RSS Feed for This Post

Marx’ın Sınıfsız Toplumu: Teori ve Pratik

80’li yıllarda bir yaz tatiliydi. Türkiye’de 12 eylül darbesinin izleri, yasakları bütün ağırlığıyla üzerimizdeydi hâlâ. Erdek yakınlarında bir koydaki yazlık evdeydik. İTÜ’lü komşumuza Polonya’dan bir üniversiteli gelmişti öğrenci değişim programıyla. Uçak mühendisi olacaktı bu sarı saçlı, ince yapılı ve çok zeki misafirimiz. Tartışmakla geçiriyorduk bütün günümüzü.  Komünist sistem ile 80’lerin Türkiyesini karşılaştırıyorduk. Okulları, ticareti, yiyecek fiatlarını… Bir öğretmen aylık maaşıyla ne kadar et alabilirdi? Ev kiraları yüksek miydi? Yaz tatili yapabiliyorlar mıydı? Polonyalı öğrenci şaşkınlık içindeydi. Israrla soruyordu “yazlık evlerinizi ve kayıklarınızı devletten kiralamak için ne kadar ödediniz?” Bizim 10 küsür yaşındaki Anadol marka otomobiller bile onun gözünde büyük bir lükstü. Özel mülkiyetin bu kadarını buz dolaplarımızdaki  ve sofralarımızdaki “bolluğu” bir türlü kabul edemiyordu aklı. Uzun uzun konuştuktan sonra “Bu koydaki insanlar bakan vb üst tabaka mıdır?” diye sorarak hepimizi şaşırttı.

Aslında öyle ahım şahım bir durum yoktu ortada. Çoğu öğretmen ailelerinden oluşan komşularımız da bizim gibi 60-70 metre karelik yazlık evlerdeydi. Yılların tasarrufu, bozdurulan bilezikler ve ek işlerin birikimiydi bu “lüks”. Gecekondudan hallice, tek katlı, konforsuz evler…  İnşaat sırasında bazısının parası bitmiş, çatı bile yaptıramamıştı. Önlerinde ufak birer bahçeleri vardı. Denize meraklı olanların 4-5 metrelik fiber kayıkları sahilde duruyordu. Bu manzaraydı bizim Polonyalı öğrenciyi şoka sokan. Biz ise Polonyalıların yarım kilo kıyma ya da çikolata, şarap gibi “lüks” mallar için matbu formlar doldurmalarını, kimlik göstermelerini, saatlerce, bazen günlerce sıra beklemelerini anlamıyorduk. Günlük hayatları savaş halindeki bir ülkedekine benziyordu. Oysa Polonya geniş ovalara, verimli topraklara sahip bir ülkeydi. Bir çok komünist ülke gibi endüstrileşmişti. Mühendis, doktor vb kaliteli elemanlar bizdekinden kat kat fazla olmalıydı. Okuma yazma oranları da Türkiye’den çok daha yüksekti. Onların refah seviyesi neden 10 yılda bir darbe olan Türkiye’nin gerisinde kalsındı?

Devlet domates salçası satar mı?

“Devletin ticaretle meşgul olması halk için zararlıdır. […] Ticaretteki kâr sermaye oranında olduğu ve devletin elinde büyük bir servet bulunduğu için, ekonomik girişimleriyle sermayesi az olan tüccarları zor duruma sokar. Bu halka zarar verir. […] Devlet halkın elindeki malları ya haksızca alır ya da ucuz fiatla elde eder. Tüccar devlet ile rekabet edemez, politik tercihler sebebiyle devlet fiatlar ile oynar]. İnsanlar ellerinde para kalmadığı için ailelerini geçindiremez olurlar. Ümitsizlik içine düşen halk çalışmayı bırakır. Devletin topladığı vergiler de bu yüzden azalır. […] Halkın iş ve yaşam düzeni bozulur. Ülke kalkınması ve gelişimi sekteye uğrar. Zira devletin ziraat ve ticaret yaptığı alanlarda tacir ve ziraatçi çalışmayacak, işçi de çalıştırmayacaktır. […] Devletin serveti ancak vergi kalemlerinin çok olmasıyla çoğalır. Düzenli vergiler servet sahiplerine zulmetmekle ve onların faydalarını gözetmekle elde edilir. […] Devletin, devlet erkinin ve her fırsatta adaleti ihlâl eden zalimlerin ziraatçilik yapması da ülkeye zarar verir. [Malları istedikleri fiattan alıp satabildikdikleri için halka zarar verirler]. (İbn Haldun, Devlet, sf. 53-58)

14cü asırda yaşamış bu büyük alim ekonomik güç ile siyasî gücün aynı “elde” toplanmasının zulüm getireceğini daha o zamandan sağduyu ile görmüş. Son satırlar daha da ilginç. Zira her fırsatta adaleti ihlâl eden zalimlerdiyerek sadece devlete değil fiat spekülasyonlarına kapı açabilecek monopollere, kartellere karşı da bir uyarı var. Liberal zulüm konusunu Liberalizmin Kara Kitabı‘nda teferruatıyla ele aldığımız için burada Marx’a ve komünizme odaklanmaya devam edeceğiz.

