RSS Feed for This Post

Barışamıyoruz ama savaşamıyoruz da…


Bir oyun ve eğlenceden ibaret olan şu fani dünyada “eh işte!” diyebileceğiniz işlerle iştigal edebilirsiniz. Mesela marangozlukla da mesainizi harcayabilirsiniz, benim gibi üzüm yetiştiriciliğine de soyunabilirsiniz. Velev ki beceremediniz, ne gam; bir ayağı diğerlerine göre daha kısa olan, sizin üretiminiz masanın altına bir yonga sıkıştırıp sorunu çözebilmek anlık meseledir. Ya da benim gibi yapıp, beş yaşındaki asmalardan beşinci sene üst üste mahsul alınamamasını her sene bir bahaneyle geçiştirirsiniz. Ödeyeceğiniz bedel en fazla kendini bilmez muhataplarınızın dudaklarının kenarlarına iliştirdikleri müstehzi ifadeye göğüs germektir o kadar.

Buna mukabil “benim adım Hıdır, elimden gelen budur” parolasıyla yola çıkamayacağınız meslekler de vardır. Yarım Hoca da olmaz, yarım Doktor da olmaz; birinin dinden, diğerinin candan ettiğini söyler Atalar. Ya da şöyle bir örnek verelim; dinen de kendisine kutsallık atfedilen “komşuluk” kavramına sığınarak, komşunuzdan oğlunuzu sünnet etmesini ister misiniz? Saçmalamaya devam edelim o halde böyle bir teklif karşısında komşunuzun (aklı başında olduğu varsayımıyla) tepkisi ne olurdu hiç düşündünüz mü?

Peki, yarım Asker olur mu? Çünkü yirmi beş senedir süren bir gerilla mücadelesine aktif olarak katılıp mücadele etmek artık bu ülkede bir “vatani görev bilinci” kavramından ziyade bir “mesleki yeterlilik” gerektiriyor zannımca. Neresinden bakarsanız bakın hesap ortada çünkü ; 18 yaşında bir piyanist şantörsünüz, bir başka bilinç düzeyi olan verginizi vermediğiniz için ölüm riskiniz yok ama iki sene sonra size aşılanan bilinçle gittiğiniz Şırnak’ta patlayan mayınla memleketinize poşet içinde dönme riskiniz var.

Terörle mücadelenin vatan aşkıyla ilgisinin olmadığını, düpedüz bir mesleki yeterlilik meselesini gerektirdiğini anlamak için bize Dağlıca, Ak tütün gibi olaylar anlatamamış olacak ki zincire son halka olarak bir de Silvan olayı eklendi. Yoğun bilgi kirliliğine rağmen bir sonuca varmaya çalışıyorum ama başladığım yere geri geliyorum. Ortada tek bir olay var ama versiyonlar muhtelif; Fırat Haber Ajansı uçaklardan atılan bombalar vesilesiyle çıkan yangından bahsederken, Genel Kurmay “o gün orada hiç uçak yoktu” diyor. “gargaraya getirmek” diye bir deyim olsa da gerçeklerin de er veya geç ortaya çıkma gibi bir rahatsızlığı vardır. Yine de bunca hay huy arasında benim dikkatimi en çok çeken PKK’lıların yaptığı iddia edilen telsiz konuşması oldu. “Askerler sersem sersem geziyor, neden vurmuyorsunuz” benzeri bir cümleyi cımbızla çekip aldım bu bilgi kirliliği deryasından.

“Asker neden sersem sersem gezer?” ifadesine takılan olmuş mudur acaba Devletin üst makamlarında. Empati kurun ve düşünün; üç devlet görevlisini kaçıran tehlikeli adamların peşine düşüyorsunuz ve muhataplarınız sizi “sersem sersem gezmek” fiiliyle suçluyor.

Olay aslında tam bir sürmenaj hali. Sürmenaj; özellikle 20- 40 yaş arası erkeklerde görülen, beyindeki sinir hücrelerinin biyokimyasal elemanlardan eksik kalması durumu. Sürmenajlı kişilerde ruhsal ve fiziksek yorgunluk, bıkkınlık, isteksizlik, dikkatini toparlayamama, sağlıklı düşünememe hali söz konusudur. Şayet bu belirtilerin aksi zuhur etseydi, kırk kişilik bir timin içinden birinin aklına yemek yerken üç tane tepeci çıkarmak gelirdi. Hadi onlar asker kökenli insanlar değil; sivil hayatlarında marangoz çırağı, tornacı, pazarcı olan ve bir anda kendilerine “kahraman” payesi verilerek sahaya sürülen gencecik insanlar. İki ayda kabak bile yetişmezken, iki aylık eğitimle kendilerini bir anda çeyrek asırlık bir gerilla savaşının ortasında bulan bu çocukların komutanlarının aklına neden yakınlara bir yere bir helikopter konuşlandırmak gelmez? Ya da daha ölümcül bir soru soralım da iyice canımız acısın: Bu kadar zor bir göreve giden, böylesine yorgun bir birliğin başında neden yıllarca bu işin eğitimini alan subay- ast subay rütbesinde bir komutan yok? Devletin muvazzafları nerede? Sivil hayatında karşıdan karşıya geçerken bile can güvenlikleri açısından,  trafik işaret ve işaretçilerine uyan bu insanları bir anda bu boş vermişliğe iten sebep ne olabilir?

Kronolojik olarak son dönemlerde PKK’nın yaptığı saldırılardan sonra konuşulanları bir gözden geçirin aynı noktada buluştuğumuzu göreceksiniz: Korkunç bir ihmal ve alınmayan dersler! Uydudan takip edildiği halde uyarılmayan birlikler, tutulmayan üs bölgeleri sonucu düşen karakollar, bir türlü desteğe gelemeyen helikopterler…

Ortalama 35 kiloluk sırt çantalarıyla, kırk küsur derecelik bir sıcak altında günlerce arazide gezen insanlardan müteşekkil bir birlikten beklenen de önce sürmenaj olmaları, sonra da çıkan yangında cayır cayır yanmalarıdır. Yok, takıldığım nokta barışmayı beceremediğimiz gibi savaşmayı da beceremiyoruz ki bu da akıllara “bu gidiş nereye?” sorusunu getiriyor…

 

… Bu konu ilginizi çektiyse…

 

 Zorunlu Askerlik Gerekli mi?

Zorunlu Askerlik bir çok insanımız için bir görev ama aynı zamanda bir çile. Ülkemizi savunmanın daha akıllıca bir yolu yok mu? Bu konuyu yaklaşık bir yıl boyunca tartıştık. Üç makale işaret fişeği görevi yaptı. Yüzlerce okurumuz değişik önerilerde bulundu. Kimileri “aman dokunmayın, böyle çok iyi” derken askerliğini yapmış olan arkadaşlar tecrübelerini paylaştı. Evet, belki de ilk defa bu konu gerçekten muhatabı olanlara yani Türkiye’nin vatandaşlarına soruluyor. Zorunlu askerlik gerekli mi? Bir yıllık kolektif çalışmanın ürünü olan bu 276 sayfalık kitap konuyla ilgili herkes için birinci elden bir bilgi kaynağı. Buradan indirebilirsiniz.

 Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin