İslam’da Reform
By Ekrem Senai on Tem 18, 2011 in Akıl, Hamza Yusuf
Bu yazı, Hamza Yusuf’un 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı konuşmanın tercümesidir. Konferansın videosuna ve transkriptine rethinkingislamicreform.co.uk adresinden ulaşılabilir.
Değinmem gereken tüm konulara temas etmeye gayret edeceğim fakat bundan önce bu problemi İslam geleneği ve İslam inancı perspektifinden değerlendirirken; birbirinden farklı İslami arka plana sahip ve içlerinde batılıların da bulunduğu geniş bir gruba hitap etmenin zorluğundan bahsetmek istiyorum. Bilimde, ‘tamamlayıcı olmayan paradigmalar’ denilen bir olgu vardır. Mesela Newton fiziğinin bir dünya görüşü vardır ve bir seviyeye kadar iş görür. Fakat Newton Fiziğini Kuantum Mekaniğine uygulamaya kalktığınızda çalışmaz; çok farklı şeylerden bahseden bir sisteminiz vardır ve tanımlanması için farklı bir dile; mantık kurabilmek için farklı bir teorik temele ihtiyaç duyar. Birçok yönden, sanayileşme sonrası, post-modern Batı Liberalizmi Kuantum Mekaniği gibidir ve İslami gelenek ise Newton Mekaniği gibidir. Bu ikisi konuşmaya kalkıştığında, tamamen farklı dillerden konuşur ve bu durum anlaşmalarının önünde büyük bir engeldir.
Size bir örnek vereyim: İslami geleneğin temel inançlarından biri, insanın fiillerinin metafiziksel etkisinin bulunmasıdır. Yani yaptıklarımıza dünya karşılık verir, dolayısıyla doğal afetlerin tek sebebinin tektonik katman kaymaları olduğu düşünülmez, insan davranışlarıyla, dünyada olan-bitenlerle bir ilgi kurulur. Birçok insan için, özellikle birçok batılı için, bu düşünce geçmişte kalmış, modası geçmiş batıl bir düşüncedir. Batılı insanın bu şekilde düşünmesi çok güçtür. Fakat şunu da söylemek gerekir ki bu düşüncenin getirdiği problemler de vardır. Bu anlayış bazı müslümanların, işaret parmağını insanlara yöneltip “işte bunlar yüzünden oldu! Siz kötü insanlarsınız ve bu yüzden Allah sizi cezalandırıyor!” demelerine sebep olabilir. Halbuki İslam buna izin vermez. Çünkü bir insanın kendisini Allah yerine koyup kibirlenmesi haddi değildir ve bu üzerinde durulması gereken çok önemli bir noktadır.
Batılı insanın anlamakta zorlandığı bir başka konu İslam’ın kutsal metinlerinin bin dörtyüz yıllık olması ve modern düzenlemeler dururken bin dörtyüz yıllık bir metnin nasıl olup da uygulanabildiğidir. Bu durum birçok insan için anlaşılmazdır. Bir örnek vereyim: ABD’de, iki yüz yıllık (aslında iki yüz yıldan da eskidir) Anayasa diye bir metnimiz var. Bu bizim kanuni sistemimizin temeli!
ABD’deki tartışmalarda, “sıkı konstrüksiyon”, “gevşek konstrüksiyon”- anayasayı nasıl yorumlamamız gerektiği- “orjinalliğe” karşı “yaşayan anayasa”, geleneğimizde “metinsellik” denilen düşünce, “intensiyonalizm” dediğimiz bu anayasayı hazırlayanların niyetini anlamaya dönük tartışmalar vardır. İki yüz yıl önce tamamen farklı bir bağlamda konuşan bu kanun koyucuların niyetlerini mi temel almalıyız, yoksa anayasa, zamanın değişmesiyle tekrar tekrar yorumlanan bir “yaşayan anayasa” mı olmalı? Kurucu atalarımız nasıl anlaşılması gerektiğine dair bize pek fazla açıklama bırakmamışlar. Bununla birlikte bazı önemli notları var- Thomas Jefferson diyor ki ‘bir yetişkinden, bir çocuğun elbisesini giymesini bekleyemezsiniz” ; “eyaletler gelişiyor ve bu yüzden anlayış da gelişecek ve değişikliklere ihtiyaç duyulacak” diyor Jefferson. Fakat şunu da belirtmekten geri durmuyor: ”Fakat anayasayı hükümetin elinde istedikleri şekle sokabilecekleri bir balmumuna da dönüştürmemek lazım”. ABD’deki bu ikilemi bugün Müslümanlar da yaşıyor. Birçok Müslüman, metinsel bir yaklaşım yerine ‘yaşayan Kur’an’ı savunuyor: Kur’an’ı modern toplumun ışığında nasıl yeniden yorumlamalı? Sorusuna cevap arıyor.
