Liberal Totalitarizm(3): Özgür ol! Bu bir emirdir!
By Mehmet Yılmaz on Ağu 27, 2011 in Ekonomi, Kapitalizm, Liberal Totalitarizm, Liberalizm, Ulus-Devlet
Sunuş: Piyasa serbestliğinin mottosu « laisser faire » idi, yani bırakınız yapsınlar. Liberal totalitarizmin mottosu ise köşeli yuvarlak gibi bir şey: “özgür olma mecburiyeti!” Batı demokrasilerinde Piyasa’nın dışında yaşamak imkânsız. Devleti oluşturan ögelerin, yerel idarelerin, bakanlıkların, üniversitelerin, polisin hatta yargının “otonom” hale geldiğini gözlüyoruz. Doğa, sağlık ya da adalet gibi ölçülemez değerler ZORLA rekabete itiliyor. Kamu hizmeti “üretimi” gittikçe objektif, sayısal, ölçülebilir hedeflere indirgenen bu kurumlar insanî biçimde düşünme / yargılama /doğruyu seçme yetilerini kaybediyor, yerine gösterge hesaplamayı koyuyorlar.
Batılı ulus-devletler hukuk ekseninden kâr/zarar eksenine kayıyor ve meşruiyetlerini yitirerek Piyasa’nın bir enstrümanı haline geliyorlar. Bu gidişe direnmesi beklenen sol ise kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa gibi. Hemen her Batı ülkesinde solcular hükümete körleme muhalefet yapmakta. sol düşünce ne yazık ki atalet içinde. Çünkü solcular 1982’de çöken Berlin duvarının altından henüz kalkamadılar. Yükselen kapitalizmi hâlâ Marx’ın vaad ettiği proletarya diktası için gerekli olan geçiş süreci sanıyorlar. Oysa durum çok farklı: Ticaretin “meşru” işlevlerinin ve maddî değerlerinin bütün cemiyet hayatına hakim olacağı yeni bir totalitarizm doğuyor. (MY)
Otonomi, sebestlik, özgürlük gibi kavramlar fazlasıyla iç içe geçti. Benim gibi özel şirketlerde çalışanlar daha bir damardan yaşıyorlar bunu: “Sizden otonom olmanızı bekliyoruz” diyor patronlarımız. Otonom yani kendi kurallarını kendisi yapan. Bu otonomi şöyle açıklanıyor:
- Şirkette yükselmek isteyen diğer kişilerle rekabet halindesiniz,
- Size konulan hedeflere ulaşmak için istediğiniz saatlerde çalışın, binamız hafta sonu da açık,
- İstediğiniz kişilerle ekip kurun,
- Kariyerinizi siz yönlendirin, ihtiyacınız olan eğitimi vs kendiniz seçin,
- Vs.
Bu otonomi elbette tam anlamıyla bir özgürlük değil. Şirketin amaçlarına uygun neticeler almak şartıyla bize tanınmış bir serbestlik. Diğer yandan da firmanın idare yükünü oldukça hafifleten bir yaklaşım: 1970’lerde iç servislerin üzerine düşen bir çok işi bugün biz yapıyoruz: Tatil tarihlerimizi, projelerle ilgili muhasebe kayıtlarını vs bilgisayara biz giriyoruz meselâ. Posta, koli vb biz hazırlıyoruzn telefonla motorlu kuryeyi biz çağırıyoruz. 1990’ların sonuna kadar toplantı salonu, otel, tren, uçak rezervasyonu yapan sekreterlerimiz vardı. Artık bunları da biz yapıyoruz. Otonom olduk ya! Avrupa’da genelleşen bir durum: 1980’li yıllardan beri kâr etmeyen (etmesi zaten mümkün olmayan) iç hizmet birimleri küçültülüyor. Onların yaptıkları işler de küçük parçalara bölünüp çalışanlara dağıtılıyor. Teknolojik ilerleme, özellikle de bilgisayarların ucuzlaması sayesinde mümkün oldu bu yeni organizasyon şekli.