Marx’a ilham kaynağı olmuş sosyalist ve komünist düşünürlerden itibaren mülkiyet KAVRAMI hep tartışmaların odağındadır. Marx’ın temel referansları olan Manifesto’da ve Kapital’de de mülkiyet olgusuna komşu kavramlar olan emek, fiat mekanizmaları, özel mülkiyet, üretim mallarının mülkiyeti ve devletin ekonomiye müdahelesini buluruz. Bu kavramların yorumlanması ve uygulanması değişik “komünizm” türleri doğurmuş. Farklı ülkelerde farklı uygulamalar görülmüş.

Fakat ne yazık ki “normal” solcular gibi Müslüman/İslâmcı solcular da okumuyor sol literatürü. Ne Marx’ın yazdıklarını ne de Rosa Luxemburg, Ernst Thälmann, Georg Lukács, Max Adler, Karl Renner, Otto Bauer, Walter Benjamin, Jürgen Habermas gibi düşünürleri okumuyorlar. Sadece ne isteMEdiğini bilen(!) yaramaz çocuklar gibi kapris yapıyorlar. Amerika ne yaparsa tersini istiyorlar. Sanırım buradan çıktı Mustafa Akyol’un tabiriyleAbdestli Sosyalizm dediğimiz ucube. Bugün içinde yaşadığı dünyayı anlamayan, korkan, Amerika’ya kızıp “bunun tersi sosyalizm bize uyar” diyen bir yarı-aydın sınıf türedi. Bu konuya daha önceki bir kaç yazımızda değinmiştik:

Aslında “Türkiye komünizmi hiç tecrübe etmedi” denilemez. Çünkü Turgut Özal ile liberalleşmeye başlayan 80’lerin Türkiyesi bile bir çok bakımdan yine de “birazcık” komünist sayılırdı. Üretim araçlarının mülkiyeti serbestti ama devlet meydanı boş bırakmıyordu.

Devletin kumaş, ayakkabı, şeker ürettiği fabrikalar vardı meselâ. Belediyelerin et, sabun, bakkaliye sattığı mağazalar ve buna benzer bir çok kuruluş toplam ekonominin içinde oldukça ağır basıyordu. Hatta OYAK gibi kuruluşlar vasıtasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin domates salçası sattığı, askerlere zorla özel(!) hayat sigortası yaptırdığı kurumlar vardı. Bunların meşruluğu şimdilerde tartışılıyor ama sanırım halen aktifler. Hatta Türk Silahlı Kuvvetleri AXA isimli Fransız sigorta şirketiyle ortaklaşa yapıyor bu HEM ZORUNLU HEM ÖZEL hayat sigortası işini. Yani güneydoğuda öldürülen ve yaralanan Türk askerlerinin sırtından yapılan kârların bir kısmı Fransa’ya aktarılıyordu!

Devlet ekonomik hayata bu derecede dahil olunca ister istemez ekonomik ve endüstriyel hayat siyasetin gölgesinden çıkamadı. Meselâ tarım mamullerinin ve demir, şeker, ilaç, çimento gibi “temel” ürünlerin fiatlarını hükümet ya da “uzman” komisyonlar belirliyordu. Seçimler yaklaşırken devlet fabrikalarına hiç ihtiyaç olmadığı halde bir çok işçi alınırdı oy karşılığında. Yine seçimler yaklaşırken hükümet köylülerin oylarını almak için bozuk, çürük, kalitesiz olmasına bakmadan ellerindeki ürünleri satın alırdı. Tabi bu ürünlerin satılma imkânı olmadığı için devlet depolarında çürür ve imha edilirdi. Yani devlet genellikle ekonomik faaliyetlerini ZARARINA yapardı. Halktan toplanan vergiler esnaf ve sanayiciye zarar verecek biçimde kullanılıyordu özetle!

Devletle boy ölçüşemeyeceğini bilen özel yatırımcı da bu sektörlere girmezdi. Türkiye bu kolektivist ve devletçi politikalar yüzünden uzun yıllar kendi sanayisini geri bıraktı çünkü bir rant ülkesiydi. Toplu parası olan bankadan faiz almayı tercih ediyordu. Yatırım yapmak, iş kurmak o kadar riskli ve o kadar kârsızdı ki. Türkiye’de mal ve hizmet üreten firmaların yurtdışıyla rekabet etmesi de bu “öldüren” atmosferde imkânsızdı. Tanıdığım bir çok “küçük” patron ithal ettikleri yedek parçaları ya da hammaddeyi  “çekebilmek” gümrükte aylarca bekler, rüşvet ve bürokrasi yüzünden saçını başını yolardı. Bu yarı-komünist düzen dürüst ve çalışkan insanların engellendiği hatta “cezalandırıldığı”, tembel, rüşvetçi ve ahlâksızların ödüllendirildiği bir sistemdi.

