İmparatorluk Çağı
By Alper Gürkan on Nis 26, 2011 in Amerikan Saldırganlığı, Kapitalizm, Kitap Sohbeti, Marxizm, Modernleşme
Modernlikten Postmodernliğe, Emperyalden İmparatorluğa
Yeryüzünde bir düzen var: Coğrafi keşiflerle Yeni Dünya Amerika ve Afrika’yı keşfedip “sömüren” Batı’nın “üretim-tüketim” dengesine uygun olarak dayattığı bir düzen… Ki Batı, bu düzen sayesinde edindiği sermayeyle “çevre”yi sömürdü ve kapitalizmle açıklanan bir devir başlattı. Şüphesiz ki Batı’nın kalbi ABD idi…
Karl Marx, sözkonusu “düzen”in ilk gelişiminde analizini yaparak felsefe-sosyoloji-siyaset üçgenine odaklı “Das Kapital” ile bu sürece “Emperyalizm” adını verdi. Onun için toplumsal değişimin tarihsel istikameti; ilkel-feodalist-emperyalist/kapitalist-komünist dönemleri belirleyen kilometre taşlarıydı.
Her ne kadar diyalektik ve tarihsel materyalizm herkesçe kabul görmediyse ve özellikle tarih okumalarında toplumsal değişimde en belirgin faktör olarak ekonomiyi öne çıkararak açıklaması tam olarak onaylanmadıysa da; Marks’ın açıklamaları mevcut dönemi ve -belki- geleceği anlamaya yardımcıydılar. “Yeni Kıt’a ve Doğu’nun hammaddelerini Afrikalı kölelerle işleyip pazarlayan Batı’nın, biriktirdiği sermaye sayesinde kapitalist bir sisteme geçmiş olduğu” sadece Marksist teoriye sadık olanlar için değil, herkesçe kabul edilen bir görüş oldu.
Klasik Marksistler için Marks’ın, komünist topluma doğru olan doğal evrim süreci hala devam etmektedir. Dünya, her halükarda kapitalizmin yoğunlaşan krizlerle çöküşünü görecek ve “kendiliğinden” kolektif bir hayat biçimiyle sınıfsız topluma evrilecektir.
Ancak; kapitalizmin krizleri adeta bir fırsata dönüştürerek kendini sürekli yenilemesi, sermayenin -post kapitalizm yahut küreselleşme gibi biçimlerle- yeniden yaratımı, sosyal refah devletlerinin yaygınlaşması, “tüketim toplumlarının” mevcut zenginlikle uyuşması gibi nedenlerle bu çöküş sürecinin oldukça uzaması, bazı Marksistlerin farklı şekilde düşünmesine sebep oldu.
Bunun sonucunda klasik Marksistlerce döneklikle ya da sapmayla suçlanan bazı Marksistler, bugünkü dünya düzenin Marks’ın açıklamalarıyla yeterince anlaşılamadığı için yeniden değerlendirilmesi, tevil edilmesi gerektiği sonucunu çıkardılar. Böylece, emperyalizm/kapitalizm gibi kavramlar, ya taşıdıkları anlamı tam karşılayamaz oldular ya da dünyayı anlamada sahip oldukları önemi yitirmeye başladılar.
Artık literatürde, klasik Marksist söylemde yer edinememiş olan Yeni Dünya Düzeni, Neo liberalizm, Küreselleşme/ neoglobalizm, post modernizm, post kapitalizm gibi kavramlar yer bulmaya başladı.
“İmparatorluk” da bu yeni kavramlardan birisi…
* * *
İtalya’da bir işçi örgütü lideri olan ve Padua ve Paris üniversitelerinde siyaset bilimi dersleri veren Antonio Negri ile Duke Üniversitesinde edebiyat profesörü olan Michael Hardt’ın beraberce kaleme aldıkları “İmparatorluk,” bu eski kavrama yeni bir anlam yüklemek ve dünyayı bu kavramla anlamak için yazılmış bir eser.
Emperyalizmin sona erdiğini ve artık “İmparatorluk” diye bir dönemde yaşadığımızı ileri süren Negri ve Hardt; amaçlarını, “çağdaş, küreselleşmiş bir dünyada genel bir iktidar teorisi” hazırlamak olarak açıklıyorlar.
Onlar için “imparatorluk” kavramı; çağdaş küresel düzeni tanımlamakta artık yetersiz kalan emperyalizm kelimesinin karşılığıdır. Bu kavramı seçmelerine sebep olan Roma İmparatorluğu’ndaki monarşik, aristokratik ve demokratik sistemlerin iç içe geçmişliği ve herhangi bir “dışarı”nın ve merkezin artık kalmadığı gerçekliğidir. Merkezsiz ve topraksız olan bu yeni yönetim tarzı, tarihteki imparatorluklara nazaran daha gerçekçidir; çünkü ilk defa olarak bugün sınır tanımayan bir hal almıştır.
İmparatorluk nedir tam olarak?