Patronlar ve şirketlerin ortakları bu dönüşüme “İYİ” dediler. Bir sürü ETP silindi. ETP demek “tam gün iş” demek (fr. Emploi à Temps Plein) . Eğer yeni satın alınmış bir bilgisayar sayesinde meselâ 5 ETP silerseniz 5 kişiyi işten attınız demektir. Kazanç EŞİTTİR atılanların maaşı EKSİ bilgisayarın fiatı EKSİ yazılım ve amortisman vs.
Fransa’da uzun süre işsizlikteki artış ile borsa endeksindeki artış paraleldi. “Cost killer” deniyordu “İYİ”patronlara; yani masraf katili! “Şu kadar adamı işten atacam ulan!” diyen bir genel müdürün yönettiği firmanın hisse senetleri hızla yükseliyordu. Yani piyasalar ödüllendiriyordu bu firmaları. O kadar ki firmalar işten attıkları insan sayısını iki üç misli abartarak ilân etmeye başlamışlardı; 1993 – 1999 arasında hakim hava buydu. “Cost killer” diye nam salmış “İYİ”patronların firmalarında çok sayıda insan intihar etti, hâlâ da ediyor. “Liberalizm çalışanı intihara sürükler” başlığında bunun sebeplerini ayrıntısıyla anlatmıştık. (Bkz. Liberalizmin Kara Kitabı)
Yobaz liberalizmin tek kurbanı intihar eden insanlar olmadı. Bu intihara yol açan gösterge fetişizmi başka şeyleri de yıktı. “Cost killer” diye nam salmış “İYİ”patronlarımız göstergeleri İYİ-leştirirken kaliteyi KÖTÜ-leştirdiler. Çünkü üretim birimleri kısa vadede kârı maksimize etmek ve Piyasa’ya göz kırpmaktan işlerini yapamaz hale geldiler. Tüketici kaybetti, ortaklar ve küçük yatırımcılar kazandı.
Bir sürü insan bu dönüşüm sırasında işini kaybetti. Herkes uyum sağlayamadı. Emekliliğine 3 sene kalmış, hayatı boyunca daktilo ve fax kullanmış 60 yaşındaki her insana Windows kullanmayı, e-mail göndermeyi nasıl öğreteceksiniz ki? Kâr etmek amacıyla kurulmuş bir firmanın “İYİ” anlayışı ile işten atılmış, kirasını ödeyemeyen birinin “İYİ” anlayışı arasında fark var tabi. Burada gerçekte söz konusu olan “İYİ” değildi “FAYDA” idi.
Çok sayıda insanı işten atan bir patron yine de kendisini şöyle savunabilir: “Kardeşim ben iyilik perisi değilim ki. Firmamın kârını arttırmak için yasaların müsade ettiği her şeyi yaparım” . Bu duruş firma çerçevesinde kalırsa muhtemel zararı da sınırlı olacaktır. Peki ya ulus-devletler Piyasa’nın emrine girerse? Ya Piyasa devletlerden de çalışanlar gibi “otonom” olmalarını isterse ne olur?
Şirket gibi birey, şirket gibi devlet
Liberal totalitarizm dediğimiz küresel meselenin çıkış noktası tam da burası. Eskiden ulus-devletlerin ekonomiyi tahakküm altına almasıydı esas tehlike. Siyasî kudret ekonomiye hükmederek insanların rızkı ile oynayabiliyordu. Ekmek, demir, kömür fiatını mecliste oylayan, ayakkabı, kumaş, toz şeker üreten bir devletin bürokratları tüccarları, imalatçıları ezebiliyordu. Bugün tam tersi bir tehlike söz konusu. Bir tür “para tüccarı” diyebileceğimiz insanlar ulus-devletlere el koyma çabası içinde. Tabi devlet ile birlikte ulusal adalet sistemleri, ordular, devletin “meşru kudret” alanında ne varsa. Gözlemlediğimiz kadarıyla bu tahakküm meşruiyetini kaybeden ulus-devletleri Piyasa’nın hizmetçisi yapıyor! Bu yeni bir durum. Eskiden ekonomik meseleler bir çok sorunla birlikte devlet tarafından dikkate alınırdı. Ekonomik faaliyetler zaten günlük hayata tekabül ediyordu: Tarımsal üretim halkın ekmeği, zanaat ve ticaret ise toprağı olmayanların geçimiydi. Ordular da savaşmak için ekonomik kaynaklara ihtiyaç duyardı.