Konuyu buraya çekmemin sebebi şu ki; Kanun ve dil problemleri uzun süreli problemlerdir. Biz hala Eflatun’u okuyoruz, çünkü Eflatun hala günümüz insanlarının sorunlarına ışık tutacak şeylere değiniyor: hala Aristo’yu okuyoruz çünkü günümüz insanı ile ilgili konulara değiniyor ve böylece geçmişe bakarak geleceğimizi aydınlatabiliyoruz. Yeri gelmişken Oxford mezunu Arnold Toynbee’i de anmak istiyorum. Arnold Toynbee Balliol College’de okudu (Arnold J. Toynbee’den bahsediyorum, aynı isimdeki 19.yüzyılın büyük ekonomistinden değil). Arnold Toynbee 1947’de bir seri makaleyi kitaplaştırıp “Civilisation On Trial- Medeniyetin İmtihanı” kitabını yazdı.
Kitapta bahsettiği konulardan biri şu: Bir medeniyet, yok edilme tehlikesiyle baş etmek durumunda kaldığında, farklı şekillerde karşılık vermek eğilimindedir. Karşılık şekli onların başarısını veya başarısızlığını belirleyecektir. Büyük gerilim altındaki bir medeniyetin ortak özelliği, problemlerin sebebi olarak gösterebileceği öcüler, insanlar bulmaktır. Toynbee kapitalist batının, komünizmi kullanmasından bahseder: “1947’nin bölünmüş dünyasında, komünizm ve kapitalizmin ikisi de birbirine çalışıyordu. Giderek çözümden uzaklaşan amansız durumlar baş gösterdiğinde, düşmanımızı tarlamıza ayrık otu dikmekle suçlayıp, kendi beceriksiz çiftçiliğimizi telafi etmeye meylederiz. Bu tabi ki eski bir hikaye; komünizmden asırlar önce atalarımız öcü olarak kendilerine İslam’ı seçmişlerdi. 16’ıncı yüzyılda İslam, 20inci yüzyılda batılıların komünizme karşı duyduğu histeriyi sağlıyordu. ‘
Şurası çok daha ilginç ki makalede İslam’ın tekrar problem haline getirileceğini söylüyor ve bana çok ilginç gelen bir noktaya parmak basıyor. Diyor ki: “İslam iki şekilden biri ile karşılık verecektir: Bu karşılıklardan birisi ‘herodianizm’-devrimcilik ve diğeri ‘zealotizm’-kabuğuna çekilmedir. Herodianizm, taklitçiliktir. Sizi işgal eden insanların sırlarını bulmaya çalışmak ve onlar gibi olmaya çalışmaktır. Japonların, dünya savaşı sonrası verdiği karşılık gibi. Şimdi Japonlar Amerikalılardan daha iyi Rock and Roll yapıyor! Elvis Presley’i taklit edebiliyorlar – hatta Başbakanları Amerika’ya geldiğinde, ilk istediği şey Graceland’e gitmekti! George Bush’tan gitmeyi istediği ilk yerdi ve gidip ziyaret etti çünkü tam bir Elvis hayranıydı. Çok iyi klasik müzisyenleri de var… İşgal edilmiş toprağın insanlarının düşmanlarına benzemesi yaygındır. Bu yüzden Amerikan yerlileri kovboy kıyafetlerini en son giyecek kişi olmalarına rağmen Levis’ giyerler, geleneksel boncuklarla süslerler ama bu bir vak’adır.
Toynbee bir diğer karşılığın katı nostaljik yapı içinde kalmak anlamındaki ‘zealotizm’ olduğunu söylüyor, bunun üç bölgede olduğunu belirtiyor; Müslümanlarla ilgili batılıların en büyük problemi olan üç bölge: Suudi Arabistan, Afganistan ve Yemen; bu tespiti 1947’de yapmış olması çok çarpıcı. Ben bunu Oxford eğitimine bağlıyorum! Bu yüzden, buradan çıkan önsezileri güçlü genç Müslümanları bekliyoruz. Toynbee Herodianizm’in problemlerinden birisini şöyle tarif ediyor: ” taklit her zaman kör taklittir; hiçbir zaman asılları kadar ‘iyi’ olamazlar”; Zealotizm’in problemi de şudur ki daima kör uçtur ve başarısızlığa uğramaya mahkumdur.
Şimdi, günümüzde bahsedilen İslam’da reform konusuna bakacak olursak; bu kelime ile problemim var. Dr.Ramazan ile de görüştük ve fikir birliği sağladık, reformdan anlaşılan Arapça’da ki ‘ıslah’tır. ‘Islah’ bozulan bir şeyin tamir edilmesidir ve iyi bir sözcüktür çünkü Hazreti Muhammed (SAV) bu kelimeyi kullanmıştır. Demiştir ki ‘o yabancılara ne mutlu!’. O yabancıların kim oldukları sorulduğunda, ‘onlar o kişilerdir ki insanlar Şeriatımı (yolumu) bozdukları zaman ıslah ederler.’ Yani ‘Ellezine yuslihuna şeriati ba’de ma efsadeha en-nas’. Bu ifadenin önemi iki açıdan ortaya çıkıyor. Biri şu ki demek ki şeriat bozulabiliyor -yani yanlış anlaşılabiliyor – orjinal niyetlerden sapabiliyor. Diğeri de şu ki bunu takviye edecek, ıslah edecek insanlara ihtiyaç var.
‘Reform’ Protestan Reformundan gelen bir Hristiyan terimidir, suistimallere verilen bir karşılıktır, ve biliyorum İsviçre’den çıkmış en radikal Protestan Reformudur, yani biliyorsunuz..[gülüşmeler] Zwingli aslında Martin Luther’den daha radikal, fakat sonuç İsviçre banka devletiydi ve bu reformlar için tehlikedir çünkü Cenova’da Calvin’in çok güzel bir heykeli vardır. Çünkü bankerler Protestanların faizi meşru görmesininden hoşlanırlar, Katolikler ise yasaklar ve şimdi biz gözümüzün önünde ekonomik olarak dağınık bir dünyada yaşıyoruz çünkü hegemonik banka çılgınlığı zıvanadan çıkmış. Fakat ‘reform’ düşüncesi- İslam Reformu eski bir fikirdir ve bambaşka tarihi problemlerden ortaya çıkan bir dili ilgisiz bir yerde kullanmak problemlidir.
Hocam, Şeyh Abdullah Bin Bayyah ile bunu konuştuk. Fransızca ve reformun tarihini, terimin kullanımını iyi biliyor, ona sorduğumda kendisinin ‘’renovasyon’ sözcüğünü tercih ettiğini söyledi. Fransızca bu kelimeyi kullanıyor çünkü ‘tecdid’ düşüncesine yakın buluyor. Reform bir evin komple yeniden yapılandırılması gibidir, buna karşın İslami gelenekte evin temelinin sağlam olduğu düşünülür- temel sağlamdır, fakat sık sık renovasyona ihtiyaç duyulur: bazen musluklar çalışmıyor olur, sular akmaz, pencere açılmadığı için insanlar nefes alamaz; bu yüzden içeri girip evi renove eden kişilere ihtiyaç vardır, ana fikir budur.
Bu proses yüzyıllardır işliyor. O halde “müslümanların nesi var? Neden değişmiyorlar?’ diye sorulabilir.’ 19uncu yüzyıl Müslümanları bugün gelseydi günümüz Müslümanlarını tanıyamazdı. Son otuz yılda Müslüman dünyada radikal değişiklikler oldu, son yüzyıl ise inanılmazdır. Arap kültürüne bakıldığında ve MTV’ye, bunun Müslüman versiyonu var- Müslüman değil ama Arap versiyonu, en az batı dünyasındaki kadar müstehcen. Usame Bin Ladin gibi adamlar da bunu açıyor ve görüyor, herhalde sakallarını yoluyorlar! Çünkü kültürlerinde böyle bir şeyi görmeleri inanılmaz travmatik. Araplar kendileriyle övünürler ‘gheerah’. Urduca’da ‘ghayrat’ denir . Urdu’lar Araplar bizden aldı der fakat gerçeği bunun tam tersidir.
‘Gheerah’ bir çeşit kıskançlıktır. Bir şeyi çok isteyip uğrunda savaşmayı göze almak anlamındadır. Batı insanının İslami ve Arap geleneğindeki bu erdemin derecesini takdir etmeleri beklenemez. Bu Batıda da 19uncu yüzyılda baskın bir erdemdi fakat şimdi geçerli olan ‘yaşa ve yaşamasına izin ver’ anlayışıdır ve bu sebepsiz değildir. Avrupa’da iki dünya savaşı ve yüz seksen milyon insanın ölümü insanların dünyaya farklı bir şekilde bakmaları sonucunu doğurdu. Bunu Müslüman dünyadan da bekliyor, bize ‘yetişmelerini’ istiyoruz. ‘Sizin neyiniz var? Neden bize yetişemiyorsunuz?” diyoruz. Fakat anlamıyoruz ki Batıda bizi bu noktaya getiren bu denli travma yaşanırken, Müslüman dünyası farklı bir dizi tarihi travma yaşıyordu, bunların birçoğu sömürgeciliğin sonucuydu Dolayısıyla çok farklı tarihi koşullara sahibiz.
Renovasyon veya tecdid terimlerini kullandığımızda, İslami gelenek çok zengindir. İslami gelenek büyük oranda okunmamıştır. Hatta medresede okuyan insanlar bile bu geleneğin derinliklerini okumuyor. Bu bir gerçek. Size bir örnek vereyim. Kadın imam konusunda bir yazı yazdığımda- bu birkaç yıl önce konu olmuştu, yıllar önce Moritanya’da öğrenciyken Maliki Mezhebinden Ibn Eyman’ın kitabını okuduğumu hatırladım. O, kadın imama cevaz vermişti ve yirmi-bir yaşında bir öğrenciyken kitabının altını çizdiğimi hatırlıyorum, yıllar sonra kitabı tekrar elime aldım ve altını çizdiğim yeri buldum. Namaz konusunu çalıştığımda, bunun eskiden de tartışılmış olması ve farklı fikirlerin bulunması beni etkilemişti. Imam Taberi kadınların imamlık etmesine, erkeklerden daha yetkin olması durumunda cevaz vermişti. Ibn Teymiye erkekler ümmi, kadın okuma biliyorsa kadının imamlık yapmasını meşru görmüştü. Sadece arkadan imamlık yapması gerektiğini, önden imamlık yaptığında cemaatin ilgisini dağıtabileceğini söylemişti. Bunu söyleyen Ibn Teymiye! Kadının erkeklere imamlık etmesi konusunda!
Bu gelenek orada duruyor. İnsanlar, birçok konunun çoktan tartışıldığı, bunca enerji ve zaman sarfediliği bu tartışmaların farkında bile değil, bu yüzden iddia ediyorum ki İslami gelenek kendi içinde, evi renove etmek için gerekli her şeye sahip, fakat bunu sağlamak çok büyük bir entelektüel enerji gerektiriyor. Son derece kalifiye insanların enstitüler kurup bu işlerle uğraşacak insanları yetiştirmesi gerekiyor. Fıkıh usulü, İslami gelenekteki Kur’an ve hadislerin hukuk felsefesinin özü, aslında batıdaki ‘anayasal hukuk’a benzerlik taşır. Durağan bir Yasa değildir. Hz.Peygamber (SAV), katı kurallar yerine daha çok temel ifadelerde bulunmuştur – ‘bunu yap, onu yapma.’ Ucu açık tutulmuştur. Hadislerde çok fazla belirsizlik vardır; bu başından beri bilinmektedir. Kur’an ve hadiste çok az bölüm ‘katiatü’l delale’ yani anlamı mutlak niteliğindedir. Genellikle iki, üç, dört, beş, altı anlam vardır ve birçok farklı şekilde yorumlanır.
İlk dönem fakihleri ile ilgili olağanüstü konulardan birisi de onların ‘fallibalism’ diye adlandırdığımız şeyin farkında oluşlarıdır -yani içtihadlarını ‘Allah’ın kanunları’ olarak dikte etmezler. ‘müçtehidin’ veya Allah’ın Yasasına dair kendi anlayışlarının eseri olduğunu söylerler. İbn Kayyım el-Cevziyye’nin, İ’laam-ül Muvakkiin’de bir bölümünün başlığı “Fetva’ya “Allah’ın kanunu denmesinin yasak oluşu” dur. Fetva’ya Allah’ın Kanunu denmesinin yasaklanması! Fetva müçtehidin metinin niyetini anlama çalışması, kişisel görüşüdür.
Ayrıca fetva birçok durumda zaman ve mekanla kayıtlıdır. Bu, fetvanın klasik İslam eğitimi alan insanlar arasında bile yeterince anlaşılmayan bir yönüdür. Hanefi ekolü, mekanın kanunu etkileyeceğini söyler, fakat Sünni gelenekteki diğer ekoller böyle düşünmez. Dolayısıyla eğer İngiltere’deyseniz, burada geçerli olan bazı kurallar bir başka bölgede geçerli olmayabilir. Diğer ekoller ‘hayır’der, fakat bunlar görüş farklılıkları ve nüanslardır- bu bir başka yönüdür- Müslümanlar farklılığı ve görüş farklılığını daima tanımışlardır, fakat İslam geleneğinde bazı ‘savabit’ ve ‘mütegayyirat’ tabir edilen olgular vardır. ‘Savabit’ değişmeyen şeylerdir, bunların şekli değiştirilemez. Bunlardan biri temel Tanrı anlayışıdır, temel Peygamberlik anlayışıdır, temel eskatoloji, hayattan sonra olacaklar konusundaki anlayıştır, bunlar sabittir ve sonsuzdur, zamanla
ve mekanla değişmez. Allah Alim ve Kadirdir. Konuşur ve lisanın kısıtlaması yüzünden cins dili kullansak da cinsiyeti yoktur, ama Müslüman teologlar Tanrının cinsiyeti olmadığı- ne erkek, ne de kadın olmadığı konusunda hemfikirdir. Yarattıklarından beri’dir.
Dolayısıyla bu özellik değişmez. O zaman ne değişir? Değişen bizim anlayışımızdır, fakat bu anlayışlar şu keskin prensiplere dayanmak durumundadır: İlk ve en önemlisi vahyin indirildiği lisanın bağlamında olmasıdır ve bu yüzden yaşayan anayasaya aykırı olarak kullanılan dil ve kanun yapıcının niyeti bugün bizimle ilgili değil mi- bu tartışmalıdır- ve bu Müslümanların büyük çoğunluğunun belirli reformist hareketlerden ayrıldığı noktadır, Kur’an’ı 21inci yüzyıl ışında yeniden yorumlamalıyız düşüncesi… Kur’an 7inci yüzyıl Arapça’sıyla indirildi. Bu Arapça sadece bu geleneği sürdüren insanlarca bir dereceye kadar muhafaza edildi. Bu insanlığın büyük başarılarındandır, Arapça dilinin korunması; her bir kelimenin tam anlamı Kur’an’da kayıtlıdır, tüm hadislerdeki kayıtlı kelimeler de öyle, kelimenin tam anlamından emin olamama durumu çok nadirdir, ‘bu kelimenin tam anlamını veya çoğul olası anlamlarını’ bilmiyoruz diyebileceğimiz. ‘Abese’ suresinde ‘ib’ kelimesi gibi istisnalar dışında. Dolayısıyla Müslüman fakihler geleneksel olarak dil’in dışına çıkılamayacağını, dil’in sınırları içinde kalınmak zorunda olduğuna inanırlar.
2 Yorum
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Tem 18, 2011 | Reply
Bu, Tarık Ramazan’ın da konuk olduğu bir oturumun Hamza Yusuf’a ait olan kısmının ilk bölümü. Tüm konferansı çevirmeye çalışacağım. Hepimizin bakış açısını değiştirecek ve daha sağlıklı düşünmemizi sağlayacak bir çeviri-metin olduğunu düşünüyorum. Ben şahsen çok istifade ettim. Sabırla okunmasını tavsiye ederim.
Yazan:BetuL Tarih: Tem 19, 2011 | Reply
Muhtesem bi konferans gercekten. Tesekkurler ugrasiniz icin.