İşgal mi ediliyoruz ne?
By Emre Paksoy on Haz 13, 2011 in Beyin Yıkama, Irkçılık, Psikolojik harp, Türk Basını, Ulus-Devlet
Bir zamanlar “dört bir yanı düşmanlarla çevrili” bir ülke olduğumuzu hatırlarsınız… Yunanlılar bizimi azılı düşmanımızdı… Araplar ise bizi “arkadan vurmuştu”… Kuzeyde Rusya ise “sıcak denizlere inmek için komünizmi ülkemize sokmaya” çalışıyordu… Kısacası “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok”tu… Şimdi bakıyoruz ki bu korkuların birçoğu vehimlerden öteye gitmedi…
Daha önce gördüğüm ancak şu an internette bulamadığım bir resimde Türkiye sınırları bir taraftan bir akrep, bir taraftan sırtlan, diğer bir taraftan ise yılanla kuşatılmıştı. Hepsi aynı anda Türkiye’ye saldırmak için dört gözle bekliyorlardı… Bu resme göre, Avrupa ile Asya arasında köprü görevi gören, JEOPOLİTİK yönden çok önemli bir bölgede bulunan topraklarımız “düşmanlarımızın” ağzını sulandırıyordu… İşte bu jeopolitik kavramı bizim korkularımızın ve dünya ile ilişkilerimizin şekillenmesinde önemli bir olgu oldu. “Jeopolitik konumumuz” korkularımızı, korkularımız ise kimliğimizi şekillendirmesini sağladı. Jeopolitik kaynaklı bu kimlik ise şu an ki sorunlu ulus-devlet yapımızın önemli bir öğesini teşkil ediyor.
Jeopolitik-kimlik-korku ekseninde gelişen bu olgu Benedict Anderson’un Türkçe’ye “hayali cemaatler” olarak çevrilen “imagined community” kavramını akla getiriyor. Anderson’a göre ulus kavramı doğal bir süreçten ziyade “özel bir yapımın” ürünü… Neticesinde meydana gelen “uluslar” ise hayali (imagined)…
Ancak bu noktada şunu belirtmekte fayda var: Anderson’un tezinde hayali olan kimlik değil cemaat… Bir aidiyet duygusu olan cemaat kimliğin meydana getirilmesinde bir temel unsur… Yani meydana gelen/getirilen cemaat/ulus kimliği meydana getiren bir öğe görevi görmekte…
Diğer taraftan Anderson’un “hayalî cemaatler”i ‘modernist teoriler’ kategorisinde kabul edilir. Bu teorilere göre ise cemaat/ulus modernitenin gerektirdiği bir sürece aittir ve toplumsal iletişimin bir ürünüdür.
İşte bu toplumsal iletişimin sağlanmasında en basit ancak en tehlikeli yöntem ise “düşman yaratma”dır. Kimliğin oluşması, insanların birlikteliği ve kitlelerin harekete geçirilmesi diğer insanlardan farklı olmaktan da öte onlara karşı düşmanlık tohumlarının ekilmesi ile, ne yazık ki, daha da kolaylaşır.
Anderson’un fikirlerinin teoriden öteye geçemeyeceğini iddia edebiliriz. Hatta ulus ve milliyetçilik kavramına getirdiği açıklamalar Geertz Clifford, Harold Isaacs, John Armstrong gibi antropologlar tarafından da yoğun bir eleştiriye tabi tutulur. Ancak burada dikkat çeken nokta bireyleri bir araya getiren “hayali” olguların ne kadar yapıcı/olumlu ya da yıkıcı/olumsuz olabileceği… Eğer bu “hayali” olan aidiyet duyguları korku, düşman yaratma ve hatta şiddet temelinde bina edilirse bir kimlik inşa edilmiş olabilir. Ancak bunun sağlıklı bir kimlik olmayacağı ortada…
Aynı zamanda toplumsal psikoloji de bunu teyit eder… Eric Hoffer “Kesin İnançlılar” isimli eserinde şöyle der:
“Kitle hareketleri… ortada nefretleri üzerine çekecek bir düşman olmadan asla genişleyemezler. Bir kitle hareketinin gücü, seçmiş olduğu düşmanın canlılığı ile doğru orantılıdır. Yahudilerin imha edilmesini arzu edip etmediği sorulduğu zaman Hitler şöyle cevap vermişti: ‘Hayır… İmha edersek onları yeniden yaratmamız gerekecektir. Sadece ismen değil, cismen mevcut bir düşmanımızın bulunması esastır.'”