Liberal totalitarizmde ise şema değişik: Halkın gerçek yaşamına tekabül etMEyen göstergeleri üreten Standard & Poors, Moody’s ve Fitch Ratings gibi kuruluşlar devletlere müthiş bir finansal baskı uyguluyor:
- Siyasî ve ekonomik bakımdan çok güçlü bir ülke ile yeni darbe olmuş bir başka ülkenin yakın notlarla değerlendirilebilmesi,
- Bazı ülkelerin dış borcunun aşırı yüksek olmasına rağmen kredi notunun düşürülMEmesi…
Bu gibi anormallikler ülkelere verilen kredi notlarının “uzmanca-bilimsel” ölçülere değil stratejik hesaplara, pazarlıklara dayandığının net bir göstergesi. Bugünün finans “uzmanları” Ortaçağ Avrupa’sında Vatikan’ın oynadığı role soyunmuş vaziyetteler. Biz sıradan ölümlülerin anlaMAdığı, voodoo ya da kara büyü benzeri bir şeyler var ortada. Bu kravatlı şamanlar ne derse o oluyor. Yağmuru onlar yağdırıyor, güneşi onlar yükseltiyor her sabah. Kriz derlerse kriz oluyor. Değil Somali’yi bütün insanları bir sene doyuracak miktarda para bir gecede ABD senatosunda oylanıyor, kriz çıkaran kuruluşlar batmasın diye onlara teslim ediliyor ve ütülüyor. Aynı şema Avrupa Birliği’nde de mevcut. 2008 krizinden sonra Atlantik Okyanusu’nun her iki kıyısında 700 milyar dolardan fazla para ütüldü.
Aslında finans ruhbanlarının kara büyüsü o kadar gizli değil tabi:
- Bir çok ülkenin ekonomi/finans bakanları ve/veya danışmanları bu firmaların eski patronları ve kurmaylarıdır,
- Bir ulus-devlet büyük firmaların bile batmasına göz yumabilir, ekonomistlerin tabiriyle “piyasa hata yapan firmayı cezalandırır”. Ama bankalar ve genel olarak finansal kuruluşlar bu kuralın dışındadır. Ulus-devletler bankaların batmasından o kadar büyük zarar görürler ki kriz döneminde ilk kurtarılanlar EN BÜYÜK HATALARI yapmış olan bankalar ve bankacılar olur. Meselâ son krizde saçma sapan hataları yüzünden batma noktasına gelen Northern Rock‘un millileştirilmesi (zararın halka mal edilmesi) buna güzel bir örnektir. Bir başka deyişle bankacılar “hava güzel” iken serbest piyasayı savunur, devleti ve kontrolleri, yasakları şikayet ederler ama “yağmur” başlayınca ulus-devletlerin şemsiyesi altına girerler ve halkı dışarı doğru şutlarlar.
Sıradan ölümlülerin Para’ya duydukları aşkın adeta iman derecesine yükseldiği bu asırda “olur böyle şeyler” mi demeliyiz? Günümüzde ruhban sınıfının totemlere, muskalara değil de Para’ya ve göstergelere sarılmasını “anlayışla” mı karşılamak gerek? Tamam ama nasıl oluyor da ulus-devlet Piyasa’ya direnemiyor? Ulus-devletler neden uluslarını bu tür soygunlardan koruyamıyor?
Ulus-devletlerin Piyasa’ya boyun eğme süreci
Jürgen Habermas, James O’Connor ve Nicos Poulantzas gibi düşünürlerin 1970’lerde öngördüğü bir durumu naklen yaşıyoruz . Mesele devletin MEŞRULUK meselesi. Ama detaya girmeden önce kendinize şunu sorun: Neden Devlet’in otoritesini, size göre “üstünlüğünü” meşru buluyorsunuz? Yolunuzu kesen birine “hırsız” diyorsunuz da vergi toplayana “memur” diyorsunuz meselâ?
Geçmişte Tanrı ile bağımızı kuran bir meşru kral/sultan vardı. Hükümdarın adaleti ilâhî adaletin tecellisiydi. Kant ve Hegel bile bu ufku geç(e)mediler. 19cu ve 20ci yüzyılda ilâhî rasyonalite yerine dünyevî rasyonalite geçti. Ortak ihtiyaçlarımızı karşılamak için kurduğumuz dev bir imece oldu Devlet. Yol, köprü, vb yapardı, okulları, hastahaneleri idare ederdi, vs. En önemli işlevlerinden biri de güvenlikti. Tehdit ve fırsatların ULUSAL olduğu son iki asırda kolektif çarenin yani Devlet’in de ULUSAL olması normaldi. (Bkz. Türkiye’nin ulus-devlet sorunu)
Bugün tehditler ulusal değil küresel. Terör, çevre kirliliği, finansal krizler… Küresel sorunlara kim cevap verebilir? Küresel bir hükümet mi yoksa ulusal hükümetleri birleştiren organizasyonlar mı? G7, G20 tarzı toplantıların ne kadar (y)etkisiz, Birleşmiş Milletler’in ne kadar beceriksiz, ne kadar uyuşuk olduğunu gören insanlık bu müsamerelerden umudunu çoktan kesti. Alternatif çözüm şimdilik yok. Ama ulus-devletler var olma sebeplerini kaybettiler: MEŞRULUK.
Gittikçe daha uzun yaşıyoruz, aile bağları zayıflıyor. Tehditlerle dolu bir gelecekte herkesin anlayacağı bir dil konuşmak gerek: Para. Her şekle girebilen, her şeyi satın alabilen bu “sihirli güç” eskisinden çok daha büyük bir öneme sahip. Varlığı güven veriyor, yokluğu ise korku. Para artık o eski ticaret aracı değil. Yani Adam Smith’in tabiriyle “dişlilerin dönmesini sağlayan makine yağı”. İnsanlığın Para ile kurduğu bu sapık ilişki ister istemez Para’ya yakın insanları ruhban durumuna getiriyor; tıpkı geçmişte Vatikan’a yakın olanların sıradan ölümlüler üzerine tahakküm kurması gibi. Dünyevi rasyonaliteyi sanırım 1980’lerde terk ettik, Ortaçağ’ın ilâhî rasyonalitesine geri dönüyoruz. Ama bir farkla: İlâh dünyada artık. Cennet‘i yer yüzünde aratan Ahiret’siz dünya görüşünde Parasızlık = Cehennem.
Sadece para hırsı, cimrilik, müsriflik vb ile açıklanabilecek bir şey değil anlatmak istediğim. Liberal Totalitarizme “totalitarizm” dedirten faktörlerden biri bu. Naziler ve komünistler gibi GERÇEK hayattan kopmaktayız. Çünkü dikkatle baktığınızda Finansal rahiplerin üzerimizde tatbik ettiği güç ile bu adamların GERÇEK ekonomiye katkıları, GERÇEKTEN ürettikleri değerler arasında bir uçurum var. Neden?
Tıpkı yıl sonunda ortaklarına kâr dağıttığı halde hisse senetleri borsada yükselmeyen firmalar gibi ulus-devletler de EKONOMİK GERÇEKLER ile FİNANSAL YALANLAR arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Uluslararası kredi kuruluşları devletlere ve şirketlere hem “tarafsız” not veriyorlar hem de finansal dalgalanmalardan kazanç sağlıyorlar. Spekülasyon ve komisyonlardan kazandıkları miktar ekonomik anlamda hiç bir karşılığı olmayan, hayalî ihracat gibi hayalî bir faaliyet. Bir başka deyişle küçük yatırımcıların korkması, tahvilden bonoya, dövizden hammaddeye koşturup durması aracı kuruluşları zengin ediyor. Her yangın için prim alan bir itfaiyeci gibi bu kuruluşlar her fırsatta kriz üretmeye gayret ediyorlar. Çünkü normal seyrinde (=spekülasyonsuz) , üretimle ve tüketimle büyüyen bir ekonomide bu adamlar zengin olamazlardı; emeklerinin karşılığı olan makul bir maaşı alırlardı.
