Ölüm’ü yeniden evimize misafir etsek?
By Mehmet Yılmaz on Ağu 6, 2011 in Ölüm, Pozitivizm, Toplum
Modern ve laik bir ülke olan Fransa’da bir kaç ay önce ötenazi konusu senatonun gündemine geldi. Yasa tasarısı “Hızlı ve ızdırapsız bir ölüm için tıbbî yardım” başlığı altında tartışılırken ölümden bahsetmeyi beceremediğimizi düşündüm. Çünkü meselenin özü bir kamplaşma yüzünden perdelendi: Ölüm esnasında “sadece” ızdırabın azaltılması taraftarları ile ötenazi yanlıları karşı karşıya gelirken ölüm kavramını konuşmadık. Türkiye’ye en “fransız” parti olan CHP’den bir milletvekilinin Kur’an’daki Ölüm’le ilgili bir ayeti “sinir bozucu” bulması sanırım bir istisna değil. Modern olmak ile Ölüm’ü sinir bozucu bulmak arasında bir ilişki var:
- Bütün canlılar ölümü tadar (Enbiyâ 35). Yani herkes ölür.
- Ya ben? Ben herkes değilim ki. Kimse benim yerime ölemez mi? Parası neyse vereyim. Doktorlar hâlâ çaresini bulmadılar mı şu “ölüm” denen problemin? Ölüm Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı değil mi? Devletimiz uyuyor mu?
Cenaze törenleri, mezarlıklar ve ölülerin anılması binlerce yıldır insan yaşamının bir parçası. Ama modernleşen dünyada biyolojik ölüm rahatsız ediyor, ondan kaçmaya çalışıyoruz sanki? Derin Göz kitabında anlattığımız “parçalayıcı zekâ” yüzünden sanırım, “ölüm bizim meselemiz değil” gibi bir vehim içindeyiz. Yaşayanlar yaşar, ölenler de ölür. Birbirine karışmaz ikisi. Epikür değil miydi “ölümden korkmuyorum, ben varken o yok, o varken ise ben yokum” diyen? Haz ve tehdit odaklı yaşamın bedeli bu. Kendini ete, kemiğe, vücuda, maddeye eşitleyince maddenin yok oluşu tahammül edilmez bir korkuyu doğuruyor.
Fransa’da mezarlıklar çok düzgündür ve bol çiçeklidir. Ama duvarları çok yüksektir. Mümkün ise şehir dışına kurulurlar. Bunu bir unutma/erteleme çabası gibi okuyorum. Meselâ belediyede çok sıradan bir iş gibi “ölüm masası” var. Cesetlerin toplanması, isim adres vb bilgisayara kaydedilmesi… Lojistik ve bilgi-işlem. Sigorta şirketleri hayat sigortası vb satarken çok sıradan bir şeymiş gibi bahsediyorlar Ölüm’den. Etrafı dikenli teller ve mayın tarlalarıyla çevrili bir tür “no man’s land”. Bu modern kurgu ile Ölüm’ü Yaşam’dan kopardık gibi geliyor bana. Din adamlarına, dinî kurumlara aktardığımız ölüm kavramının içi gittikçe boşalıyor. Ölüm demek bir çok insan için artık koskoca bir boşluk demek, anlamsız bir yokluk, bir hiçlik, idam mahkûmları gibi bekliyorlar bütün yaşamlarını silip süpürecek o anı. Ölüm’ü bu şekilde “YOK” edince hayat bir cezaevi koğuşuna benziyor. İstisnasız bütün mahkumların idamı beklediği bir koğuş. Oyalanmak için bir sürü şey var: Videolar, sakız, çikolata, tavla, satranç… Bunlarla oynadıkça bir süre unutuyorlar öleceklerini. Ama için için biliyorlar ki elektrikli sandalye kaçınılmaz yine de. Eğlencelere sarılmak çare olmuyor.