Yine aynı eserin başka bir kısmında ise şöyle der:
“Genellikle bir şeyi sevdiğimiz zaman, o şeyi bizimle beraber sevecek taraftar aramayız; aksine sevdiğimiz şeyi seveni rakip taraftar olarak görürüz. Fakat bir şeyden nefret ettiğimiz zaman, aynı şeyde nefret eden tarafları daima ararız.”
Bu “hayali” olguların meydana getirilmesi ve kimliğin inşa edilmesi konusunda akla gele kavram ise toplumsal endoktrinasyon… Bu konu da başvurduğum isim ise “Endoktirinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği” isimli kitabın yazarı Serdar Kaya. Kaya bu eserinin arka kapağında Frank Herbert’in şu ifadelerine yer verir:
“Çoğu medeniyet korkaklık üzerine kurulmuştur. Korkak olmayı öğreterek medenileştirmek epey kolaydır. Cesaret standardını düşürürsün. İstekleri sınırlarsın…”
Serdar Kaya’ya göre ulus-devlet inşasında toplumun “ulus” haline getirilmesinde bazı öğretilerin beyinlerine yerleştirilmesi gerekir. Bu öğretileri “kazanan” bireyler çevrelerini, dünyayı sadece ve sadece bu öğretiler ile okumaya çalışırlar:
“… Hayatı büyük bir çembere, hayatın içerisindeki farklı fakülteleri (ve onların içerisindeki alt fakülteleri) de büyük çemberin içindeki daha küçük çemberlere benzetmek suretiyle bu durumu açıklamaya çalışmak mümkün. Zira, insan yapısı gereği içinde bulunduğu küçük çembere odaklanarak kendi kişisel gündemini hayatın sayısız küçük fakültelerinden sadece biri ekseninde oluşturma eğilimi de oluyor. Bunun doğal bir sonucu olarak da, bütün o alt birimleri kuşatan çemberleri de, en büyük çember konumunda olan hayatı da, içinde bulunduğu küçük dünyanın sübjektif yargılarıyla anlamdırmaya başladığının farkına varmıyor. Bir başka deyişle, kişi sadece kendisini küçük bir dünyaya hapsetmekle kalmayıp yaşadığı perspektif sorunu nedeniyle kendi küçük dünyası dışındaki (küçük ve büyük) dünyaları göreceli olarak uzak görmeye (ya da hiç görmemeye) başlıyor. Dahası, hayatın kendisini de içerisinde yaşadığı kapsül ile aynı şey olarak algıladığı için, kendisini inşa eden (ve aynı zamanda kendisinin de karşılıklı olarak inşa ettiği) küçük bir parçadan hareketle bütünü tarife kalkışıyor.”
İşte kendi “kapsül”ünden dünyayı bu şekilde okumaya çalışan birisi dünyayı sadece Türkiye’den ibaret olarak görmeye, farklı milletten birisini “gâvur” ve düşman olarak algılamaya, iktidara gelenlerin ise her daim “Amerikan uşağı” olduğunu düşünmeye başlar.
…
Bu hazin durumun önemli bir müsebbibi ise haber vermekten ziyade toplum mühendisliğinin tezgâhı işlevi gören ve zamanı geldiğinde savaş kışkırtıcılığı yapan basın-yayın organları…
Konuyu birbirini tamamlayan ve her daim bizim “korkulu” rüyamız olan örneklerle kapatabiliriz…
İşte Derin Düşünce’de “Türk basını Hukuk’un Üstündedir(2): Savaş çıkarabilir!” başlığı ile Ayla Chignardet’in de paylaştığı Hürriyet gazetesinin Yunanistan ile aramızda yaşanan Kardak Krizi ile ilgili bir manşeti:
Hatırlarsanız Yunanistan ile aramızda Kardak kayalıklarının egemenliği ile ilgili kriz çıktığı zaman birkaç “kahraman” gazetecimiz kayalıkların Türkiye’ye ait olduğunu kanıtlamak için Türk bayrağını dikmişlerdi.