Döviz girdisi çok az olan Türkiye’de benzin karneyle satıldı. Kâğıt ya da mürekkep ithal edemeyen gazetlerin basılamadığı zamanlar oldu. Elektrik kesintilerine de alışmıştık. Yağ, şeker gibi maddeleri almak için sıraya girilirdi Ecevit’in ve Demirel’in yönettiği o ülkede. Polis bakkallara baskın yapıp ampul, soba gazı vs stoklayan esnafa ceza keserdi. Türkiye’nin bütün enerjisi ülkeyi geri bırakmak için harcanıyordu. Ecevit ve Demirel bu konuda çok başarılıydı. Geriydik! Gerilikte ve vasatlıkta eşitlenmiştik.

Sonuç

 Kara gözler, alev gözler
Çağırır beni uzak diyarlara
Aşkın ve barışın hüküm sürdüğü yerlere
Acının olmadığı
Savaşın yasak olduğu yerlere
Sana rastlamasaydım eğer
Bu kadar acı çekmezdim
Gülümseyerek yaşardım hayatımı…
Mahvettin beni kara gözlüm
Ebediyyen mutsuz ettin beni

Kara gözlüm, ateş gözlüm
Korkunç ve güzel gözlüm
Ne çok seviyorum seni,
Nasıl da korkuyorum senden
Belli ki uğursuz bir saatte tanımışım seni (Otchi Chornye)
   

 

Bu Rus halk şarkısının sözleri adeta sosyalizmin tarihini özetler gibidir. “Uğursuz bir saatte” tanışır proleterya Marx ile. 1800’lerin Avrupasında Kapitalist düzenin kölesi gibi çalışan işçiler acının, savaşın olmadığı, aşkın ve barışın hüküm sürdüğü bir yeryüzü cennetinin düşünü kurarlar. Sınıf çatışmaları mı var? Ütopyamız sınıfsız toplum olsun. Zenginler fakileri mi eziyor? Mülkiyeti kaldırdık gitti… Gerekirse yerçekimi kanunlarını da iptal ederiz. Bütün dünya işçileri birleşsin yeter!

Netice? Tıpkı şarkıdaki gibi: Güzel ve korkunç. Birincisine aşık oldular, ikincisini buldular: Ebedî mutsuzluk. İnsanın insanı pişirip yediği, herkesin açlılk, sefalet ve zillette eşit olduğu bir düzen kurdular sosyalistler:

 “Komünizmin (varsa) bir suçu insanları yamyamlaştırması değil, DEVRİM YOLUYLA İnsan’ı bütün insanlarda ortak olan vasıflara indirgemesi olabilir. (Bkz. Derin Göz kitabı) Ancak böylesi bir fikrî-vicdanî zeminde insanlar hayatta kalmak için her şeyi yapmaya hazır hale gelir ve diğer insanları bir ET PARÇASI olarak görür. Ama bu zaviyeden bakıldığında kapitalizm, liberalizm ve hatta İslâmcılık bile zan altında kalabilir.”

Geçen bölümde komünist tarım politikaları yüzünden aç kalan ve kendi çocuklarını yiyen zavallı Ukraynalılardan bahsetmiştik. (Bkz. Bir et parçası olarak komünist İnsan’ın kıymeti) Ancak sadece bu ideolojinin değil DEVRİM kavramının özünde sorunlu olduğunu, İslâmî devrimlerin de bu tür facialara yol açabileceğini söylemiştik. Gelecek bölümde Marx ile komünizmin “suçları” arasındaki muhtemel bağları sorgulamaya gayret edeceğiz.

 Türk Solu 

Kendini « sol » olarak tarif eden hareketler hiç olmadıkları kadar zayıf ve bölünmüş bir tablo çiziyorlar bugün.  Türk Solu Dergisi’nin ırkçı söylemlerinden CHP’nin darbe çağrılarına uzanan bir kafa karışıklığı hakim. Muhalefet boşluğunun müzmin bir hastalığa dönüştüğü şu dönemde Türk solu bu boşluğa talip olabilir mi? Daha önce Dikkat Kitap kategorisinde yayınladığımız Pozitivizm Eleştirisi gibi bu kitap da Türkiye’deki sola tarafsız bakan bir çalışma. İyimser görüşler kadar geçmişe dönük ağır eleştiriler de var. İlginize sunduğumuz 82 sayfalık bu kitap Türkiye’deki “sol” grupların sorgulamalarına, projelerine ışık tutmak amacıyla derlenmiş makalelerden oluşuyor. Kitabı buradan indirebilir ve paylaşabilirsiniz. Kitapta ele alınan başlıca konular: Solda özgürlükçü hareketler, 68 Kuşağı, Devrimci sol, Kemalizm, ulusalcı sol akımlar, Sol ve İslâm, Cumhuriyet Gazetesi.

Trackback URL

  1. 2 Trackback(s)

  2. May 30, 2011: Solcular, sosyalistler, komünistler : Derin Düşünce
  3. Ağu 3, 2011: Liberal Totalitarizm(2):Adolf Hitler Reloaded! : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin