Sosyalizmden kaçan işçi olur mu?
By Mehmet Yılmaz on May 28, 2011 in Abdestli Sosyalizm, Ekonomi, Liberal Totalitarizm, Marx, Marxizm, Türk Solu
Orakla biçilen, çekiçle ezilen işçiler
Türk solcuları komik duruma düşmekten korktukları için bu mevzulara pek girmezler ama sosyalist ülkelerde işçilere yapılan eziyet çoğu kez kapitalist ülkelerdekini geçmiştir. Hatta sosyalist hükümetlerin işçilere yaptığı baskı o kadar fazla oldu ki işçiler kaçmasın diye şehirlerin etrafını duvar ve dikenli telle çevirmek zorunda kaldılar! Nasıl bir rejimdi ki bu, nöbetteki askerler silahlarını bırakıp sosyalizmden kaçtılar. İşçiler sosyalizmden kurtulmak için camlardan atladılar. Elektrikli tellere takılıp can verdiler. Tüneller kazdılar duvarın altından geçebilmek için.
Nerede? Doğu Almanya’da. Yani iki Almanyanın birleşmesinden önceki sosyalist Almanya. 1953 senesi mayıs ortasında Birleşik Sosyalist Parti (Sozialistische Einheitspartei Deutschlands) maaşları arttırmadan çalışma süresini %10 arttırdı. Kapital’in birinci cildini okumamışlar mı acaba? Diye düşünüyor insan. Çünkü Karl Marx bu kitapta İngiliz kapitalistleri tam da aynı şeyi yapmakla suçluyor : İşçileri ücret ödemeden fazla çalıştırmakla.
Geçelim. Çekoslovakya’daki işçiler de sosyalizmin nimetlerinden(?) pek memnun değiller o sıra. Aralarında Pilsen ve Skoda’nın da bulunduğu 129 fabrikada olaylar çıkmış, Stalin’in portreleri yakılıyor. Neyse, Doğu Almanya’nın sosyalist liderleri diken üstündeler yani. Berlin’de ilk grevler başlıyor 11 haziranda. Sosyalist hükümet geri adım atmıyor. Öfke çabucak sarıyor bütün ülkeyi: Dresde, Leipzig, Magdebourg,… Ayaklanmalar, basın büroları devlet daireleri basılıyor, yüzbinler ayakta. Sosyalist Parti birinci sekreteri Walter Ulbricht Sovyet Ordusunu imdada çağırıyor “Devrim Düşmanı ve batı komplosu” diye nitelediği bu hareketi bastırmak için. Sosyalistlerin hak arayan insanları suçlarken bugünkü Arap diktatörler gibi konuşması bir rastlantı mı acaba? Bu da dikkate değer bir başka soru.
Özelleştirsek de mi sömürsek, kamulaştırsak da mı sömürsek?
1800’lerde İngilizlerin vahşi kapitalizmi 5 yaşındaki çocukları mal gibi alıp satıyordu. Sefalet içinde fuhuşa sürüklenen kadınlar, parçalanan aileler… Ve bunların suç ortağı durumundaki politik – dinî -geleneksel “altyapı”. Marx’ın sözü ve eylemi bu sömürü düzenine bir başkaldırı idi. (Bkz. Yeni başlayanlar için “Müslüman” Marx ve “Din Toplumun Afyonudur”) Sermayenin siyasî otoriteye söz geçirmesi ve halka zulüm etmesiydi temel mesele.
Marxizmin muzaffer olduğu ülkelerde ise bu zulüm sistemi çorap gibi tersine çevrildi ama yine işçinin kafasına geçirildi: Politik güç “burjuva” ve saz arkadaşlarını yok ederek, halkın zenginleşmesini engelleyerek sermayeye hakim oldu. Tarım arazileri, fabrikalar, bankalar kamulaştırıldı. Netice? Yine zulüm idi.
Solcu, sağcı, dinci ya da liberal olmayı bırakın 5 dakikalığına. Bir an arkanıza yaslanıp düşünün. İşçilerin sömürülmesine tepki olarak doğmuş bir ideolojiden bahsediyoruz yani marxizmden. Bu ideolojiyi uygulayan Doğu Alman sosyalistleri başka bir ülkenin ordusunu yardıma çağırıyor. Neden? Sömürüye direnen kendi işçilerini ezmek için! Ve tanklar yürüyor halkın üstüne. Rus askerleri insanlara gelişigüzel ateş açıyorlar. Tankların ve mermilerin sosyalist işçiler tarafından üretilmiş olması bir şey değiştirmiyor. “Marxist-Leninist” kurşunlarla 50 işçi ölüyor alın terini savunurken! 3000 kişiyi Ruslar tutukluyor, 13.000 kişiyi de Sosyalist Parti.(1) Bu olayların ardından 19 milyon Doğu Alman vatandaşından 3 milyonu batıya kaçıyor. Herkesin kaçıp kurtulmak istediği, adına sosyalizm denen bu yeryüzü cenneti, bu kızıl sevgi yuvası(!) o kadar çok insan kaybediyor ki 13 Ağustos 1961’de 48 km uzunluğunda bir duvar ile Doğu Berlin bir açık hava hapishanesi haline getiriliyor.(2)
Sosyalist hükümetlerin işçileri sömürmesi, itiraz edenleri öldürmesi, çalışma kamplarında, sürgünlerde harcaması bir istisna mıdır? Almanya’daki işçi kıyımından 3 sene sonra 1956 ekiminde bu kez Macaristan’da 3000 insanın ölümüne, 13.000 yaralanmaya yol açan askerî harekât Komünist Parti Manifesto’sunun idealleriyle bağdaşır mı? Hemen bütün Marxist-Leninist ülkelerde hak arayan işçileri, sendikacıları, grevcileri öldüren/öldürten hükümetlere rastlıyoruz. Bunların hepsine birden “ütopyaya giderken tezahür etmiş münferit yol kazası” diyebilir miyiz? İşçilerin refahı için(!) gerçekleştirilen bir başka katliama daha bakalım isterseniz: 1968 yılında 6500 Rus tankının 450.000 askerle birlikte Çekoslovakya’yı işgal etmesi … Sosyalistlerin katliam listesi istisna sayılamayacak kadar uzun. Rusya, Macaristan, Çekoslovakya, Almanya, Macaristan, Çin, Tibet, Kuzey Kore, Kamboçya, Afganistan…
Evet, bu paragrafa başlık olarak “Özelleştirsek de mi sömürsek, kamulaştırsak da mı sömürsek?“ sorusunu koyduk. Zira ne Piyasa Fetişizmi ne de Devlet Fetişizmi insanlara adalet getirebildi bugüne kadar. Aslında bunların her ikisi de gerekli mekanizmalar. Her birinin “uzmanlık” alanı ayrı. Ama biri diğeri üzerine tahakküm kurduğunda, piyasa ya da devlet Hukuk’un üstünde tutulduğunda varılan yer zulüm. 1800’lerin İngiltere’si liberal totalitarizmi yani piyasa diktasını test etti. Devlet ticaretin ve ekonominin yani Yüce ve Putsal Piyasa’nın enstrümanı haline geldi. Ekonomik kaygılar Hukuk’un üstünde tutuldu. İngiltere hem dünyayı sömürdü hem de kendi halkını. Sosyalist rejimler ise tam tersini test ettiler. Ticaret ve ekonomi Yüce ve Putsal Devlet’in enstrümanı yapıldı. Netice? 100 milyon ceset! Savaş filan değil. Salgın hastalık değil. Rejim değişikliği sadece. Katili ile aynı ülkenin nüfus kâğıdını taşıyan 100 milyon insancık. Alman Almanları öldürüyor, Rus Rusları, Çinli Çinlileri….
Tabi biri geldi diye öteki gidecek değil ya. 1980’den itibaren Thatcher ve Reagan ile yeni bir liberalizm “modasının” yükselişine tanık olduk, oluyoruz. Her türlü şiddeti, medyayı, ulusal orduları, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşları birer enstrüman haline getiriyor bu “güç”. Meselâ Şili halkına işkenceyle, zulümle dayatılan “liberal düzen”. Atilla Yayla gibi iyi niyetli Türk liberalleri demokrasinin liberalizm ile çatışmayacağını savunadursunlar. İşkenceci Pinochet’nin destekçisi liberal guru Hayek açıkça tersini söylüyordu hem de Şili’li bir gazetecinin gözünün içine bakarak: “Personally I prefer a liberal dictator to democratic government lacking liberalism.” (= Şahsen liberal bir diktatörü liberal olmayan demokratik bir hükümete tercih ederim.)