Küresel piyasa ve küresel üretim çevrimleriyle birlikte bir küresel düzen, yeni bir yönetim mantığı ve yapısı, kısacası yeni bir egemenlik biçimi ortaya çıktı. İmparatorluk, bu küresel mübadeleyi etkinlikle düzenleyen politik özne, dünyayı yöneten egemen güçtür… Bizim temel tezimiz şudur: Egemenlik yeni bir biçim almış, tek bir hükmetme mantığı altında birleşmiş bir dizi ulusal ve ulus-üstü organdan oluşmuştur. İşte bu yeni küresel egemenlik biçimidir imparatorluk…
Kitabın ortaya attığı ikinci kavramsa “çokluk”tur. Sermaye tarafından biçimlendirilen yeni düzende eski kavramların açıklayıcı olmadığından hareket eden yazarlarımız tarafından ortaya atılan çokluk; hem halkı, hem işçi sınıfını hem de tüm toplumları kapsayan etkin bir kavram. Çağdaş emek biçimlerini ve bölünmelerini irdeleyen yazarlar; “çokluk”u en basit biçimde, “emek öznesinin gerçekliği” olarak tanımlıyorlar.
Oluşturmaya çalıştıkları bu kavramı yeterince anlamlandıramadıklarının farkında oldukları için olsa gerek 2004 yılında “Çokluk” diye ayrı bir eser kaleme alan Negri ve Hardt için çokluk, halk kavramıyla karıştırılmaması gereken bir kavram.
“Halk, birlik oluşturan bir nüfusu temsil ederken çokluk, indirgenemez ve çok boyutludur. İkinci olarak çokluk kavramı, güruh, kalabalık ve kitleyle de karıştırılmamalıdır. Güruh, kalabalık ve kitle gerçekten de çok boyutluluk özelliği taşır ama üçü de edilgen öznedir; aslında, özellikle edilgen oldukları ve bu yüzden kolaylıkla güdümlenebildikleri için tehlikeli oldukları düşünülür. Buna karşılık, çokluk etkin birçok boyutluluktur ve bu yüzden otonomiyi ve demokrasiyi başarma yeteneğine sahiptir…”
* * *
Türkiye’deki basım için yazdıkları önsözde: “Türkiye öteden beri, birçok bakımdan yerküreyi Birinci ve Üçüncü olmak üzere bölme girişimlerini boşa çıkarıyor.” tespitleri dikkate değer. Bu bir anlamda Karşı-İmparatorluk diye tanımladıkları yeni bir toplumsal bünye için düşündükleri tasarımın bir parçası gibi gözüküyor. Yazarlarımız, tüm sorunu klasik Marksistler gibi ele alıp bir “ekonomi sorunsalı” olarak gördükleri için “Karşı-İmparatorluk” bölümünde de başlatılacak olan yeni bir üretim rejimine değiniyorlar ve bu rejim olmaksızın yeni bir düzenin kurulamayacağına vurguluyorlar: Burası şu yönden önemli ki, Türkiye; Meksika, Hindistan ve Çin ile birlikte bu yeni üretim rejimlerini deneyen ve bu nedenle gelecek için dikkat gerektiren ülkeler arasında sıralanıyor.
Sosyalist (İkinci Dünya) sisteme kapılmadan kapitalist sistemin ezici çarklarını ve emperyalist ülkelerin (Birinci Dünya) düzenine uymadan uluslar arası/ulusötesi birlikleri önemseyip mutabakat arama döneminde olan Türkiye’nin; merkezi olmayan bu Yeni Dünya Düzeni’nde bir merkez olma gayretkeşliği konusunda da bizleri uyarmış oluyor…
* * *
İmparatorluk; yayımlandığı dönemde tüm dünyadaki klasik Marksist ve sol çevrelerden sert eleştirilere tabi tutuldu ve gericilikle itham edildi elbette. Yine de Yeni Dünya Düzeni adına örgütlenmiş ulus-üstü (BM, NATO gibi) yapıların bu düzen adına İmparatorluk’un kontrolüne girişi, emek biçimlerinin ve ona bağlı olarak sömürü ve hegemonyanın dönüşümü ile çokluk diye tanımlanan yeni sınıflandırmalara ihtiyaç duyulması gibi post modern dönemler için sol çıkışlar sunuyor oluşu ve yeni bir militanlık anlayışından bahsediyor oluşu ilgiye değer ve önemsenmesi gereken bir önerme oluşturuyor.
“Post modern dönemde bir kez daha kendimizi Francis’in durumunda buluyor ve iktidarın sefaleti karşısına varlığın şenliğini dikiyoruz…”
İmparatorluk, farklı bir komünist söylemle dile getirse de eski deyişi anımsatarak biten bir manifestoyla sonlanıyor ve imparatorluğun bir geçici biçimden ibaret olduğunu, “başka bir dünya mümkündür” dercesine dile getiriyor.
… Bu konu ilginizi çektiyse …
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.