Üretim, tüketim ve ticaretten değil korkudan beslenen aracılar ile çıkarlarımız çelişiyor. Ciğerimiz kedilere emanet! Yoksa adına “borsa” dediğimiz bir hisse senedi piyasasında gerçekten üreten, kâr eden firmaların hisselerinin el değiştirmesinde bir sorun yok. Kazanç ve kayıp ihtimalleri şeffaf olduğu takdirde herkesin adil biçimde zenginleşmesi için oldukça faydalı bir mekanizma borsa. Ancak aracı kuruluşlar bu şeffaflığı sevmiyorlar. Tersine ekonomik bilgide asimetriyi arttırarak tedirginliği sürekli tutuyorlar. Bu sebeple borsalar iyice kumarhaneye benzedi. Müşterinin bazen azıcık kazandığı, “dükkân” sahibinin ise sürekli kazandığı bir mekanizma. Asitmetrik bilgi üretmek, korku tacirliği yapmak, spekülatif biçimde şirket ve ülkelerin prestiji ile oynamak, buna direnen hükümetlere “ceza” vermek… Bunlar ekonomik aktörlerin algıladığı dünya iel gerçek dünyanın arasını açtıkça spekülatif bir balon oluşuyor. Balon her patladığında suçlular ulus-devletler tarafından ödüllendiriliyor. Vergisiyle bu sistemi besleyen sıradan ölümlü ise cezalandırılıyor. ABD ve Avrupa Birliği’nde kamu hizmetlerinin sürekli azaltılması bunun en somut neticesi.
Vatandaş OUT, müteşebbis IN
Aynı vatanı paylaşan, aynı soydan gelen, değer yargıları, inançları ortak olan insanların dayanışması, çoğulcu politik projeler yapması artık biraz… demode. Hele günlük zevk ve kazancından fedakârlık edip gelecek kuşaklar için çalışmak tamamen gericilik! Bunun yerine ulus-devletlerin doğrudan katılımıyla yeni bir vatandaş üretiliyor: Vatansız bir vatandaş, HER hareketi bir YATIRIM olan, kazanç ve risk hesaplayan müteşebbis vatandaş.
ABD’de yeni moda yasama şekli bu vatandaş üretimine uygun bir örnek: « Three strikes law ». işlediği suç ne kadar hafif olursa olsun üçüncü kez hakim karşısına çıkan biri ömür boyu hapse mahkûm edilebilecek. Yani hakim insanları yargılamıyor. Belli bir üretim planına göre hatalı yatırım yapanları (=suç işleyenleri) Piyasa’nın dışına çıkarıyor. Vicdan, iyilik, kötülük gibi kavramlar gereksiz. Kâr/zarar hesabı var. Şirketlerde geçerli olan tüccar zihniyetinin toplumsal hayata nüfuz etmesi, hatta diğer bütün zihniyetlerin yok edilmesi projesi bu. Piyasa’nın emrindeki Ulus-devlet bir vektör artık, bir enstrüman. Özgür ol! Bu bir emirdir! … Ama “özgürlük” dediysek… Piyasa’nın istediği gibi ol.
Kısaca söylersek… Liberal Totalitarizm kıskacındaki Avrupa ve ABD makbul vatandaşı yeniden “yaratıyorlar”. Adalet’in yerine kâr/zarar hesabı. Irkçılık, kadına karşı şiddet ya da sefalet ile mücadele için harcanan politik enerjiye bakın. Bir de telif haklarını korumak için harcanan enerjiye. Doğayı korumak için yapılan uluslararası baskıya bakın, bir de gümrük duvarlarını indirmek için yapılan baskılara, GATT’a, WTO, IMF ve Dünya Bankası’na.
Ulus-devlet’in MEŞRULUK krizi yaşadığı bu atmosferde ulus-devletler Piyasa’ya muhtaç. Eskiden olduğu gibi ticareti ve endüstriyi koruyan bir devlet yok. Devlet artık Piyasa’nın bir organı. Bu organ hem kendi faaliyetlerini Efendisine (=Piyasa) uygun biçimde gerçekleştirecek hem de “Liberal Özne” diyebileceğimiz makbul vatandaşı üretecek.