Pozitivizmin insanlık için yegâne fikrî ve vicdanî zemin olarak dayatıldığı bir çağda yaşıyoruz artık. Pozitivizm o kadar yaygın ki hava kirliliği gibi soluyoruz ama farkında bile olmuyoruz. (Bkz. İki kitap: Bir pozitivizm eleştirisi ve Maymunist imanla nereye kadar?) Sadece ölçülebilir şeylere VARLIK imkânı tanıyan bu görüş Ölüm’ü de maddeleştirdi. Artık ölüm bir problem ve çözümü de doktorlara transfer edildi. Toplumsal ve manevî alanları terk etti ölüm. “Parası neyse verelim” demeye alıştığımız her şey gibi kontrol edilebilir, öngörülebilir, hesaplanabilir, kanun ile düzenlenebilir sandığımız bir şey oldu ölüm? Fransız senatosunun Ölüm olgusunu vergileri düzenler gibi “kanunî düzenlemeye” tabi tutması bir laiklik komedisi değilse nedir?
“Vakit nakittir” diyerek Zaman ile bağını koparan insan vaktini (=parasını) kaybetmekten korkuyor. Her şey kontrol altında, cep telefonuna bilgi yağıyor: Borsa endeksi, hava durumu, lig maçlarında atılan goller, trafik canavarı kaç can aldı bugün? Dünya giderek artan bir hızda dönüyor ve ötenazi de bu “kaçışlar” içinde bir kaçış. Izdıraplı hastalıklardan “kurtulmak” isteyenlere intihar etme hakkı(?) yasal olarak tanındıktan sonra hangi yasa teklifi gelecek? Duygusal ızdırap içindeki insanların ötenazi hakkı? Bir aşk acısı, boşanma, kötü geçmiş bir sınav ya da bir evlât acısına katlanmak istemeyen vatandaşlar da bu “ızdıraptan kaçış” hakkına sahip olacak mı? Ötenazi pozitivist anlamda “rasyonel” bir ölüm. Ölme vakti seçilmiş, hızlı, temiz, tanrısız ve ızdırapsız. Rasyonel olan her süreç gibi maneviyattan, mânâdan yoksun. Pragmatik ve materyalist bir biçimde yaklaşılan ölüm sanırım eskisinden daha korkunç bir biçimde yaşanıyor. En azından kanser hastalarının internet günlüklerindeki manzara bu. Kendisinin de herkes gibi öleceğini idrak eden, hatta ölüm tarihleri kendilerine “bilimsel olarak” bildirilen bu insanların hızla “laik” bir maneviyat icad ettiklerine tanık oluyoruz. İkiyüzlü arkadaşlarını, lüks tüketimi terk ediyor bir çoğu. Ölümlü oluşunu idrak eden insanlar pozitivizmin nesnel dünyasından kopmaya, Ben’den sıyrılmaya, Kendi’si olmaya çalışıyor. Din kadar Sanat’a ve Felsefe’ye sarılmalarını böyle okumak gerekiyor sanırım.
“Modern” yaşamın ilk kurbanı kelimeler oldu galiba. Kaybettiğimiz kelimler… Güzellik yerine cazibe, iyilik yerine fayda, vakit yerine nakit, Aşk yerine seks koyarken Hayat’a mânâ veren Ölüm’ü de kaybettik. Çay ve ihtiyaç molası verdiğimiz bir dinlenme tesisinde mi unuttuk Ölüm’ü?
Çocuklarımıza Ölüm’den daha çok bahsetsek ne olur? Meselâ evde besledikleri hayvanların, saksıdaki çiçeklerin ölümü üzerine yorum yapmalarını istesek? Mezarlık ziyaretleri yapsak onlarla birlikte ve sonra ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sorsak? Masallardaki, filmlerdeki ölümlerden de mi istifade edemeyiz? Çocuklara ölümden bahsetsek belki daha güzel bir dünya kurulur bizden sonra. Çünkü bugün Ölüm’ü TV’den öğrenmek zorunda kalıyor çocuklar. Gerçekten bir “problem” olan ve çözüm bekleyen kazalar, hastalıklar… Çocuklar ölüm sebepleriyle Ölüm’ün hakikatini ayırd edemiyorlar. Küçülen ailelerden uzaklaşan dedeler ve nineler de bizden “uzakta” ölüyor: Kendi evlerinde, hastahane ya da bakımevlerinde. Doğumlarına tanık olamayan çocuklar bir gün ölme “sırasının” onlara da geleceğini anlayamıyor. Ölümü bekleyen modern insan idam mahkûmu değilse eğer, kısa çöpü çekmekten korkan biri gibi. İstenmeyen bir “büyük ikramiye” ölüm…
Ölüme kendisini yakın hissedenleri, yaşlıları da dinlemek bir çare olabilir. “Yakında öleceğim, sizinle konuşmak istiyorum” dediklerinde “amaaan! şimdi sırası mı?” diyerek sözlerini kesmesek yeterli olacak belki? Neler yaptılar hayatlarına anlam katan? Gururlandıkları şeyler neler? Ya pişmanlıkları? Neler bırakmak istiyorlar kendilerinden sonra gelenlere? Umutları neler bizim için? Yaşlılık gözüyle, “geriye” bakarken hayat nasıl gözüküyor? Ya biz kendi hayatımızı nasıl göreceğiz o yaşta?
Doğum kadar önemli bir olayı yani Ölüm’ü yeniden evlerimize misafir etsek belki de yaşamımız daha çok anlam kazanacak..
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
5 Yorum
Yazan:MB Tarih: Ağu 6, 2011 | Reply
Bu satırları okurken Üstatın temsili hikayesi ve tespitleri aklıma geldi.
“Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Elbette bu ecel cellâdının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi var…”
Daha fazla bilgi için :
Şualar, On Birinci Şuâ, 2. meselenin hülasası ,
Sayfa 261,262,263,264
Tefekküre kapı araladığınız ve bu vesile ile tekrar risaleleri okumaya vesile olduğunuz için Allah razı olsun…
ilgili linkler :
http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=modules%2Fkulliyat&risale=297&sayfa=261
http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=modules%2Fkulliyat&risale=297&sayfa=262
http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=modules%2Fkulliyat&risale=297&sayfa=263
http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=modules%2Fkulliyat&risale=297&sayfa=264
Yazan:MB Tarih: Ağu 6, 2011 | Reply
Bir de 1950’li yıllara kadar ülkemizde mezarlıkların çoğunluğunda duvar örülmüyor. halk gayet rahat ölülerinin arasından geçip mezarların yanı başında birbirleriyle sohbet edebiliyorlarmış. Üstelik mezarlar şehrin uzak köşelerinde değil en işlek ve en düzel mühitlerinde hayattaki insanlardan ayrı tutulmayacak şekilde yapılırmış. Sebebi ise :
“Ölüm de hayat kadar gerçek ve güzel değil mi?” mesajını topluma iletmek şeklinde ifade eder büyüklerimiz….
Yazan:MY Tarih: Ağu 6, 2011 | Reply
amin, senden de güzel kardesim.
aslinda bu yazi bir girizgâh, nasib olursa bu sene bir ölüm Kitabi yazmaya niyetlendim,
Ölüm siyah bir nur gibi, nefsimizin etkisiyle zulmet bekledigimiz yerden bir nur fiskiriyor,
Ölüm güçlü bir isik, Ölüm’ü göremiyoruz ama Ölüm’ün sayesinde aydinlaniyor ortalik.
Yazan:çuvaldız Tarih: Ağu 7, 2011 | Reply
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ağu 18, 2018 | Reply
Elinize sağlık Mehmet bey. Uzun zamandır böyle güzel bir yazı okumamıştım.