesi”nin anlaşılması için de seyirciyi yönlendiren Aronofsky, özellikle son dört filmiyle, zavallı insanlığın “kendini temsil etme trajedisini” sanatının merkezine koymuştu zaten. Requiem for a Dream’de kendini yok etme yoluyla, The Fountain’de tarihsellik/mitoloji/bilimsellik görünümünde, The Wrestler’da bir kaybedenin hikâyesiyle ve Black Swan’da iyi-kötü sembolizasyonu çerçevesinde benliklerini eli sopalı üst-benliklere terk edenlerin dramlarını bir çini ustası gibi işledi beyaz perdeye.
Her biri bir başkası olmayı tercih eden yahut buna mecbur edilen, kendisine ancak kendisinin bir temsilcisi olabilecek kadar yaklaşabilen günümüz insanlarının özeti olan tüm ana karakterlerin dönüşümleri, Gregor Samsa’nın dönüşümünün özgün birer çeşitlemesi gibi durdu hep.
Başta Aronofsky olmak üzere modern roman ve onunla yaşıt sayılabilecek olan sinemanın parçalanmış benlik ve şuur hakkında konuşurken insanın bir başka “ben”e dönüşümü üstünde bu kadar incelikli durmasının sebebiyse söz konusu “meselenin” giderek şiddetli bir yaşamsal sorun haline gelmesidir galiba. Çünkü neredeyse hepimiz, tıpkı Hikmet Benol gibi “burada kendimizi temsilen bulunuyoruz.” Doğal olarak yaşamımızı da bizi temsil ettiğine inandığımız değerler ve semboller üzerinden yürütüp kendimizi de sadece bunlarla sınırlı olarak tanımlıyoruz.
Endüstrileşmenin başlangıcından beri muhtelif ideolojilerle tek tip insanı hedefleyen süreçlerin; bunu markalar, etiketler ve standartlarla neredeyse başarmak üzere olduğu düşünülürse bazı sanatçıların bunu “mesele” edinmesinin mahiyeti de anlaşılabilir galiba…
2 Yorum
Yazan:cb Tarih: Nis 26, 2011 | Reply
film eleştirisi okumayı çok seviyorum, zengin makaleyi çok beğendim ancak içeriğe hiç katılmıyorum zira Kafka’da Samsa ile hem iç-bireysel hem de çevrenin dönüşümü konudur ancak Black Swan sadece öznel&içsel bir durumu konu ediniyor. Siyah ve Beyaz daha çok iyilik-kötülük dışa vurumu, oysa Kafka bunların çok üstünde…
Yazan:a.gürkan Tarih: May 14, 2011 | Reply
Elbette Dönüşüm ile Black Swan’ın aynı temayı aynı şekilde işlediği söylenemez. Ortak nokta, her iki kahramanın da bir başka şeye dönüşmesidir. Fakat Samsa, maddesel dönüşüm de dahil komple bir dönüşüm geçirirken istemediği bir noktaya varır. Nina ise şekli bir dönüşüm geçirip istediği bir noktaya varır. Yani Samsa’nın dönüşümü zorunlu ve negatifken, Nina’nınki gönüllü ve ilerlemecidir…
Yine şahsi kanaatimce bu dönüşümlerin bir diğer ortak noktası çevresel etkenlerin sebep oluşudur. Tıpkı bir tırtılın kelebeğe dönüşümündeki gibi doğal bir süreçle dış etkenler, söz konusu karakterlerin bir “başka”ya dönüşmesini sağlar. Samsa’nınki zorunlu, Nina’nınki gönüllü derken bunu şekli olarak söylemekteyim. Yoksa her ikisi de esasta kelebeğinki gibi bir mevcuriyete tabidirler.
Bunu insanın sosyalleşme süreci içerisinde yorumlarsak, yazının vurguladığı nokta; her iki karakterin de toplum içerisinde, dış etkilere maruz kalarak bir başkası haline gelmesinin anlatımıdır diyebiliriz. Şeklen hepimiz -mevcudiyetimizle yetinmeyerek- bir şeyler “olmak” isteriz: “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” sorusu, bu isteğin tetikleyicisidir. “Bir şey olmak istemiyorum, zaten bir şeyim!” cevabı, yoktur ve kabul edilemezdir. Birey hemen bir hedef aramaya başlar: Öğretmen, polis, asker, doktor olmak isteriz. Tüm bu cevapların; kendini keşfetmiş, kişilik sahibi bireylerce belirlenmiş tercihler olduğunu söylemek saçma olur. Fakat toplumsallaşma süreci, bu tercihlerin anlamlı ya da anlamsız olmasıyla ilgilenmez, var olup olmamasıyla ilgilenir. Varolduğu andan itibaren birey de dönüşümüne başlar…
Samsa’nınki içsel bir dönüşümden ziyade çevresel bir dönüşümdür tespitindeki kasıt buradadır: Samsa, dönüşmüyor esasta, sadece kendini keşfediyor ve felsefi bir yorumla kendi değersizliğini itiraf edip hakikatle yüzleşiyor. (Gerçek budur demiyorum, Samsa’nın felsefi çözümlemesi budur diyorum.) Bu değersizlik bilinci, sanayi toplumunun dayattığı modele bir isyandır: Kişiler feodal yapıdaki gibi bir basamakta bulunmak yerine bir koordinatı işgal ederek bir takım metalarla kendilerini ifade ediyorlar. Kendileri olamıyorlar, kendilerini temsil ediyorlar…
Nina’nın beyazdan siyaha dönüşümü ile Aronofsky de denildiği gibi iyilik-kötülük sembolizasyonu çerçevesinde aynı şeyi yapıyor: “Var olan ben” ile “ideal ben” arasındaki “mükemmelik koridoru” sayesinde yine kendisi olamayan bireyin tarjedisini işliyor.
Fark şu ki; Kafka burada kendini keşfeden insanla bu keşiften rahatsız olan çevre arasındaki gerilime odaklanırken gerçekte dönüşenin diğerleri olduğunu, Aronofsky ise bireyin tekamül adına başkalaştığını ortaya koyuyor.
Her halükarda her ikisi de harika bir kompozisyon tasarlamıştır demek hiç kimseye haksızlık olmaz. Çünkü sanatsal “mesele,” her ikisinde de gayet açık ve güzeldir.
Tarkovsky’nin Mühürlenmiş Zaman’da söylediği bir sözü aktarayım:
“Sanatsal im umudu dile getirir; yüceliği, inancı, daha başka bir sürü şeyi, hatta insanın ölümünü. Sanatsal yaratıcılık; tanımı gereği, ölümün reddedilişidir. Bu yüzden de sanatçının hayatı, son tahlilde trajik bir sonla noktalansa da sanatsal yaratıcılık iyimserdir. Bundan dolayı iyimser ve kötümser sanatçılar diye bir ayırım yoktur. Yalnızca yetenek ve düzeysizlik vardır.”