İki ülke arasında savaşın eşiğine gelinen bir durumda bir gazeteci ekibinin adaya çıkarak bayrak dikmesi duygularımızı okşayabilir… Ancak gerçekte bu eylem savaş kışkırtıcılığı ve sorumsuzluk örneğidir… Ama bunun sadece sorumsuzluk örneği değil, aynı zamanda toplum mühendisliğinin bir parçası da olabileceğini yıllar sonra ortaya çıkan Oraj Hava Harekat Planı bize gösterdi. Bilindiği üzere, bu darbe planına göre kendi savaş uçaklarımız Ege Denizi’nde düşürülerek Türkiye ile Yunanistan arasında kriz çıkarılması planlanıyordu.
Bu konuyla ilgili bir diğer güzel örnek ise Mehmet YILMAZ’ın Hürriyet’in Kardak manşetinin devamında yorum olarak eklediği Ayşe Hür’ün Taraf Gazetesi’nde yayınlanan “Hürriyet formülü: Huzuru boz, tiraj al“ isimli köşe yazısından:
Kıbrıs Meselesi’nin Hürriyet tarihindeki yeri başkadır. Aslında Hürriyet‘te Kıbrıs’la ilgili ilk yazı, 13 Ağustos 1948 tarihinde çıkar. “Kıbrıs Ne Alemde?” başlıklı yazıda Hürriyet’in Türkiye dışında yaşayan Türklerle yakından ilgilendiği belirtilerek bu bağlamda bundan böyle “Yetmiş yıldan beri anavatandan ayrı olan” Kıbrıs Türkleri’yle ilgilenileceği müjdelenir. Öyle ki, o sırada yurt dışına kaçmış olan Nazım Hikmet hakkında, “vatan haini kızıl şair”, “kızılların uşağı” gibi başlıklarla onlarca haber yapan Hürriyet, Nazım Hikmet hakkındaki tek olumlu haberini “Nazım Hikmet’in Kıbrıslılara Öğüdü” başlıklı haberle yapar. Habere göre “halkı İngiltere aleyhinde ayaklandırmaya teşvik eden Moskova’ya kaçan Nazım Hikmet Kıbrıs’taki Türk ve Rum halkına bir mektup göndermiştir.” Bu mektupta ‘Kıbrıslı Rum ve Türk Kardeşlerim! Aynı güzel adanın insanlarıyız. Adaları İngiliz boyunduruğundan kurtarmak için çalışınız! Hepiniz elele vererek Kıbrıs’ın sulh ve hürriyete kavuşması uğrunda mücadele ediniz” denmektedir.
Hürriyet’in büyük katkısı
Hürriyet‘in Kıbrıs’a ilgisinin dozu giderek artar ve Sedat Simavi, 30 Ocak 1950 günü TBMM’de yaptığı konuşmada “Türkiye’nin Kıbrıs meselesi diye bir meselesi yoktur” diyen Fuad Köprülü hakkında her biri diğerinden sert sekiz makale kaleme alır. 9 Haziran 1953 tarihli “Bundan Sonra” başlıklı yazısında Başbakan Menderes’in Londra’ya Türk pilotunun idare ettiği özel bir Türk uçağıyla değil, Dışişleri Bakanlığı’nın bir hatasından dolayı yabancı bir uçakla gittiğini söyleyerek bugünkü deyimle ‘monşerler’e çıkışır. 26 Haziran 1953 tarihli “Oldu da Bitti Maşallah” başlıklı yazısında, 1952 yılında Yunanistan Başbakanı Papagos’un Türkiye’yi ziyaretinin “yeni bir şey getirmediğini” ileri sürer. Burada bir parantez açalım: Halbuki ertesi yıl çıkarılacak olan ve halk arasında “Mareşal Papagos Kanunu” diye bilinen kanun ile dernek, vakıf ve okul gibi kurumlarda ‘Türk’ ibaresinin kullanılması, Batı Trakyalı öğretmenlerin Türkiye’de mesleki kurs görmeleri ve Batı Trakyalı öğrencilerin Türkiye’deki öğretmen okullarında parasız yatılı okutularak “formasyonlu öğretmenler” olarak yetiştirilmeleri mümkün olacaktır. Hürriyet’in büyük katkısıyla iki ülke arasındaki ilişkiler bozuldukça bu haklar birer birer geri alınacaktır. Parantezi kapatıp devam edelim.
“Kıbrıs’ın Türklüğü ve on iki adamız”
Sedat Simavi, 27 Haziran 1953 tarihli “İllallah” başlıklı yazısında ise bir adım daha atar ve “Fransa’nın yarım asırdır bizi hasta adam olarak nitelendirdiğini, bizimle alay ettiğini, şimdi ise Türk-Fransız dostluğundan bahseden Köprülü’nün milletçe o günleri unuttuğumuzu zannettiğini” söyleyerek ‘milli hassasiyetleri’ biraz daha kaşır. 28 Haziran 1953 tarihli “Köprülü’nün Hariciyesi” başlıklı makalesinde ise Dışişleri’ndeki aksaklıklardan bahsederek “Yeniçerilere yapıldığı gibi bizim dışişlerinin köküne kibrit suyu dökelim” der. Yani bugün Ertuğrul Özkök’ün, Başbakan Erdoğan’ı iğnelemek için kullandığı terimle söylersek, Hürriyet gazetesi o günlerde ‘monşerler’ hakkında pek iyi şeyler düşünmemektedir!
Bu ve benzeri birkaç makalede kendisine hakaret edildiğini düşünen Fuad Köprülü, Sedat Simavi’yi mahkemeye verir. Davalar sonuçlanmadan Sedat Simavi, 11 Aralık 1953 tarihinde vefat eder. 12 Aralık tarihli Hürriyet gazetesi, “Vasiyet” başlığı altında Sedat Simavi’nin 22 Mayıs 1953 tarihli başyazısına dikkat çeker. Yazıda “Ben On iki adamızın ve Kıbrıs’ın Türklüğü’nü iddia etmekten asla vazgeçmem (…) Bu dava, benim çocuklarıma bırakacağım en kıymetli mirasımdır” yazmaktadır. Hürriyet bu tarihten itibaren Kıbrıs ve Oniki Adalar meselesini hiç gündemden düşürmez.
Gazete Kıbrıs davasını, Sedat Simavi’nin yakın arkadaşı, Hürriyet gazetesinin yazarı Avukat Hikmet Bil vasıtasıyla örgütler. Milli Türk Talebe Birliği adlı muhafazakâr-sağcı öğrenci örgütünün bünyesinde, 30 Ağustos 1954 günü Hürriyet gazetesinin öncülüğünde yapılan bir toplantıda doğan Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin (KTC) Başkanı Hikmet Bil, İkinci Başkanı o günlerde Yeni Sabah gazetesinde çalışan Orhan Birgit’dir. (Bugün Cumhuriyet yazarı olan Orhan Birgit daha sonra CHP Genel Sekreterliği yapacaktır.) Cemiyet üyeleri arasında Vatan‘ın başyazarı Ahmet Emin Yalman, Son Posta yazarı Selim Ragıp Emeç ve 1950′li yıllarda Türk Haberler Ajansı ile Dünya ve Cumhuriyet gazetelerinin yöneticisi olarak görev yapan Ali İhsan Göğüş gibi başka gazeteciler de vardır ama en ateşli, en kışkırtıcı yazıları Hürriyet yazarı Hikmet Bil yazar. 6-7 Eylül 1955 günü yaşanacak yüz kızartıcı olayların fitilini ateşleyen Selanik’te Ata’nın evine bomba kondu’ haberinin servisini Anadolu Ajansı Atina Muhabiri Cemile Sara Korle yaparken, haberi baskı sayısını 280 bine çıkararak halka servis yapanlar da İstanbul Ekspres gazetesinin yazıişleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu’dur. Yıllar sonra olayların esas örgütleyicisinin bugünün Özel Harp Dairesi’nin (ÖHD) atası olan Seferberlik Tetkik Kurulu’nun (STK) olduğunu, bizzat bir dönem ÖHD Başkanlığı yapmış olan Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu ifşa edecektir. Kısacası, Hürriyet gazetesi ve izleyicileri, ‘derin devletin’ örgütlediği bu büyük suçun azmettiricisi olarak ellerinden geleni yapmıştır.”
Tüm bunları, Ayşe HÜR’ün söylediği üzere, tiraj endişesine bağlamak bence eksik kalır… Asıl maksat toplum mühendisliğinin “amiral gemisi”nin görevini eksiksiz bir şekilde yerine getirebilmesi… “411 elin kaosa kalktığını” söyleyen, Ergenekon konusunda üç maymunları oynayan, 28 Şubat’ta darbe şakşakçıları ile göbek atan bir gazetenin geçmişte de aynı rolü oynaması hiç şaşırılacak bir durum olmasa gerek…
…
Lafın kısası, toplumsal endoktirinasyonun bir neticesi olarak, kimliğimiz ve toprağımız üzerinden ağır bir travma yaşıyoruz… Bayrak diken gazeteciler, 6-7 Eylül’de evleri ve dükkânları yağmalayanlar da bu travmanın en net tezahürlerinden…
Osmanlı’nın Batı karşısında gerilemesi bu travmanın başlangıcı sayılabilir… Sonrasında bir imparatorluktan geriye sadece Anadolu’nun elimizde kalması… Ardından Anadolu’da kurulan yeni devletin bağımsızlık ve “muasır medeniyetler” seviyesine ulaşma ideali ile demokrasi ve özgürlükler arasında ikilemde kalması… Her farklı sesin, her farklı düşüncenin ülkeyi “yıkacağı”, “böleceği” endişesi… Tüm bunların arka planında aslında işgal edilme, elde kalan son toprakların da kaybedilmesi korkusu olmasın?…
Toplumsal endoktirinasyon konusunda sabıkası kabarık mezkur gazetenin manşetinde “Türkiye Türklerindir” denmesinin sebebi hikmeti de bu bilinçaltının ve korkunun tezahürü olamaz mı?…
Belki de topraklarımız değil de zihinlerimiz işgal edilmiştir…
Kim bilir?..
… Bu konu ilginizi çekiyorsa…
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
1 Yorum
Yazan:MY Tarih: Haz 13, 2011 | Reply
Serdar Kaya o kitabi yazmasaydi bu o konularda bilgi toplamak bizim boynumuzun borcu olurdu, madem ki yazilmis, bu kitabi okutmak, azami dikkat çekmek bizim için bir borçtur, sen de bunu çok güzel yapmissin…
Ergenekon çetesini, Türkçü, Kürtçü terör hareketlerini “bizim” disimizda tasavvur etmek büyük hata olur. Sanirim bu hataya hepimiz düsüyoruz. Bu yaziyi okurken aklimdan geçenler bunlar oldu.
Bir benzetme yapacak olursam… Bazen gazetede okuruz, “adam karisini hastahanelik etti” diye. Vayyy ne cani adam! Oysa bu iki insanin belediyede “evet” dedikleri günden kadinin hastahanelik edildigi güne kadar neler olup bitmistir? Kafalarinin içinden neler geçmis ve geçiyordur?
Türkiye’de insanlarin zihnine korku hakim olmasi öyle korkunç bir sey ki. Bu durum gerçeklesti mi arkasi geliyor. Devlet terörü, PKK terörü, bunlara karsi sinen, sessiz kalan çogunluk… Bunlarin hepsi birer “sendrom”. Hastalik baska yerde. Birbirimize güvenMEmekten, korkmaktan kaynaklanan, cahillik ve düsünMEmekten kaynaklanan bir zemin olusuyor.
Bu “fasist/ergenekoncu” zeminde ister istemez kötü birseyler olacak. Zemin müsait. Propagandaya, beyin yikamaya, kiskirtmaya, kan dökmeye ve susmaya, susTURmaya müsait.
Fakat bir noktaya dikkat etmek gerek, terörü, ergenekonu mümkün kilan kosullar MUTLAK SEBEP olamaz. Yani sebeplerin sonuçlari MUTLAK OLARAK BARINDIRDIGI vehmine kapilMAdan düsünmek gerek. Aksi takdirde çözüm olmaz. Zaten böyle olsaydi Ergenekon davasi açilamazdi. Kenan Evren ASLA yargilanamazdi.
Su 100 °C’de kaynar. Atilan tas yere düser. Ama korku içinde yasayan bir toplum sindirilmeyi kabul etmek ile özgürlük talep etmek gibi seçeneklere her zaman sahiptir. insan özgürdür.
Gazâlî Hazretleri’nin illiyet konusunda (sebep-sonuç) söyledigi güzel bir sözle bitirmek isterim:
“Pamugu yakan atesin kudreti olsaydi su atesi söndürmezdi”
insanlar da tabiattaki ESYA’nin tabi oldugu illiyetin perdesini yirtip HÜR olduklarini idrak etmelidir. Türkiye’nin insanlarinin bir çok yerinde neredeyse %90’a varan bir oranda oy kullanmasi, AKP’nin %50’lik zaferi de bu ilkenin ispatidir.
Tebrikler ve tesekkürler bu güzel yazi için