Liberal bir peygamberin onayı ve desteğiyle gerçekleşen bu “özgürleştirme” oldukça kanlı geçti: Binlerce yargısız infaz, gözaltında kayıp, sakat kalan insanlar ve sakatlanan hayatlar… Başrollerde diktatör Pinochet, (3) İngiltere başbakanı Thatcher ve Manevî(!) Önder Liberal Hayek Hazretleri!
Liberal Totalitarizm: Zincirin ne renk olsun canım?
Her nedense Türk liberalleri bu konuyu pek açmaz. Ama liberalizmin ZORLA HALKA DAYATILMASI bir tek Şili’de mi görüldü diye sormak gerekir. Liberal totalitarizm yani devlet adamlarıyla iş adamlarının birlik olup halkı soyması Güney Amerika’ya özgü bir sorun mudur? Kesinlikle hayır. Meselâ Avrupa Birliği de halkın çıkarlarına ve demokratik tercihlerine aykırı bir çok karar aldı ve uygulamaya koydu. Neden? Liberalizme uygun olması için. Sağlık, gıda güvenliği, enerji dağıtımı ve daha bir çok alanda halkın aleyhine kanunlar çıktı, çıkıyor. Kimin lehine? Brüksel’de lobicilik yapan büyük firmalar ve bankalar.
Çağdaş kölelik yöntemleri, çevre kirliliği, tüketim çılgınlığı… Gerçek şu ki insanlar kendi sorumluluklarını kabul edip hırslarına sınır koymak istemiyorlar. Nefsanî dürtüleri onları nereye çekerse oraya gidiyorlar. Milyarlarca insanın cimriliği, lüks merakı, para hırsı, gelecek korkusu kanalizasyon çukuru gibi bir yerde toplanıyor ister istemez. Bu küçük ve masum(!) pislikler bir araya toplanınca ortaya öyle korkunç canavarlar çıkıyor ki “aa bu uzaydan mı geldi?” diye şaşıp kalıyorlar karşısında.
Hele bir de savaş veya benzeri bir karışıklık varsa bir kurtarıcı beklemeye başlıyorlar. Marx var, Lenin ya da Stalin var. Olmazsa Hitler var. O da olmadı, Hayek veya Friedman ne güne duruyorlar? İnsanlar bazen alıp satma serbestliğini dokunulmaz-tartışılmaz ilân edip bir Para tanrısına tapıyorlar, bazen de kendilerinin yap-A-madığı iyilikleri yapacak, zor günlerde onları koruyup gözetecek bir Devlet tanrısına. Her ikisi de meşru ve gerekli olan bu iki kurum böylece eleştirilmez, hata yapmaz ve hesap vermez hale gelerek ilahlaşıyorlar! Helvadan yapılmış putlar gibiler. Üstün ırk, Para ve Devlet gibi putlar da helva putlarla aynı avantajı sunuyor: Yutulabilirler! Biz de yutuyoruz zaten.
Yoksa her yeni gün aklı kullanmak, vicdanın sesini dinlemek, İyi‘den, Güzel‘den, Doğru‘dan yana tavır koymak, bu feraseti, cesareti ve azmi göstermek gerekirdi. Özel keyiflerimizden, hobilerimizden fedakârlık edip “ötekilerin” dertleriyle dertlenmek icab ederdi. Ne kadar yorucu. Ne kadar zor insan olmak. Devlet ya da Piyasa bu özgür iradenin yerine ikame edilince tehlikeli bir hal alıyor.
Türk solcuları neden susuyorlar bu konuda?
Komünist Rusya’nın çöküşü, Çin’in devlet kapitalizmine geçişi, sosyalizmi uygulamış Küba, Polonya, Yugoslavya, Macaristan gibi çok sayıda ülkenin çektikleri acılar solcuları köşeye sıkıştırıyor. Günümüzün solcuları artık “reddi miras” peşinde. “Aslında bizim fikirlerimiz hiç uygulanmadı ki” deyip çıkıyorlar işin içinden. Her ekonomik krizden sonra paniğe kapılıp “Durun! Durun! Gerçek liberalizm bu değil ki” diye kazı çeviren liberallere ne kadar da benziyorlar…
Kolay değil, marxist-leninist politikaların kurbanı olmuş insanların sayısı 100 milyon civarında. (Bkz. Komünizmin Kara Kitabı) Bazı “teorik” detaylarda birbirinden ayrılsa da sosyalizmin değişik türleri kriz dönemlerinde baş gösteriyor. Halkın arzusuyla değil kanlı devrimler ile geliyorlar iktidara. Egemen oldukları ülkelere açlık, sefalet hatta yamyamlıktan başka bir şey getirmiyorlar. (Bkz. Bir et parçası olarak komünist İnsan’ın kıymeti )
Orakla biçilen, çekiçle ezilen işçileri gördükçe insanın “hepsi Marx’ın suçu mu?” diye sorası geliyor. Ve tabi hâlâ hayatta olanlar için ikinci bir soru: “İnsan’a saygılı bir sosyalizm kurulamaz mı?”
Sosyalizmin işçileri ezmesinin sebebi Stalin ya da Mao’nun psikopat oluşu değilmiş. Buraya kadar verdiğimiz örnekler ve açıklamalar sayesinde bunu gördük. Gerçek sorun devletin sermayeyi enstrüman haline getirmesi. Polis, yargı, yasama, sermaye, basın, emek, üretim, istihdam, sosyal güvenlik… Bütün bunlar tek bir elde toplanınca… Hele bir de modern dünyanın teknik imkânları ile donatıldıysa! Ortaya öyle bir diktatörlük çıkıyor ki. Bütün geçmiş imparatorluklar, en insafsız krallar ve sultanlar bile masum kalıyorlar yanında.
(Ancak bunun tam tersinin de aynı şekilde felaketlere kapı açtığını yukarıda kısaca hatırlattık. Adına ister neo-liberalizm diyelim ister vahşi kapitalizm(4). Tatbikat aynı: Sermayenin devleti, insanları, doğayı enstrümanlaştırması. Bkz. Liberalizmin Kara Kitabı)
Sonuç
Marx’ın fikirlerine ve günümüzdeki uzantılarına odaklanacak olursak… Üç temel eksende Marx’ı ve takipçilerini HATALI buluyorum. Bu üç büyük hata onları da İŞÇİ KATLİAMLARINDAN DOLAYI SORUMLU yapıyor gözümde. Aşağıdaki paragraflarda bu üç kritik noktayı biraz açacağım. Nasib olursa ileride her bir hata için ayrı bir makale yazmak, Marx’ın ve marxistlerin sözlerine yer vermek daha isabetli olacaktır diye düşünüyorum.
Okurların kendi kararlarını verebilmeleri için Komünist Parti Manifestosu’ndan bu üç kusurla ilgili kısımları bu yazının devamına, dipnotlardan sonraki bölüme ekledim. Şahsi kanaatim sosyalizmin bu kusurlardan temizlenmesinin imkânsız olduğudur. Eğer bugünkü solcular bu kusurlar ile sosyalizm adına yapılan işçi katliamları arasındaki bağlantıyı fark ederlerse zaten demokrat oldular demektir. Solcu demokrat ya da sosyal demokrat değil. “Sadece” demokrat…
Fakat meselenin daha acil bir yönü var. O da bugün “İslamcı” kesimde hâlâ yankı bulan bir devrim özlemi. “Devrim kan ile, ter ile kazanılır” vb şeklinde sloganlaşan bu duruş bazen İran hayranlığı bazen Amerikan düşmanlığı ile özdeşleşiyor, bazen de Abdestli Sosyalizm olarak çıkıyor karşımıza. Zühd’ü, dünya malından uzaklaşmayı kafasına göre yorumlayan, nefs ile yapılması gereken mücadeleyi kurumsallaştıran, devletleştiren bir duruş bu, kanaatimizce çok sakat. Müslüman’ın iyiliğini Müslüman’a rağmen, devlet eliyle üretmeyi hedefleyen bu ekip Marx’a ve takipçilerine çok yakın duruyor. Geçmişte İşçi’nin iyiliğini İşçi’ye rağmen üretmeyi hedefleyen sosyalistlerin 100 milyon insanı nasıl öldürdüklerini analiz etmek bu bakımdan geleceğe dönük bir önem taşıyor. Çünkü “İslâmcı” etiketle yapılacak bir devrimin, tabiri caizse 1850 model yeşil marxistlerin Müslümanlara verebileceği zarar çok büyük.
