Sivil İtaatsizlik mi, serserilik mi?
By Editorden on May 24, 2011 in Basın günlüğü, BDP, Sivil itaatsizlik, Terör
Mehmet Ali Bulut
“Sivil İtaatsizlik”, Amerika kıtasında yeşerip büyümüş bir kavram, bir tohum. En güzel meyvesini ise Gandi’nin memleketinde vermiş!
Ünlü düşünür Henry David Thoreau, meşhur “Civil Disobedience” (Sivil İtaatsizlik) makalesini yazdığında 32 yaşındaydı. Köleliğin geliştirilip yerleşik bir kurum haline gelmesi amacıyla yapıldığına inandığı Meksika Savaşı için toplanan vergiyi vermeyi reddedince hapsedilmiş ve bir gece hapishanede kalmıştı. İşte ‘sivil itaatsizlik’ kavramını ve onun diğer insanlar üzerindeki gücünü de o gece keşfetmişti.
Şarkın tarihinde ‘sivil itaatsizlik’ denilebilecek bir kavram yoktur. Çünkü Doğu insanında -duygusal zekâlarını kullandıkları için- fikir asla statik kalamıyor; hemen eyleme geçiyor. Hâlbuki sivil itaatsizlik, eylemsizliğin gücünü kullanma becerisidir. Pasif duruş değil, bir şeyi yapmama azmi!
Bu kavramı ‘Doğu’ya kazandıran Gandi’dir. Gandi İngiltere’de okuduğu dönemlerde memleketini İngilizlerin sömürgeciliğinden kurtarmak için çareler arıyordu. Bunu, güçle ve teknoloji ile başaramayacağının bilincindeydi. İşte o dönemlerde Thoreau’nun 1849 yılında yazdığı o makalesiyle karşılaştı.
Gandi, İngilizleri Hindistan’dan atabileceği manivelayı bulmuştu:‘Sivil İtaatsizlik’! İngilizlere karşı yıkıcı eylemlere girişmeyecekti ama onların istediğini de yapmayacaktı. Makale müthiş bir ilham vermişti Gandi’ye.
Tabii sadece Gandi değildi o makaleden ilham alan. Amerikalı Siyahî lider Martin Luther King de ondan almıştı ilhamını. Dünya hitabet edebiyatının başyapıtlarından biri olan ‘Bir Hayalim Var’ konuşmasıyla, tüm insanlığın dikkatini zenci-beyaz ayrımına çekmeyi başarmış bir lider. Amerikan Yurttaş Hareketi’nin lideri ve siyah beyaz ayırımının ortadan kalkmasının öncülerinden biri…
Keza Lech Valesa aynı manivelayı kullanarak ülkesini komünizm belasından kurtarmayı başarmıştır.
Esasında sivil itaatsizlik postmodern çağların en iyi hak arama yöntemlerinden biridir. Sivil itaatsizlik, bir bütün olan insanlığın vicdanını, bir noktaya teksif etme çığlığıdır.Evrenin şifa verici kudretlerini ve şefkatini çağırma imdadı! Adeta, hastalanmış bir hücrenin tüm bedenin iyileştirici gücünü kendi etrafında toplamak için sergilediği muazzam bir yöntem!
Anarşizm ve tahribat ise bunun tam tersidir. Kanserli hücre gibi… Böyle bir durumda bünye o hücreye şefkat edip onarmak yerine bir an önce onu imha etmek için tedbir arar. Olmadı mı dışarıdan bir müdahale ile yok edilir ve cehennemî bir operasyonla o hücreler yakılıp kavrulur ve bünyeden atılmaya çalışılır (kemoterapi).
* * *
Bediuzzaman da sivil itaatsizliği çok iyi kullanmış bir eylem adamıdır.
O kendi yöntemine ‘müsbet hareket’ adını koymuş. Bu yöntemi geliştirirken Gandi’den yahut Thoreau’dan etkilendi mi bilmiyorum! Çünkü onun geliştirmiş olduğu ‘müsbet hareket’ –ki doğru zamanda doğru adım atmayı ve tahripkâr olmamayı esas alır- dönemin rejimine ve yapılanlara karşı geliştirdiği, sivil itaatsizlik benzeri bir metottur.
Gerçi müsbet hareket Kur’anî bir kavramdır! ‘Kararlılık’ ve ‘itidali’ aynı anda kendisinde barındıran bir müstakim yol! Karşı taraf (hasım) oluşturmadan kendi değerlerini topluma aktarma, kabul ettirme yöntemi…
Ona hayatı zindan eden ve hapishane hapishane süründüren rejime karşı bu yöntemi kullanmıştır. “Ben sizin rejiminizi sevmiyorum ama ona ilişmiyorum da…” diyerek ısrarla ve inatla medeni kanuna uymamayı sürdürmüştür. Kendisine “Neden bizim kıyafetlerimizi giymiyorsun?” diye baskı yaptıklarında, “Siz bana insani haklarımı kullanmama fırsat veriyor musunuz ki benden sizin kanunlarınıza itaat etmemi istiyorsunuz?” şeklinde savunma geliştirmiştir.
* * *
Sözü, çoluk çocuk demeden, doğuda binlerce insanın öldürülmesine zemin hazırlamış, okulların yakılmasına, köprülerin yıkılmasına, insanların insafsızca katledilmesine ve bölgede zalim bir çatışmanın yaşanmasına sebep olmuş bir adamın talimatıyla başlatılmış ‘sivil itatsizlik’e(!) getireceğimi anladınız.
Esasında yapılan işe, illa da bir tanımlama yapılacaksa ‘sivil cuntacılık’ denilebilir. Çünkü yaptıkları bu! İnsanları zorla sokaklara dökeceksiniz, her bir yanı tahrip edeceksiniz, yemin edip meclisine girdiğiniz ve kanunlarına itaat edeceğinize şeref sözü verdiğiniz bir devletin görevlilerinin üzerine taşlı sopalı gideceksiniz; sonra bunun adına sivil itaatsizlik diyeceksiniz…
Ha birilerinin panzerlere karşı tavır koymasını yadırgamıyorum. Ben bunun adı sivil itaatsizlik olamaz diyorum. O bir isyan hareketidir ve bir tahriptir.
Çünkü sivil itaatsizliğin iki önemli şartı vardır:
1- İtaat! Gandi’nin ifadesiyle, bir kimse, ancak kanunlara tam bir itaat halinde olduktan sonra, sınırları iyice belirlenmiş somut konulardaki haksızlıklara karşı itaatsizlik hakkına sahip olabilir.
2- Şiddetten uzak durmak! Sivil itaatsizliği uygulayan ve başarıya ulaşan hareketlerin tümü, en tahrik edici durumlarda dahi en küçük bir şiddet içeren hareketlerden titizlikle uzak durmuş, kendileri şiddetin her türlüsüne maruz kaldıkları halde hiçbir şekilde şiddete başvurmamışlardır. Martin Luther King “Mesele ya şiddet, ya da şiddetten uzak durma meselesi değildir. Mesele, ya şiddetten uzak durma, ya da yok olup gitme meselesidir” der.
Bediuzzaman’ın bu konudaki tavrı da çok nettir:
1. Anarşiden koruyacak beş esası sayarken, diğerlerini tek kelime ile sayar (hürmet, merhamet…); itaate gelince “serseriliği bırakıp itaat etmek” der. Bir yandan, kastettiği itaatin koyun gibi her şeye körü körüne itaat olmadığını belirtirken, diğer yandan da itaatin esas olduğunu, itaatsizliğin kanun ve kural tanımamak halini almaması gerektiğini bildirmiş olur.
2. Keza ezan konusunda “Biz itaat etmiyoruz, isyan da etmiyoruz.” diyerek müsbet hareketin en güzel tavrını ortaya koymuştur. Yani taraflarını sokaklara döktürüp araba yaktırmamış, kepenk kapattırmamış, insanlara dehşet saçtırmamış… Ama kendisi her daim ezanını bilinen haliyle okumuş ve okutmuş. Sonra ne olmuş. Memleketin durumu ortada. Kim kazanmış? Müsbet hareket eden!
Dolayısıyla bugün BDP’lilerin sivil itaatsizlik diye yutturmak istediği şey, en iyimser haliyle Bediuzzamanın “serserilik” diye tanımladığı halin içine giriyor!
Evet, BDP’nin yaptığında ‘itaatsizlik’ var ama maalesef ‘sivil’liğin ‘S’si bile yoku. Medenilik ise hak getire! Yol kesmek, taş atmak, polis tokatlamak, ‘eşkıya üniforması’yla gövde gösterisi yapmak ile sivillik arasında hiçbir bağ kuramazsınız. Bu terördür. Elbette terör de bir hak arama yöntemi olabilir. Ama çıkıp ona ‘sivil itaatsizlik’ diyerek insanlığın bulduğu en güzel mücadele yöntemini telvis edemezsiniz.
Bediuzzaman, başarılı olduğu artık ayan beyan ortaya çıkmış ‘müsbet hareket’ tarzının icaplarını anlatırken şöyle der:
“Sâlisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükûmet ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nur’a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adavet etmek, en dinsizleri de onun dindarane, hakperestane düsturlarına tarafdar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ola. Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halas olmak için, beş esas lâzım ve zarurîdir: Birincisi; merhamet. İkincisi; hürmet. Üçüncüsü; emniyet. Dördüncüsü; haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek. Beşincisi, serseriliği bırakıp itaat etmektir. İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu beş esası temin edip, asayişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risale-i Nur’a ilişenler kat’iyyen bilsinler ki; onların ilişmesi, anarşilik hesabına vatan ve millete ve asayişe düşmanlıktır. İşte bunun hülasasını o casusa söyledim. Dedim ki: Seni gönderenlere böyle söyle.” Kastamonu Lahikası ( 241 )
“Sâniyen: Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş. Çünkü tokada ve belaya müstahak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir-iki dinsize müteallik yedi-sekiz çoluk-çocuk, hasta, ihtiyar masumlar bulunur. Musibet ve bela gelse, o bîçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husulü meşkuk olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve asayişin zararına hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle men’edilmişiz.
Sâlisen: Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zarurîdir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek, asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise; bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur’un, yüzbin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi’ haline getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilayetleri buna şahiddir…” (Şualar ( 349 )
İşte ‘sivil itaatsizlik!” bu minval üzere olur. Anarşistlikle değil.
Esasında ne PKK sivildir ne BDP. Hem üstelik her ikisi de ‘müteharrik bi’l-gayr’dır. PKK, Ergenekoncu cuntanın yıkıcı faaliyetlerinin örgütlü halidir. BDP ise Ergenekoncuların Kürtler içindeki sivil(!) uzantılarıdır.
Laiklik meselesinde birlikte hareket ettikleri gibi, milleti canından bezdirme ve saklı sultalarını sürdürme konusunda da birbiriyle paslaşıyorlar.
Acı olan da bunun hala bir yığın vatan evladına vatanseverlik olarak yutturuluyor olmasıdır. Tıpkı imamın ordusu kitabını yazdığı iddia edilen zatın yaptıklarının ‘gazetecilik’ diye lanse edilmesi gibi…
E ne yaparsınız hayat bu. İyi ile kötünün, hayır ile şerrin, iman ila küfrün mücadelesi Hz. Adem (as)’den beri var olagelmiş ve kıyamete kadar da sürecektir. Ebucehil ebucehilliğini, Ebubekir ebubekirliğini yapacak.
Kendisine isyan ve küfür sevdirilmiş bir kalbin imandan rahatsız olması yarasanın gözünün ışıktan rahatsız olması kadar fıtridir.
Ne yapsın zavallı güzü aydınlığa tahammül edemiyor!
.
… E-kitap okumak için…
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?
İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik! güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.