Aşk Vakti
By Suzan Nur Basarslan on Haz 9, 2011 in Aşk, edebiyat, İnsan, Öykü, Sanat
Yıllar ve yıllar önce, bundan hayli zaman önce ve zamanların birinde, bir şehir varmış. Adı Çok Kapılı Şehir olan şehrin çok kapısı varmış; her biri kendi görevini eda eden. Şehrin ileri gelenleri ayrı kapıdan, askerleri ayrı kapıdan, ahalisi ayrı kapıdan, alimleri ayrı kapıdan, misafiri ayrı kapıdan, her bir meslek grubu ayrı ayrı kapılardan girer ve çıkarlarmış. Şehir bu ya, şehrin bir de kimsenin bilmediği, bilenin unuttuğu, iki kişinin kullandığı bir kapısı daha varmış. Sırra Kadem Kapısı. Orayı bir tek şehrin güzeller güzeli on yedisine yeni adım atmış prensesi ve şehrin her sırrının aslını bilen Şifacı’sı kullanırmış. Prenses elbiselerini değiştirip köylü kıyafetleri giyerek süzülürmüş o kapıdan dışarı, şehri Tek Kapılı Şehir’le birleştiren ormanda gezer, akşam etmeden sessizce yine Sırra Kadem Kapısından içeri süzülürmüş. Kimsenin bilmediğini sadece prensesle Şifacı bilirmiş. Aralarındaki anlaşma sözlere dökülmese de, gözlerle imzalanmış, sır ikisinin gözlerinde mühürlü kalmışmış.
Şehri diğer şehre bağlayan ormanda gezerken prenses, köylü kıyafetleriyle, ormanda bir avcıya denk gelmiş, avcının elinde ok ile yay, karşısında dereden suyunu içen ceylana hedeflenmiş.
Dayanamamış prenses, “Yapma!” demiş aceleyle, kayıvermiş elinden oku avcının ve vurulmuş ceylan kaçmaya fırsat bulamadan tam yüreğinden. Yaralı ceylanın gözlerindeki perde, kapatmaktan çok açmaya yakın bellediği, açılsa da son bir ümitle, kapanıvermiş ardından. Yapma, sesinden irkilen avcı ise dönüvermiş merakla sesin geldiği yöne. Döner dönmez de prensesin gözlerine takılı kalmış gözleri, gökyüzünü ışıtan dolunay gibi parlıyormuş karşısında büyü gibi dikilen gözlerin sahibi. Prenses de ayıramamış gözlerini avcıdan, avcının ellerine takılıvermiş gözleri, bembeyaz, bir sanatçıya yarışan biçimli ellere bakmış şaşkın, bu ellerde iğreti duruyormuş ok ile yay. Sonra avcıya yönelmiş gözleri, orada takılı kalmış uzun uzun, söz sır olup saklanmış yüreğinin derinliklerine. Yüreğinin yerini hatırlayıp da diyememiş iki kelam.
Sonra bir yağmur başlamış inceden ve düşüvermiş ceylanın kanlı kalbinin tam ortasına, düşüvermiş avcının ok ve yay tutan elinin işaret parmağına, düşüvermiş prensesin sağ kaşının tam üzerinde olan beninin ortasına, uyanıvermişler aynı anda, aynı kelamla.
“Kimsiniz siz?”
Kelamı yine sükut takip etmiş, sonra söz hakkı prensese geçmiş.
“Vurmamalısınız.” demiş.
“Vurmayacağım bir daha.” demiş avcı. Ok ile yayını kırıvermiş orada.
“Gitmeliyim.” demiş prenses artan yağmur tanelerine bakarak.
“Kalın biraz daha, lüften. Gitmeyin hemen.”demiş avcı.
Prenses gitmek için geri döndüğünde avcı aceleyle seslenmiş arkasından:
“Yarın öyleyse, yarın.”
Prenses geri bakarak sormuş, “Yarın hangi vakitte?”
“Aşk vaktinde” demiş avcı. “Aşk vaktinde.”
O gece iki yüreğe de dar gelmiş şehir, uyku şehri esir ederken onları özgür kılmış, yorgunluktan gözleri kapanırken iki aşığın, uyku sonunda ikisini de mağlup etmiş. Uyuyup da bir tereddütle beklerken bedenleri, bir şey uyandırmış ikisini, pencereden güneş arz-ı endam ederken üzerlerine, anlamışlar ki vakit, aşkın vaktidir… Aşk vaktidir. Koşarak ormana giderken ayakları, vakit geç olur korkusu yaşıyormuş aceleci ruhları, sanki bir şeyleri kaçırıyorlarmış gibi soluk soluğa varmışlar derenin kenarına. İlk avcı gelmiş buluşma noktasına, görememiş aşkı olması gereken yerde.
Oturuvermiş olduğu yere, nefes alamamış bir vakit, vakitsiz kalmış nefesi, nefessiz kalmış vakti, geçmemiş. Gelmeyecek diye ıstırapla başını eğdiğinde bir çıtırtı duymuş, sesin geldiği yöne baktığında aşkı karşısında bulmuş.
“Geldin!”demiş heyecanla.
“Buradasın.”demiş prenses sevinçle.
Günler günleri kovalarken ve iki gence evlilik için devamlı birileri söylenip o birileri kabul edilmeyen diğerlerine katıldığı zamanlar yaşanırken, Çok Kapılı Şehir’le Tek Kapılı Şehir arasında bir anlaşmazlık baş göstermiş. Çok Kapılı Şehir silahlanırken alevler saçarak, Tek Kapılı Şehir’in kralı bir mesaj iletmiş diğer krala:
“Evlendirirsek çocuklarımızı, iki şehir eskisi gibi kardeş olarak yaşar hatta kan bağı ikimizi de güçlü kılar.”diye.
Mantıklı bulmuş Çok Kapılı Şehir’in kralı bu teklifi. Kabul ettiğini bildiren bir mektup yollamış diğer krala, gelin demiş, bir hafta sonra.
Haber ulaştığında prensesin kulaklarına kabul etmem nidalarıyla sarayı çınlatmış, ağlamış, sinirlenmiş, küsmüş ama babasını ikna edememiş.
Sevgiliyle buluştuğunda dere kenarında, sevgilisinin de bir derdinin olduğunu fark etmiş. Konuşmuşlar uzun uzadıya. İkisi de gerçekleri anlatmadıklarından en başta diyememişler evlenmek istemiyorum ama zorundayım diye, biri ben Çok Kapılı Şehir’in Prensesi’yim diyememiş, diğeri Tek Kapılı Şehir’in Prensi’yim diyememiş. Söylememişler gerçeği ama yemin üzere yemin vermişler birbirlerine, evlenmektense ölmeyi, sensiz yaşamaktansa yaşamamayı tercih ederim, diye. Sözü avcı köylü güzeline; köylü güzeli de avcıya vermiş; söz, söz üzere. Ayrılmışlar onca sözün ağırlığıyla birbirlerinden, üç gün sonra buluşup yabancı bir şehre birlikte kaçmak üzere.
Ertesi gün prenses Tek Kapılı Şehir’in prensinin geldiğini öğrendiğinde, prensin kendisini Gül Bahçesi’nde beklediğini duyduğunda dünyası başına yıkılmış. Gitse sevdiğine ihanet, gitmese şehrine. Koca bir şehri aşkı için ateşlere atmak… Kendi aşkında alevler içinde kavrulmak… Yürüyüvermiş Gül Bahçesi’ne. En azından gider, gerçeği söyler ve aman dilenirim diye düşünmüş prensten.
Prenses, Gül Bahçesi’nin Kuzey Kapısı’ndan içeri süzülmüş, sessiz.
Prens, Gül Bahçesi’nin Güney Kapısı’ndan içeri girmiş, ümitsiz.
Ortaya geldiklerinde kalkmamış başlar yukarı.
Prenses, “Lütfen anlayış gösterin, sevdiğim biri var, bağışlayın beni.”deyivermiş pat diye. Ses tanıdık gelmiş Prens’e. Başını kaldırdığında aşkını görmüş karşısında, ama ormanda köylü kıyafetleriyle aşık olduğu cananının ne işi varmış ki burada?
Ses çıkmayınca başını kaldırmış Prenses. Aşkını görmüş karşısında, ama ormanda avcı kıyafetleriyle görüp aşık olduğu canının ne işi olabilirmiş ki burada?
Gerçekler süzülürken Gül Bahçesi’nin dört bir yanından sevenlerin yüreğine, dikenleri batmaya başlamış güllerin ellerine.
Avcı değildi, köylü değildi, görüşmeyecekti, görüşürse ölecekti, kaçacaktı…
Sözler batmaya başlamıştı yüreğin duvarlarına. Yağmur başlamıştı sessizce. İlk damla kırmızı bir gülün en üst dalının son yaprağının ucuna düşmüştü, ucundan da yere. İkinci damla prensesin sol gözünün sağ tarafına düşmüştü, oradan da yanağına, üçüncü damla prensin dudağına düşmüştü, dudağından içine doğru.
İlk söz, son sözdü, “Neden?”
Arada, telaşla anlatılan öykü devam ederken son hızla, yağmur diner gibi olmuştu bir an için, öykünün sonunda, yaşanılan öykünün yalan olduğu ortaya çıkınca yeniden hızlanmıştı yağmur hem de bardaktan boşanırcasına, tozu dumana katarak, tozu çamura dönüştürerek, damlaları toprağa yedirerek…
Kelimeler tükendiğinde aşk imtihanını veremeyen prensle prenses, tam da aradıklarını bulduklarına inandıklarında, avcı-köylü ya da prens-prenses… her halükârda alın yazılarının birbirlerine yazıldığını anladıklarında, avcıyla köylünün aşkı, savaşı kazanmış.
Ve “Neden?” demiş her ikisine, “Neden?”
Cevapsız kalmıştı aşkın aşıklara sorusu. İhanete açık değildi aşk, yalana açık değildi, verilen sözlerin tutulmamasına açık değildi.
Kaybeden prensle prensesin aşkı oluvermişti bir anda. Aşk, yağmur sularından toprağa karışırken ihanetle bellenen toprakta bir filiz büyümüştü güvensizlik üzere gübrelenen.
Başını eğip uzaklaşırken Prens Batı, Prenses Doğu kapısından çıkmıştı, Doğu kapısından çıkanın içinde bir ümit vardı belki diye de Batı Kapısı’ndan çıkanda sadece ihanetin suçluluğu kalmıştı. Evlilik iptal edilirken sebepsiz, iki şehir arasındaki savaş da bitivermişti. Krallar çocuklarının derdine düşüvermişti bir anda. Birdenbire içine kapanıp da aşk sınavını veremeyerek dünyadan uzaklaşan çocuklarının derdine.
Zaman… Prensesi yataklara…
Zaman… Prensi uzaklara… atıvermişti.
Zaman… Zamanı dert edivermişti…
Zamanlar kovaladıkça birbirini, hastalık, divanelik… unutulur sanılıp da yanılınca insanlar, hekimler, hekimbaşılar… Şifacı’ya iki mektup geldi biri bir kraldan, biri diğer kraldan. Şifacı bilmesine biliyordu da gerçekleri, aşkına ihanet eden aşıkın ihanet ettiği aşkla yüzleşmesinin ilacını bilmiyordu henüz. Sırra Kadem Kapısı’na giderek kapının üzerindeki yazılara göz gezdirdi. Sonra geri döndü üzgün, zorladı prensle prensesi, evlendirdi bin bir güçlükle, mutlu olmaları için tütsü üzere tütsü yaktı, dua üzere dua etti, adak üzerine adak adadı, büyü üzerine büyü yaptı. Belki avcıyla köylünün aşkını kurtarabilirim diye, ancak prensle prenses bir daha kavuşamadı onların aşkına.
Aşkın, ihanet sınırı yoktu çünkü, aşkın yalan sınırı yoktu, aşkın güvensizlik sınırı yoktu, bir ya da fazla, tek ya da çok. Bu kapıdan bir kez girince, bu şehirde sayı yoktu…
Kapının üzerinde yazanları söyledi sonunda prensle prensese:
Bu kapıdan bir kez girilir Ey Aşık.