Evet… Nedir Marx’ın fikir ve eylemlerini sosyalizmin işçi katliamlarına bağlayan üç kusur?
- Özel Mülkiyetin/üretim araçlarının mülkiyetinin devlete transferi,
- Devrimci öfke,
- Jakobenizm, insanlara, halka şeyleştirici biçimde, tepeden bakış.
Neden bu yola giriyor Marx ve arkadaşları? Çünkü Marx’ı etkileyen fikrî bir zemin var. 1800’lerde kendisine “sosyalist /komünist” diyen Avrupalı aydınlar sefaletin suçunu HUKUKSUZLUKTA değil PARA‘da arıyor. Parayı ve/veya mülkiyet olgusunu yok ederek sefaleti de yok edeceklerini vehmediyorlar. Oysa gerçek sorun üretim biçimlerinde, ticarette ve iletişimde yaşanan TEKNİK devrimler. Hızlanan üretim ve ticaret o asra kadar hiç görülmemiş bir sermaye birikimine imkân tanıyor. Teknolojinin ve ticaretin ilerlemesi ile değişen dünyada EN FAKİR insan ile EN ZENGİN insan arasındaki fark hızla büyüyor. Sermaye, teknik bilgi, üretim kapasitesi vb güçler daha 1800’lerde küreselleşmeye başlıyor. Bu durum o güne kadar siyasetçilerin, ekonomistlerin, filozofların öngöremediği bir şey. Ölçekleri, cetvelleri aşan bir sarsıntı, aynı anda meydana gelmiş bir kaç deprem gibi adeta. Kimse ne düşüneceğini bilemiyor ama teknik ilerleme insanların düşünmesini beklemiyor! Muazzam miktardaki ekonomik değeri, malı ve hizmeti çok kısa zaman dilimlerinde üretmek mümkün oluyor birden bire. Bu durum ise muazzam bir sermaye birikimine imkân tanıyor. Nüfusun bir kısmının elinde toplanan bu zenginlik Avrupa ülkelerindeki güç dengelerini alt-üst ediyor. Yeni zenginler siyasî güç pastasındaki paylarını arttırırken “kaybedenler” tamamen köleleşiyor.
Basit bir model üzerinde temsil edecek olursak: Küçük bir köyde yaşayan becerikli balıkçıların öteki balıkçılara göre yıllar geçtikçe, AZICIK zenginleşmesi mümkündü. Ama bu birikim diğer köylülere zarar verecek boyutlara ulaşmıyordu. Biraz daha büyük bir ev, daha iyi yeme ve giyinme imkânı, belki bir hizmetçi. Peki balıkçılardan biri göldeki bütün balıkları bir saatte yakalamanın yolunu keşfederse ne olur?
İşte 1700’lerin ortasından itibaren buna benzer bir durum var. Gitgide güçlenen zengin bir azınlık o güne kadar sadece “krallara layık” olan bir yaşam biçimine talip oluyor. Özel yetenekleri, sermayeleri, iktidarla sıkı ilişkileri var. Ancak diğer yandan FAKİR çoğunluk yetersiz beslenmeden ölen bebekleri için tabut bile alamıyor. Günde 18 saat çalışılan fabrikalarda havalandırma yok. Doğru dürüst test edilmeden kullanıma sunulan makineler her gün insanların ellerini, kollarını koparıyor. Sakatlanan veya yaşlanan işçilerin haklarını savunacak yasal bir çerçeve yok. Sendika yok. Grev yapan işçilerin üzerine ordu gönderiliyor bir çok Avrupa ülkesinde.
Uluslararası siyasî çalkantılar, isyanlar ve savaşlar da bu depremlere eşlik ediyor: Fransız ihtilâli, Napoleon’un komşu ülkeleri işgali, ABD’de köleliğin kaldırılması, sömürge savaşları, kanlı biçimde bastırılan işçi ayaklanmaları… Bu tabloyu kısmen çok iyi tahlil edebilen Marx ve diğer sosyalist/komünist düşünürler çok güzel fikirler üretiyorlar:
- Çalışma saatlerinin yasalarla sınırlanması,
- Çocukların köle gibi satılmasının engellenmesi,
- İşçilerin hak mücadelesinin ticaret gibi küreselleşmesi…
Ancak iyi tahlil edemedikleri noktalarda radikal duruşlar alıyorlar. Her şeyin suçlusu, günah keçisi olarak gördükleri burjuva ne yaparsa, ne isterse tersini yapmak suretiyle bir ideoloji oluşuyor. Burjuvaya tersinden endeksli bu ideoloji ister istemez yobaz liberallik gibi ikinci bir deli gömleği oluyor: Mülkiyetin veya üretim araçları mülkiyetinin devlete transferi (fabrika, tarla, vs), sınıfsız bir toplum projesi, herkesin istediği meslekte, istediği zaman çalışabileceği ama herkese ekmek verecek bir düzen, “burjuva ahlâkı” dedikleri geleneklerin, dinin ve bütün manevî mihenk noktalarının reddi…
Bu düzene geçmek için ise şu an ayakta olan her şeyi devirecek bir devrim! Marx’ın da dahil olduğu damar demokrasiyle ve reformlarla hareket etmek istemiyor. Amaçların araçları meşrulaştıracağı yönündeki kanı oldukça sağlam biçimde kök salıyor zihinlerde. Egemen sınıfların ezilenlere karşı insafsız tavırları intikamcı bir zihniyeti kışkırtıyor. Burjuva sınıfına karşı siyasî mücadele yapmaktan bahsedilmiyor bir noktadan sonra. Tek çözüm onları (düşmanı) imha etmek! Ekmek derdindeki işçi sınıfının yerine “geniş halk kitleleri” konuyor giderek. Maddeleşmiş, homojenleşmiş, ŞEY-leşmiş bir güruh artık proleterya. Köksüz, amaçsız… Kendi çıkarlarını savunmuyor, zaferi zafer için, devrimi devrim için istiyor. Savaş bitince üzülen askerlere benziyorlar. Gidecek evi olmayan, Savaş’ı ev edinen askerler gibiler. Marx’ın kendisi de bu mitomaniye kapılmış vaziyette. Gırtlağına kadar borçta, çocukları ölüyor sefaletten. Mücadele fetişizmi denebilecek bir durumda Marx. Tam bir cinnet hali!
Erdem bakımından yerinde sayan insanlık ise inşa ettiği evin altında ezilen bir usta gibi. Devrim, bürokrasi, piyasa, ırkçılık bu tabloda nizamî yerini alıyor.
Üzerinde kısaca durmak istediğimiz son nokta ise bir tür Jakobenizm, insanlara, halka şeyleştirici biçimde, tepeden bakış. Marx ve takipçileri burjuva egemenliğinde karşı çıktıkları ne varsa kızıl bir sosla kendi ideolojilerine dahil ediyorlar yeniden: Jakoben bir fikrî zemin, proleterya diktası, ideal dünyaya ulaşmak için geçici bir totalitarizm, üstün insan tasavvuru, kendini aşmış bir süper-komünist profili, insan-ı kâmil yerine ikame edilen bir Kâmil İşçi!
Ne var ki kısa bir dönem için tasavvur edilen geçici totalitarizm bir türlü geçmiyor. İktidar tatlı. Devrimden sonraki ilk saatlerde bütün devrimciler muhafazakâr oluyor. Komünist partinin iç kavgalarında en tehlikeli, en acımasız insanlar yükseliyor… Silah arkadaşlarının kafalarını keserek. KGB’nin atası olan Çeka kuruluyor. Bir tür devrim muhafızı. Liderleri eleştiren herkes yok edilmeli. Komşu komşuyu ihbar ediyor, oğul babayı. “Stalin’i anma töreninde gülümsemedi” diye fişlenenler var sosyalist rejimlerde. Yüz ifadesi bile devletin malı artık!
Toplama kampları, işkence odaları, sürgünler… Rejim “devrim düşmanı” etiketiyle iç düşman üretiyor. Tıpkı Kemalistlerin Kürtleri, Ermenileri, dindarları hedef göstermesi gibi. Rejimin uyguladığı terörü meşru göstermek için ihtiyacı var buna. Yahudiler, Polonya asıllı Ruslar, büyük toprak sahipleri, resmî tezlerle uymayan tipteki komünistler… En ağır bedeli aydınlar ödüyor. Sanatçılar, yazarlar, bilim adamları. Sovyet Rusya geçmişin ve geleceğin üzerinden geçiyor kızıl bir silindirle. Ahır haline getirilen kiliseler, camiler, sinagoglar, katledilen din adamları, yakılan kitaplar.
Bir Rus çılgınlığı mı? Ne yazık ki değil. Çin’de “kültürel devrim” aynı türden yıkımlar getiriyor peşpeşe. Kamboçya, Küba… Dünyanın neresinde uygulanırsa uygulansın Marx’ın fikirleri açlık ile sefaletin yanı sıra manevî ve kültürel yıkım getiriyor. Neden? Bunu da gelecek bölümlerde göreceğiz.
Dipnotlar
1° Histoire de l’Allemagne, XIXe- XXe siècle. Le long chemin vers l’Occident (Heinrich August Winkler)
2° The East German Leadership and the Division of Germany: Patriotism and Propaganda 1945-1953 (Dirk Spilker)
4° The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism (Naomi Klein)
Liberal totalitarizm üzerine makaleler
(tr.) Vodafone: Paran Kadar Konuş! – Bir Liberal Ahlâksızlık Örneği
(tr.) Liberal Totalitarizm kendine iç düşman mı üretiyor?
(tr.) Liberalizm ve Totalitarizmin Düğünü
Tavsiye Okuma
(ing.) Law, Legislation and Liberty, The Political Order of a Free People (F. A. Hayek)
(ing.) Statecraft: Strategies for a Changing World (Margaret Thatcher)
(ing.) The Enigma of Capital and the Crises of Capitalism (David Harvey)
(ing.) Zombie Capitalism: Global Crisis and the Relevance of Marx (Chris Harman)
(fr.) Histoire du libéralisme en Europe (Philippe Nemo)
(fr.) La fin de l’eurolibéralisme (Jacques Sapir)
Komünist Parti Manifestosu’ndan konuyla ilgili bölümler
Bölüm1, Burjuvalar ve Proleterler
Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı “doğal efendiler”ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı “nakit ödeme”den başka hiç bir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, dar kafalı duygusallığın en ilâhi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine indirgedi, ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.
1882, Rusça baskının önsözünden
Ama durum bugün ne kadar da farklı! Rekabeti ile Avrupa’daki -büyüklü küçüklü- toprak mülkiyetinin temellerini sarsan devasa bir tarımsal üretim için Avrupa göçü, Kuzey Amerika için pek uygundu. Buna ek olarak, bu, Birleşik Devletler’e, muazzam sınai kaynaklarını, Batı Avrupa’nın ve özellikle İngiltere’nin bugüne dek varolan sınai tekelini kısa zamanda kıracak bir enerjiyle ve ölçekte kullanma olanağını da verdi. Her iki durum da, bizzat Amerika üzerinde, devrimci bir tepki yaratıyor. Tüm siyasal yapının temelini oluşturan çiftçilerin küçük ve orta boy toprak mülkiyetleri, dev çiftliklerin rekabeti karşısında adım adım çöküyor; aynı anda, sanayi kesimlerinde ilk kez bir proletarya kitlesi ve müthiş bir sermaye yoğunlaşması gelişiyor. […]Komünist Manifesto‘nun amacı, modern burjuva mülkiyetinin yaklaşmakta olan kaçınılmaz çözülüşünü ilân etmekti. Ama Rusya’da, hızla gelişen kapitalist vurguna ve henüz gelişmekte olan burjuva toprak mülkiyetine karşılık, toprağın yarısından fazlasına köylülerin ortaklaşa sahip olduklarını görüyoruz. Şimdi sorun şudur: Büyük çapta zayıflamış olsa bile, gene de, ilkel bir ortak toprak sahipliği biçimi olan Rus obşina‘sı, doğrudan doğruya komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Ya da, tersine, ilkönce, Batının tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecinden mi geçmelidir?
Buna bugün verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus Devrimi, Batıdaki bir proleter devriminin habercisi olur, ve bunlar, böylelikle, birbirlerini tamamlarlarsa, Rusya’daki mevcut ortak toprak sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.
Bölüm1, Burjuvalar ve Proleterler
Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş, ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus içinde bir araya geldiler.
Burjuvazi, ancak yüzyılı bulan egemenliği sırasında, daha önceki kuşakların tümünün yaratmış olduklarından daha yoğun ve çok daha büyük üretici güç yarattı. Doğa güçlerine egemen olunması, makine, kimyanın sanayiye ve tarıma uygulanması, buharlı gemiler, demiryolları, elektrik telgrafı, koskoca kıtaların tarıma açılması, nehirlerin suyolları haline getirilmesi, yerden bitercesine nüfus çoğalması toplumsal emeğin bağrında böylesine üretici güçlerin yatmakta olduğunu daha önceki hangi yüzyıl sezebilmiştir?
Şu halde görüyoruz ki: burjuvazinin kendisini onlara dayanarak güçlendirdiği üretim ve değişim araçları, feodal toplum içerisinde yaratılmışlardır. Bu üretim ve değişim araçlarının gelişiminin belirli bir aşamasında, feodal toplumun üretimde ve değişimde bulunduğu koşullar, tarımın ve imalât sanayinin feodal örgütlenmesi, tek sözcükle, feodal mülkiyet ilişkileri, gelişmiş bulunan üretici güçlere artık ayak uyduramaz hale geldiler; bir o kadar ayakbağı oldular. Bunlar kırılmalıydılar; kırıldılar.
Bunların yerini, kendisine uygun düşen bir toplumsal ve siyasal yapı ile, ve burjuva sınıfının iktisadi ve siyasal egemenliği ile birlikte, serbest rekabet aldı.
Gözlerimizin önünde buna benzer bir hareket yer alıyor. Kendi üretim, değişim ve mülkiyet ilişkileri ile modern burjuva toplumu, böylesine devasa üretim ve değişim araçları yaratmış bulunan bu toplum, ölüler diyarının büyüleriyle harekete geçirdiği güçleri artık kontrol edemeyen büyücüye benziyor. Sanayi ve ticaretin tarihi, on yıllardan beri, modern üretici güçlerin, modern üretim koşullarına karşı, burjuvazinin ve onun egemenliğinin varlık koşulu mülkiyet ilişkilerine karşı isyanının tarihinden başka bir şey değildir. Bu konuda, tüm burjuva toplumunun varlığını dönemsel yinelenmeleriyle her keresinde daha tehdit edici bir biçimde sorguya çeken ticari bunalımların sözünü etmek yeterlidir. Bu bunalımlar sırasında yalnızca mevcut ürünlerin değil, daha önceleri yaratılmış üretici güçlerin de büyük bir kısmı dönemsel olarak tahrip ediliyor. Bu bunalımlar sırasında, daha önceki bütün çağlarda anlamsız görülecek bir salgın baş gösteriyor -aşırı üretim salgını. Toplum kendisini birdenbire, gerisin geriye, geçici bir barbarlık durumuna sokulmuş buluyor; sanki bir kıtlık, genel bir yıkım savaşı, bütün geçim araçları ikmalini kesmiştir; sanki sanayi ve ticaret yok edilmiştir; peki ama, neden? Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim aracı, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır da ondan. Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine artık hizmet etmiyor; tersine, bunlar, kendilerine ayak bağı olan bu ilişkiler için çok güçlü hale gelmişlerdir, ve bu ayak bağlarından kurtuldukları anda, burjuva toplumunun tamamına düzensizlik getiriyor, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva toplum koşulları, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak denli dardır. Peki, burjuvazi bu bunalımları nasıl atlatıyor? Bir yandan üretici güçlerin büyük bir kısmını zorla yok ederek; öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek, ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani, daha yaygın ve daha yıkıcı bunalımlar hazırlayarak, ve bunalımları önleyen araçları azaltarak.
Burjuvazinin feodalizmi yerle bir ettiği silahlar, şimdi, burjuvazinin kendisine karşı çevrilmiştir.
Ama burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak insanları da var etmiştir, -modern işçi sınıfını- proleterleri.
Burjuvazi, yani sermaye, hangi oranda gelişiyorsa, proletarya da, modern işçi sınıfı da aynı oranda gelişiyor -iş buldukları sürece yaşayan ve emekleri sermayeyi artırdığı sürece iş bulan bir emekçiler sınıfı. Kendilerini parça parça satmak zorunda olan bu emekçiler, bütün öteki ticaret nesneleri gibi, bir metadırlar, ve bunun sonucu olarak, rekabetin bütün iniş çıkışlarına, pazarın bütün dalgalanmalarına açıktırlar.
Bölüm 2, Proleterler ve Komünistler
Mevcut mülkiyet ilişkilerine son verilmesi, hiç de komünizmin ayırıcı bir özelliği değildir.
Geçmişteki bütün mülkiyet ilişkileri, tarihsel koşullardaki değişmeler sonucu, durmadan tarihsel değişmelere uğramışlardır.
Örneğin Fransız Devrimi, burjuva mülkiyetinin lehine, feodal mülkiyeti kaldırmıştır.
Komünizmin ayırıcı özelliği, genel olarak mülkiyetin kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin kaldırılmasıdır. Ama modern burjuva özel mülkiyet, ürünlerin üretilmesinin ve mülk edinilmesinin sınıf karşıtlığına, çoğunluğun azınlık tarafından sömürülmesine dayanan sisteminin nihai ve en tam ifadesidir.
Bu anlamda, komünistlerin teorisi tek bir tümcede özetlenebilir: Özel mülkiyetin kaldırılması.
Biz komünistler, insanın kendi emeğinin meyvesi olarak, kişisel mülk edinme hakkını kaldırmayı istemekle suçlandık; o mülkiyet ki, her türlü kişisel özgürlüğün, eylemin ve bağımsızlığın temeli olduğu iddia edilir.
Güçlükle elde edilmiş, bizzat edinilmiş, bizzat kazanılmış mülkiyet! Burjuva biçimden önceki bir mülkiyet biçimi olan küçük zanaatçı ve küçük köylü mülkiyetinden mi söz ediyorsunuz? Bunu kaldırmaya gerek yok; sanayideki gelişme bunu zaten büyük ölçü de yok etmiştir ve hâlâ da gün be gün yok ediyor.
Yoksa modern burjuva özel mülkiyetten mi söz ediyorsunuz?
[…]
Kapitalist olmak, üretimde yalnızca salt kişisel değil, toplumsal bir konuma da sahip olmaktır. Sermaye kolektif bir üründür, ve ancak birçok üyenin birleşik eylemiyle, hatta son tahlilde, ancak toplumun tüm üyelerinin birleşik eylemiyle harekete geçirilebilir.
Demek ki, sermaye kişisel değil, toplumsal bir güçtür.
Şu halde, sermayeyi ortak mülkiyete, toplumun tüm üyelerinin mülkiyetine dönüştürmekle, kişisel mülkiyet toplumsal mülkiyete dönüştürülmüş olmaz. Değişen, yalnızca mülkiyetin toplumsal karakteridir. Mülkiyet, sınıf karakterini yitirir.
Şimdi de ücretli emeği alalım:
Ücretli emeğin ortalama fiyatı, asgari ücret, yani emekçiyi bir emekçi olarak yaşatmak için mutlaka gerekli geçim araçları miktarıdır. Demek ki, ücretli emekçinin kendi emeği aracılığı ile mülk edindiği şey, yalnızca salt kendi varlığını sürdürmeye ve yeniden üretmeye yeter. Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden-üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiç bir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiç bir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz. Bizim ortadan kaldırmak istediğimiz tek şey, içerisinde emekçinin salt sermayeyi artırmak için yaşadığı ve yaşamasına ancak egemen sınıfın çıkarının gerektirdiği ölçüde izin verilen bu mülk edinmenin sefil karakteridir.
Burjuva toplumda, canlı emek, birikmiş emeği artırma aracından başka bir şey değildir. Komünist toplumda ise, birikmiş emek, emekçinin varlığını genişletme, zenginleştirme, geliştirme aracından başka bir şey değildir.
Demek ki, burjuva toplumda, geçmiş, bugüne egemendir; komünist toplumda ise, bugün, geçmişe egemendir. Burjuva toplumda, sermaye, bağımsız ve kişiseldir, oysa yaşayan birey bağımlıdır ve kişisel değildir.
Ve bu durumun kaldırılmasına, burjuvazi, kişiselliğin ve özgürlüğün kaldırılması diyor! Ve haklı da. Burjuva kişiselliği, burjuva bağımsızlığı ve burjuva özgürlüğü kuşkusuz hedefleniyor.
Özgürlük ile, mevcut burjuva üretim koşulları altında, serbest ticaret, serbest alım ve satım kastediliyor.
[…]
Tek sözcükle, bizi, mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Elbette; bizim niyetimiz de zaten budur.
Emeğin artık sermayeye, paraya, ya da ranta, tekelleştirilebilecek toplumsal bir güce dönüştürülemeyeceği andan itibaren, yani kişisel mülkiyetin artık burjuva mülkiyete, sermayeye dönüştürülemeyeceği andan itibaren, o andan itibaren, kişiselliğin yok olduğunu söylüyorsunuz.
Öyleyse, itiraf etmelisiniz ki, “kişisel” demekle, burjuvadan, orta sınıf mülk sahibinden başkasını kastetmiyorsunuz. Bu kişi, gerçekten de, ortadan kaldırılmalı, ve olanaksızlaştırılmalıdır.
Komünizm kimseyi toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun bırakmaz; yaptığı tek şey, onu, böyle bir mülk edinme aracılığıyla, başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakmaktır.
Özel mülkiyetin kaldırılmasıyla her türlü çalışmanın duracağı ve genel bir tembelliğin kök salacağı itirazı öne sürülmüştür.
Ona bakılırsa, burjuva toplumun aylaklık yüzünden çoktan yerle bir olması gerekirdi; çünkü çalışanlar hiç bir şey edinemiyorlar, bir şeyler edinenler ise çalışmıyorlar. Bu itiraz bütünüyle, sermaye olmayınca artık ücretli emeğin de olamayacağı safsatasının bir başka ifadesinden ibarettir.
[…]
Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkilerinden en köklü kopuştur; gelişmesinin, geleneksel düşüncelerden en köklü kopuşu getirmesinde şaşılacak bir şey yoktur.
Ama artık komünizme kaşı yöneltilen burjuva itirazları bırakalım.
Yukarıda gördük ki, işçi sınıfının devrimde atacağı ilk adım, proletaryayı egemen sınıf durumuna getirmek, demokrasi savaşını kazanmaktır.
Proletarya, siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek için, ve üretici güçlerin tamamını olabildiğince çabuk artırmak için kullanacaktır.
Başlangıçta bu, elbette, mülkiyet hakkına ve burjuva üretim koşullarına despotça saldırma dışında; dolayısıyla iktisadi bakımdan yetersiz ve savunulamaz gibi görünen, ama hareketin akışı içerisinde kendisini aşan, eski toplum düzenine daha başka saldırıları zorunlu kılan ve üretim biçimini tamamıyla devrimcileştirmenin bir aracı olması bakımından kaçınılmaz olan önlemler dışında gerçekleştirilemez.
Bu önlemler elbette farklı ülkelerde farklı olacaktır.
Bununla birlikte, şu aşağıdakiler en ileri ülkelerde oldukça genel bir uygulanabilirliğe sahip olacaklardır:
1. Toprak mülkiyetinin kaldırılması ve bütün toprak rantlarının kamu yararına kullanılması.
2. Ağır bir müterakki ya da kademeli gelir vergisi.
3. Bütün miras haklarının kaldırılması.
4. Bütün mültecilerin ve asilerin mülklerine el konulması.
5. Sermayesi devletin olan ve tam bir tekele sahip bulunan bir ulusal banka aracılığı ile kredinin devlet elinde merkezileştirilmesi.
6. Haberleşme ve ulaşım araçlarının Devlet elinde merkezileştirilmesi.
7. Devlet tarafından sahip olunan fabrikaların ve üretim araçlarının artırılması; boş toprakların ekime açılması, ve genel olarak toprağın, ortak bir plan uyarınca iyileştirilmesi.
8. Herkes için eşit çalışma yükümlülüğü. Sanayi orduları kurulması, özellikle tarım için.
9. Tarımın imalât sanayileri ile birleştirilmesi; kent ile kır arasındaki ayrımın, nüfusun ülke yüzeyine daha eşit bir biçimde dağılmasıyla yavaş yavaş kaldırılması.
10. Bütün çocuklar için devlet okullarında parasız eğitim. Bugünkü biçimi içerisinde çocukların fabrikalarda çalıştırılmalarına son verilmesi. Eğitimin sınai üretimle birleştirilmesi vb., vb..
Kendini « sol » olarak tarif eden hareketler hiç olmadıkları kadar zayıf ve bölünmüş bir tablo çiziyorlar bugün. Türk Solu Dergisi’nin ırkçı söylemlerinden CHP’nin darbe çağrılarına uzanan bir kafa karışıklığı hakim. Muhalefet boşluğunun müzmin bir hastalığa dönüştüğü şu dönemde Türk solu bu boşluğa talip olabilir mi? Daha önce Dikkat Kitap kategorisinde yayınladığımız Pozitivizm Eleştirisi gibi bu kitap da Türkiye’deki sola tarafsız bakan bir çalışma. İyimser görüşler kadar geçmişe dönük ağır eleştiriler de var. İlginize sunduğumuz 82 sayfalık bu kitap Türkiye’deki “sol” grupların sorgulamalarına, projelerine ışık tutmak amacıyla derlenmiş makalelerden oluşuyor. Kitabı buradan indirebilir ve paylaşabilirsiniz. Kitapta ele alınan başlıca konular: Solda özgürlükçü hareketler, 68 Kuşağı, Devrimci sol, Kemalizm, ulusalcı sol akımlar, Sol ve İslâm, Cumhuriyet Gazetesi.
18 Yorum
Yazan:durhat Tarih: May 30, 2011 | Reply
Mehmet bey asıl sorun da bu bence.Politik eğilimler(veya taraf hissiyatı) gerçeklerin sağlıklı sorgulamasını engelliyor.Hakikat ve gerçeklere ulaşmak yerine,”sipariş doğrulara” inanma eğilimi güçleniyor.
Dolayısı ile Türkiye solunda da böyle bir açmaz var.İstisnalar hariç,Türkiye solunda sola dair öz eleştiri henüz tam olarak gelişmiş değildir.Sanırım bunda,sizin “komik duruma düşmekten çekiniyorlar”tespitinizi doğrulayan psikolojinin büyük bir etkisi var.Sol,bu anlamda ciddi bir çelişki yaşıyor,bu noktada size tamamen katılıyorum.Ancak,insan merkezli bir algının yerine böylesi doktriner ideolojilerin almasının asıl nedeni, birey psikolojisine bağlı ön kabullerin hayatın gerçekleri önünde bir perde oluşturmasındandır.Yani birey siyasi,ideolojik,dinsel ya da etnik kimliğe dayalı aidiyet hissiyle dünyaya bakar hale geliyor.Bu algı biçimi(körleşme diyelim buna) salt bir inanç,siyasi görüş veya felsefeye de yaslanmayabilir…Bazen tamamen benmerkezci bir anlayıştan türer.Misal herhangi bir siyasi partiye yönetici olarak katılan bir insan düşünün,kolay kolay çıkıp mensup olduğu partinin yanlışlarını eleştirmez.Belki ilkesel olarak rahatsız olduğu pek çok yanlışla karşılaşır,bunun bilincinde olur ama kişisel çıkarları gereği radikal bir çıkışı göze almaz.Çünkü radikal bir çıkışı göze alabilmesi için örneğin hemen o partiden istifa etmesi gerekecektir.Buna yanaşamaz zira kendisiyle o içinde yer aldığı siyasi parti,gurup,faraksiyon her neyse arasındaki bağ aslında doğruyu/iyiyi/güzeli bulmaktan çok,o kişinin kendini bir yere ait hissetmenin üzerine kurduğu varolma eğilimiyle doğrudan ilişkilidir.
Türk solu veya Türkiyedeki solun da böyle bir açmazı var.Solun dünyada etkisi hissedilen evrimsel değişimine bu nedenle kapalıdırlar.Mesela solun sadece kapitalizme küfretmek dışında başka misyonu olduğunu,60’larda esen sol rüzgarıyla günümüzün sol anlayışının kısmen değişim geçirdiğini pek dikkate almazlar.Zira 60-70’lerde sosyalist ve kapitalist olmak üzere iki kutuplu dünya üzerine şekillenen sol akım ve hareketler,günümüz dünya konjünktüründe artık bireysel hak ve özgürlükleri önceleyen bir anlayışa doğru evrilmiştir.Gelgelelim solun küresel olarak geçirdiği bu dönüşüm henüz bizim coğrafyaya uğramamamıştır.Uğramadığı içindir ki hep statik ve duragan kalmış,ciddi anlamda hiçbir zaman geniş kitlelerle bir bağ kuramamıştır.
Sanırım bu mantalite terkedilmedikçe de seçimden seçime beyhude ve hiçbir sonuç alınamayacağı önceden bilmesine karşın duvarlara orak-çekiçli ilan yapıştırmaktan öteye geçilmeyecektir.Fazladan ek bir tahlile gerek yok bence,seçim kampanyaları hız kazandığı dönemlere bakmak kafi.İrili ufaklı sözümona solu temsil eden partiler bir şekilde seçim kampanyalarına katılıyorlar,lakin ne hikmetse meclise tek bir vekil sokamıyorlar.Parlamento temsiliyetini geçtim,seçim sonuçları açıklandığında 0,..ile başlıyor oy oranları.
Şuraya getireceğim,Sosyalist sistemin uygulandığı yerlerde Sosyalizmin günahlarının kapitalizmden hiç aşağı kalmadığını kabullenemiyor bizim solcular.Kabullenirse solculuğu tartışmalı hale gelecek:)E peki ne diye düşünce konforlarını bozup solculuklarına halel getirsinler ki bir güzel solcu geçinmek varken:))
Yazan:R.Sitav Tarih: May 30, 2011 | Reply
Yazar birçok konuda olumlu du$unceler savunmakla birlikte, esas olarak “Avrupa merkezci” du$unceden ayrilamami$tir. yani hala “Marksizim” in etkisi altindadir.
Yazan:Mustafa Özkan Tarih: May 30, 2011 | Reply
Mehmet bey, siz yine marksizm ile İslam’ı bir birine paralelleştiriyorsunuz.
Yazan:MY Tarih: May 30, 2011 | Reply
Mustafa Bey bir sey anlamadim, açar misiniz?
Yazan:Mustafa Özkan Tarih: May 30, 2011 | Reply
abdestli sosyalizmden kastınız nedir ?
Yazan:MY Tarih: May 30, 2011 | Reply
“abdestli sosyalizm” ile ihsan eliaçik gibi sosyalizmin Islam ile uyusabilecegini vehmeden insanlarin fikirlerini kasdediyorum. Nefsanî zayifliklari kanun hükmünde kararnamalerle halledebilecegini sanan bu insanlar ne yazik ki tam bir gaflet içindeler. Arapça ögrenip Kur’an okuyunca kendilerini fizik, kimya, biyoloji, ekonomi, sosyoloji ve siyaset felsefesi uzmani saniyorlar. Sadece bildikleri konularda konussalar ne kadar iyi olurdu.
Mülkiyete, paraya, teknolojiye karsi olan, ABD’ye kizip sosyalizme, komünizme sarilan insanlar çogaldi ya da bana öyle geliyor. Hatta “sol ilahiyat” gibi abuk subuk seyler türedi. Sanki ALLAH’in ilmini (haşa) çözdüler, bir de eksik yönlerini Marx ile tamamlamaya kalkiyorlar!
Yazan:Mustafa Özkan Tarih: May 30, 2011 | Reply
Ben sizin gibi düşünmüyorum.Eren Erdem’in iki tane yayınlanmış kitabı vardır, size tavsiyem bunları okumanızdır.
Yazan:Eyüp AKTUĞ Tarih: May 30, 2011 | Reply
Esas sosyalizmdir ki işçiyi ve işçi sınıfını köleleştiren, ezen… Sosyalizmanın bayraktarlığını yaptığını zanneden sendikalar, bugün en zalim patronlardan daha istismarcı, daha sömürücüdür. Sendikaların siyasete karşı cephe alması gerekirken adeta siyasi partiler gibi davranmakta, türlü siyasi kumr oyunları ile işçiyi piyon olarak kullanmaktadır.
Beynini sosyalizma hastalığına kaptıranlar işçiyi ve işçi sınıfını sömürenin, halkları ezenin “din” olduğunu düşünür. Liderlerinin “Din halkın afyonudur.” düsturundan çıkmazlar. Esas kendi beyinlerinin uyuşturulduğunun farkında bile değildirler.
İşçiye en büyük hakkını İslam vermiştir. Alemlere rahmet olarak gönderilen, beşeriyetin zirve noktası, Allah’ın sevgili kulu Peygamber Efendimiz (sav)’in bir hadis-i şeriflerinde “İşçinin alın teri kurumadan hakkını veriniz.” diyerek işçinin, emekçinin hakkının teslim edilmesi hususunda ölçüyü vermiştir. Bu hadis-i şeriften bihaber olan dini bilmez sosyalistler hala kurtuluşunu “komünizm katilinin küçük kardeşi” olan sosyalizmden bekliyor…
Selam ve dua ile…
Yazan:MY Tarih: May 30, 2011 | Reply
Eren Erdem’i hiç okumadim ama sitesine bir cümle koymus:
Yani sanirim (umarim) devlet zoruyla güzellik olMAyacagini söylüyor. Ben de bunu söylüyorum. Zengin insan kendi arzusuyla verirse kiymeti var. Yoksa insanlar ALLAH’i unutmussa, kalpler kararmissa devlet zoruyla onlardan para almak ya da zorla insanlari camiye götürmek… Bunlar saçmalik. Insan’i bilmek ve saymak gerek.
Yazan:Mustafa Özkan Tarih: May 30, 2011 | Reply
Bakın işte ne kadar güzel bir şey söylüyorsunuz.Ben sıkı bir Eren Erdem takip cisi olarak şunu diyebilirim.İslam açısından iki toplum tipi vardır.İNFAK TOPLUMU ve ŞİRK TOPLUMU. Şirk;kelime anlamı olarak bir mala en az iki kişinin ortak olmasıdır.İslamda mal Allah’ın yani ‘nun halifesi olan insanlığındır. İfak;kişinin ihtiyaçtan fazlasını vermesidir.
BAKARA suresi 219. ayet) Sana uyuşturucuyu/şarabı ve kumarı sorarlar. De ki: “Bu ikisinde büyük bir günah vardır; insanlar için çıkarlar da vardır. Ama onların kötülüğü yararlarından çok daha büyüktür.” Ve sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: “Helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin.” İşte Allah, ayetleri size böyle açıklar ki, derin derin düşünebilesiniz.
Dolayısıyla İnsak=Eşitlenmedir.Buara asıl sorun insafığın neden yapılamadığıdır.Bunun bana göre iki ana sebebi var.Biri bireyselidiğeri ise toplumsaldır. Yani bir burjuva malını dağıtmaz neden çünkü egosu vardır.Ego kendisini Allah’tan dolayısıyla evrenden ve insanlıktan ayrı bir varlık olarak nitelendirmektir.Bu mal BENİMder.mesela, burjuva için BEN vardır.ayrıca burjuvazinin işçiyi ezmek için sadece madde sebeplere dayanan bir düzeni kullandığıda bana göre yanlış bir tahlildir.Burjuva işçiyide ego sahibi yaparal, düzenini ve mal varlığını meşrulaştırmaktadır.İşte buna karşı ben ZİHNİYET DEVRİMİNİ öngörürüm.İkinci ana sebep ise düzen sorunudur.Misel bugün bir burjuva olsam infak yapamam.Çünkü eğer yaparsam aç kalırım.Heleki çoluğum çocuğum varsa…
Dolayısıyla ben infak toplumunun kurulmasının zihniyet devrimine ve zihniyet devriminin üreteceği düzene yönelik bir devrime muhtaç olduğunu düşünüyorum.
Mesela devlet.Marks develt için bir unsurun bir başka unsuru ezme aracıdır diyor.Bu gayette doğrudur.Eğer bir zihniyet ve düzen devriminden bahsediyorsak, devlete yönelikte bir devrimden söz etmemiz gerekir.Devleti Burjuvanın ezme aracı olmaktan çıakrtıp sosyalist egemenlerin eline vermek devrim midir?Baan sorarsan devrim devletin statukosini ve burokratik yapısını yıkmak devleti tamamiyle halkın örgütlü biçimi konumuna çekmek gerekir.
Benim bütün bu görüşlerim Eren Erdem’in bire bir görüşleri değildir.Hatta bir çoğuyla Eren Erdem’in bir alakası yoktur ama temeli Eren Erdem’dir.Yani bizim abdestli sosyalizm gibi bir tutumumuz yoktur.Bu insanlar İslam’ın anlaşılması zihniyet devriminin başarıla bilmesi için çabalamaktadır.
Yazan:MY Tarih: May 30, 2011 | Reply
Sizin “zihniyet devrimi” dediginiz sey Islam’da “nefs tezkiyesi / terbiyesi” degil mi? Eger öyleyse neden ALLAH’in Kur’anda bu ise verdigi ismi kullanmiyor Eren Bey? Büyük Cihad, “ölmeden önce ölmek” ve Kur’an’da nefs konusunda anlatilan onca hakikat dururken neyin devrimini yapiyoruz?
Yoksa (haşa) ALLAH’in kitabini tamamlamaya, eksiklerini(!) gidermeye yeltenmiş olmuyor mu?
Bir de, Eren Erdem’in sitesinde mülkiyet ile ilgili fikirler (bana göre) hatali. Neden?
Meselâ Islâm’da cinsel ilişki yasak degil. Zina yasak. Islâm’da yasaklar hep ilişkiseldir. Maddesel degildir. Yalan, iftira, giybet yasaktir. Konusmak yasak degildir. Domuz yasak degildir Islâm’da. Domuzun etini yemek yasaktir. Meselâ gidip bütün domuzlari öldürmeye kalkisan halife midir? Islam’da para da yasak degil. Öyle olsaydi Peygamberimiz S.A.V. ticaret yapar miydi? Islâm’da yasak olan cimrilik, israf, gösteris, aç gözlülük… Yani PARA iLE KURULAN iLiSKi bozuk olabiliyor.
Bu da neden? Meselâ CiMRi. Aslinda ALLAH’a güvenmedigi için “komsusu açken” mal yigmaya devam ediyor. Gösteris meraklisi? Halkin ilgisi, övgüsü ona ALLAH’in rizasindan daha sevimli geliyor. Yani bu kimseler lafla “Müslümanim” dese de içlerinden küçük bir ses sürekli baska tanrilarin çagrilarini fisildiyor. Mesele bu. Bu noktada yani sizin bahsettiginiz şirk konusunda hemfikiriz. şirk O’nun yarattigi eşya ile sapik bir ilişki kurmaktir. Yoksa günahlari dogrudan (haşa) O’nun yarattigini iddia etme durumu olur, O’na kusur, eksiklik vs isnâd etmek de büyük şirk degil midir? (Eren Bey bu meseleyi yani günahlarin maddesel degil ilişkisel oluşunu çok iyi tahlil etmemiş gibi geldi bana)
Peki devlet buna karismali mi? Kartel, monopol gibi halki zor duruma sokacak seylerin önüne geçmek gerek. Tüketim çilginliginin, dogayi tahrip etmenin önüne geçmek gerek. ama mümkün mertebe zorlayici, yasakçi önlemlerden uzak, akilci ve insanî çareler bulmak gerekir. Yoksa PARAYA TAPAN zaten bir yolunu bulur, yasayi deler yine. Bu noktada “zihniyet devrimi” kavramini kabul ediyorum. Halkin iyiligini halka ragmen yapmak degil. Bize göre iyi olani anlatmak, teblig etmek. EGER HALK KABUL EDERSE uygulamak.
Bir de su var; ALLAH (mealen) “siz bütün suçlarin cezasini veremezsiniz” diyor. Gerçekten de dedikoduyu, cimriligi vs kanunla cezalandirmak zor. Kibirli bir bakis, biz söz ile insan Cehennem’i boylayabilir. ALLAH muhafaza. Peki siz düsünebiliyor musunuz polis gelmis birisine ceza kesiyor “kibirli yürümekten” !!!!
Yazili basinda iftira atilirsa veya bir baba çocuklarina iyi bakmazsa ceza verilebilir. Yoksa “her türlü kusuru devlet cezalandiracak” denilirse Iran’a, S. Arabistan’a döner ortalik. Makyaj yapti veya oruç tutmadi diye insanlari tutuklamaya baslarsiniz. Bu da devletin kendisini ALLAH yerine koymasidir. Bu belki sizin anlattiginiz şirklerden daha da korkunçtur.
insanlari bir arada bariş içinde yaşatmak için, iYi NiYETLE TASAVVUR EDiLMiS bir sürü ideoloji var. Bunlarin hepsi bugüne kadar sadece felaket, rezalet getirdi. Bu sebeple Müslümanlarin kaleminde/agzinda “devrim” kelimesini duymayi pek sevmiyorum. Biz ALLAHçı, Kurancı ya da Muhammedist degiliz ki. Bizler Müslümaniz. Insaniz. Iyi ile kötü arasinda seçim yapmakta özgür ve sorumluyuz. Bu özgürlük ve sorumluluk ne bir devlete ne de bir lidere transfer edilebilir. “Islâmî” etiket konsa bile bütün devrimler için geçerli bir tehlike bu transfer tehlikesi. ALLAH’in Insan’a verdigi emaneti kimse kimseye transfer edemez diye düsünüyorum.
Selametle
Yazan:Mustafa Özkan Tarih: May 31, 2011 | Reply
Müslüman kelimesinin anlamı nedir?Ben bir kelimeyi anlamlandırırken hem salt hemde tarihsel süreç içinde kazandığı anlamları bir bütün şeklinde düşnerek anlamlandırırım.Müslam;teslim olandır.Kime?Allah’a.Eğer bir toplumda bir işçi işsizlikten korkuyorsa,patronundan korkuyorsa,bir kadın kocasından korkuyorsa, bir öğrenci hocasından korkuyorsa o toplum da yaşayan insanlar müslüman değildir.Çünkü sadece Allah’a teslim olmamışdır.Bu insanların burjuva,para,sınavda alınacak not gibi korku ve ilahları vardır.Çünkü düzen bunların üzerine kuruludur. Siz parayı güç veren yaparsanız TEK KUVVET olan Allah’a şirk edersiniz.Siz kendinizi para veya farklı yollarla kuvvetli görürseniz, şirk dairesi içine girersiniz.İslamda para yasak mıdır?İslamda hiç bir madde yasak değildir.Dediğiniz gibi domuz yasak değildir onun etini yemek aysaktır yani domuzla böyle bir ilişki kurulması yasaktır.Eee domuz eti yasaksa neden domuz çiftlikleri olsun?Para yasak değil ama parayla Allah’ın kuvvetine ortak olmak yasaktır.O zaman enden burjuvaziler olsun? Eğer parayla putperst-şirkçi bir ilişki söz konusu olmazsa, yani İNFAK yapılır ve META alışverişi kâr odaklılıktan fayda-insan odaklılığa geçerse yani bir nevi kendisini bitirirse o zaman paraya neden ihtiyaç duyulsun? Kimse aç kalmıyorsa, kimse korkmuyorsa parada miladını doldurmuş olmaz mı ?
Yazan:Mustafa Akbaş Tarih: May 31, 2011 | Reply
Karl Marx ve Friedrich Engels icat ettikleri Komünist Manifestosunun insanlara bir faydasi olmamistir. Sonucta bir ölü dogumdur. Tarihin cöp tenekesini depmek gerekir.
Yazan:MY Tarih: May 31, 2011 | Reply
Hayir, Kur’an ve Sünnet bunun anlamlandirilmasini TAM, EKSiKSiZ ve KUSURSUZ olarak yapmistir. ALLAH’in sözü üzerine söz söylenmez. Müslümanligin ne oldugu tartismaya, dedikoduya, spekülasyona açik bir konu degildir.
ALLAH’tan (haşa) daha iyi bilemeyiz. Ancak imanin mertebeleri vardir. Ihlâs, Zühd, Takva… insan hayati boyunca imanini kuvvetlendirebilir, tahkim edebilir. Bunun için Kur’an’da “en iman edenler! iman edin!” denilmistir.
Önce bir hatirlatma: Proleterya ve burjuva 18ci asra ait terimler. Bunlar Islâm’in tarif ettigi siniflar degil. Proleter eliyle, kas gücüyle çalisan isçi demek. Burjuva ise bugün “beyaz yakali” dedigimiz, sermayesi ve/veya zekâsi, ilmi, sanatiyla is gören, ekonomik deger üreten demek.
Yani esnaf, tüccar, âlim, devlet memuru, muhasebeci… Bunlarin hepsi Marx’a ve çogu komüniste göre burjuvadir. Peygamber Efendimiz S.A.V. ticaret ile ugrastigi için burjuva idi. Gazâlî Hazretleri de. “Alimin mürekkebini şehidin kanina yeg” tutan bir dinin mensubu olarak zihnen çalisanlari “günahkâr” ilân edemem.
Siz yine ilişkisel hataya düştünüz. Tüccar olmak ya da para birikimi yapmis olmak günah degil Islâm’da. Bu parayi nasil kullandiginiza bakiyor ALLAH. Yoksa kasli, iri yari olmak ya da zeki olmak günah olabilirdi. Ne yapiyorsunuz ALLAH’in size bir süre için EMANET ettigi o güç ile? Zekânizla banka da soyabilirsiniz, hayir isleyen bir vakif da yönetebilirsiniz.
Balik tutan adam 15 gün mesafedeki doktora gidip karisini tedavi ettirecek, balikla mi yapacak ödemeyi? Yolda baliklar kokacak. Zaten doktorun balik istediginden de emin degil. Ne yapsin bu adam?
Yazan:enternasyonalist Tarih: May 31, 2011 | Reply
Yazının en sonuna konulan Komünist Manifestodaki alıntı ile sözde sosyalist despotik-diktatörlüklerin alakasını anlayamadım. Komünist manifestoda kendilerini devletin sahibi olarak gören bir kaç otoriter/despot bürokratın hükümetine mi sosyalizm denmiş, nedir? Ne alaka yani? Uyduruk bağlantılar kuruyorsunuz kafanızdaki önyargılarınız doğrultusunda.
Yazan:Mustafa Özkan Tarih: May 31, 2011 | Reply
Müslüman nedir?(size soruyorum)
İman,Allah’la-Kul aarsındadır.Ben burda imanı sorgulamıyorum.Ben burda imanın üreteceği davranışların üretilemeyişini sorguluyorum.
Ben bir marksist değilim.Marksın bir şeyi nasıl tarif ettiği beni bağlayan bir unsur değildir.Ben burjuvaziyi para biriktirerek halkın malını kasp eden kişi olarak değerlendiriyorum.Bu noktada Muhammed Mustafa burjuva değildir.Ticaretle uğraşmıştır.Fakat ticareti kâr odaklı değil geçimini sağlamak amaçlı yapmıştır.Size anlatmaya çalıştığım şeyde budur.HErkes kol emekçisi olamaz.BAzıları fikir emekçisidir.Ama fikri kâr için değil fayda için kuallanmakla fikir emekçisi olur.
Bakın.Size bahsettiğim şey bir sürecin hemen hemen son halkasıdır.Bana söyleyin şimdi Tasavvuf kültüründeki tekkelerde kimse açmıdır?Kimse kimseden korkmaktamıdır?Kimse kimseden (ilmi ve iş bölümü haricinde)üstünmüdür?Peki o tekkelerde para dolaşımına ihtiyaç var mıdır?Eğer ortada kâr amacı güden bir zihniyet ve düzen kalmamışsa parada silinir.Yasaklanır demiyorum silinir.
Yazan:MY Tarih: May 31, 2011 | Reply
Mustafa Bey,
Kaçak güresiyorsunuz. Amaciniz cidal ise hiç vaktim yok, inanin bana. Eren Bey sandiginiz kadar kuvvetli degil.
Kelimelerin anlamlarini kafanize göre degistirirseniz konusmamiz imkansizlasir. Lütfen özellikle Islâmî terimleri hosunuza gittigi gibi tarif etmeyin. Bir az ara verelim. Siz Weber ve Simmel’den Para’nin sosyolojik ve psikolojik boyutunu ögrenin gelin. Bir de zahmet olmazsa makro ve mikro ekonomi okumalari yapin.
Saygilar
Yazan:Talip Tarih: Haz 1, 2011 | Reply
Haklisiniz, Marx ve Engels sizden daha iyi mi bilecekler? MY’nin yaptigi da is yani. Kusura bakmayin, ben söylerim, bir daha size danisirlar, ölü dogmus bloglar mezarligindaki adresinizi ögrendik nasilsa 🙂