Nazilerin bir makbul vatandaş anlayışı vardı. Saçının renginden kafatası büyüklüğüne, aile hayatından politik tercilerine kadar tarif ediliyordu. 1000 yıl sürecekti “Üçüncü Reich” ve sipariş üzere inşa edilmiş bu makbul vatandaşların omuzlarında yükselecekti. Karl Marx’ın da bir “makbul işçi” tarifi vardı. Proleterya diktası ve sınıfsız toplumu işte bu “işçi ırkı” yüceltecekti. Fransız ihtilâli gibi. Makbul olMayan vatndaşları öldürerek “halkı adam etmişlerdir” Fransızlar; Boulogne Ormanı’nı cesetle doldurmuşlardır… Bütün totaliter rejimlerin bir makbul vatandaş tasavvuru olmuştur. Makbul olMAyana karşı ise en acımasız yöntemler kullanılagelmiştir.
Peki, liberal totalitarizmin makbul vatandaşı kimdir? Politik / çoğul hiç bir mesele ile ilgilenmeyen bir insandır. Yapacağı her fiilin maliyetini ve getirisini hesaplayan, buna göre karar veren birey. Kendi zararına ama toplumun yararına olacak hiç bir şey onu ilgilendirmez. Meselâ liberal bireyin ağaç dikmesi, yolda duran bir taşı kenara koyması ya da sadaka vermesi saçmadır. Çünkü liberalizmin rasyonalitesine göre başkasının iyiliği için kendinden fedakârlık yapmak aptalcadır. Bir yangından insanları kurtarmak için hayatını tehlikeye atmak da saçma bir yatırımdır liberalizme göre. Getirisi yok, riski büyük. “Liberal öznenin” oy vermesi de matematiksel olarak anlamsızdır. Çünkü oy vermeye giden seçmenin trafik kazası geçirmesi ihtimali iktidarı değiştirmesi ihtimalinden çok daha yüksektir. Geçen bölümde Alexis de Tocqueville’den bir alıntı yapmıştık, sadece “özne” meselesini hatırlatmak için küçük bir kısmını buraya alalım yeniden:
“…Yeni despotizmin neye benzeyeceğini hayal ediyorum. Birbirine benzeyen, “eşit” insanlar görüyorum küçük ve sıradan hazlar peşinde, hiç dinlenmeden kendi etraflarında dönüyorlar. İçlerini, ruhlarını dolduruyorlar bu hazlar ile.Her biri ötekilerle arasına bir mesafe koymuş, onların başına gelen şeylere kayıtsız, yabancı gibi. Çocukları ve yakın arkadaşları onun için bütün insanlığı teşkil ediyor. Kendi ülkesinin vatandaşları? Hemen yanındalar ama onları görmüyor. Dokunuyor ama neredeyse hissetmiyor. Sadece benliği var ve benliği için var. Elinde bir aile kaldıysa bile artık vatanı yok.Onun bu bireysel hazlarının sürmesini garantileyen devasa bir güç yükseliyor üzerinde…” (De la démocratie en Amérique, Amerika’da Demokrasi)
Evet, ekonomik sınırlar içinde gayet normal olan bir davranış biçiminden yani kâr etmek isteyen tüccarın mantığından bir ahlâk teorisi(!) üretince bu çıkıyor ortaya. Fakat bir fikir ne kadar saçma, akla, vicdana ne kadar aykırı olursa olsun defalarca tekrar edilince insanlara “normal” gelmeye başlıyor. Bir insan her gün sabahtan akşama kadar “ben bir kerevizim” derse ne olur? Bir hafta sonra yaprakları çıkmazsa bile kendisini biraz tuhaf hissetmeye başlamaz mı? Etrafındakiler, devleti, patronu, karısı ve çocukları ona kerevizmiş gibi davranırsa? Ulus-devletler işte bu kerevizleştirme sürecinin enstrümanı oldular… Hem de ikinci kez. Birincisi faşizm idi: 1930’larda Almanya, Fransa ve Türkiye’de “her Türk asker doğar” gibi zırvalarla beyin yıkanıyordu. O kadar ki bebekler üniforma ve silahla doğsalardı kimse şaşırmayacaktı. İkinci kerevizleştirme sürecinde siyasî propaganda bile özelleşmiş vaziyette, liberalizmin prensipleri icabı olsa gerek:
“Markaların çekim güçleri birbirlerini iptal etse de baskın olan ideolojik klişeler her reklamla biraz daha güçleniyor. Birer isteme makinesi haline getirilen tüketicilerin insanî değerlerinin yerini firmaların çıkarlarına uygun ORTAK (objektif) değerler alıyor.” (Ignacio Ramonet, Propagandes silencieuses)
Sonuç
“Liberal totalitarizm” terimi bir metafor ya da bir abartma değildir. Liberal totalitarizm eleştirisi basit bir kapitalizm eleştirisi ya da cimrilik, müsriflik, gösteriş vb nefsanî davranışların reddi de değildir. Liberal totalitarizm yeni bir totalitarizm şeklidir. Faşizm ve komünizmde ortak olan bazı vasıfları haizdir. Özellikle AB ve ABD’de somut biçimde hayata geçen bu ideoloji İnsan’ın adalet anlayışına ve cemiyetlerin politik yargı kapasitesine taliptir. Diğer totalitarizm türleri gibi İnsan’da ve Cemiyet’te sübjektif olanı reddeder, her şey para gibi objektif ve ikame edilebilir olur. Bu yönüyle pozitivist tabitatını da dışa vurmuş olur. Düşünmeyi hesaplamak zanneden bu ideoloji “adil” olanı “kârlı” olan ile değiştirir. Bunu uygulamak için ise mükün olan her vasıtayı kullanır: Para, Piyasa, ulus-devletler… Çünkü liberal totalitarizm konstrüktivist bir projedir. 1930’ların ulus-devletlerindeki toplum mühendisliği bu projenin enstrümanları arasındadır.
Max Weber’in dediği gibi:
“Hangi politik sınıfın muzaffer olacağı önemsiz. Bizi bekleyen bahar çiçekleri değil soğuk, karanlık bir kutup gecesi. Hiç bir şeyin olmadığı yerde sadece imparator değil proletarya da kaybeder […] Ahlâkî kaygıların yerini teknik/ticarî kaygıların aldığı bir dünyada yaşıyoruz. Vicdanların, inançların, kahramanlıkların ve mânâların yok olduğu bu dünyada akıl yok artık, hesap var. ” [Wissenschaft als Beruf – Politik als Beruf] (ing. Fr.)
Ancak Liberal totalitarizm’in zayıf bir noktası var. O da bütün totaliter projeler gibi Özne’ye muhtaç, yani faal insana. İdeolojisini benimseteceği, kerevizleştireceği ve kullanacağı insanlar olmazsa bu sistem de diğer totaliter rejimler gibi çökecektir. Çünkü totaliter olsun ya da olmasın, bütün siyasî sistemler, ideolojiler ve devrimler insanlar tarafından, insanlar için yapılır, onların “inancı” ile ayakta durur.
Bu bağlamda liberal totalitarizme direniş de Özne zemininde oluşaktır diye düşünüyorum. “Kapitalizme Hayır!” pankartı taşımakla, polisten cop yemekle bir yere varamayacağını idrak edecek olan iyi insanlar kerevizleştirme sürecini tersine çevirebilirler. Zira “İnsan nedir?” sorusuna verilen cevap her siyasî sistemin de çekirdeğini oluşturur. Evet… İnsan nedir?
- Bir kredi kartı numarası? Sadece “üreten/tüketen” ekonomik aktör?
- Polis veya ayıplanma tehdidi olMAsa da “üstün” değerler için ekonomik değerleri, hazları feda edebilen bir yaratık?
- Irkı, cinsiyeti, zenginliği ne olursa olsun her insanı kendisi gibi hak sahibi kabul eden bir hak sahibi?
- Adalet anlayışını ulus-devletlere, piyasalara endeksleMEyen, kabir ötesinde de Adalet bekleyen bir siyasî aktör ?
Tavsiye okuma
- Legitimation Crisis (Jürgen Habermas)
- The Disoriented State: Shifts In Governmentality, Territoriality and Governance (Bas J. M. Arts, Arnoud Lagendijk, Henk J. van Houtum)
- Left Legalism/Left Critique (Wendy Brown, Janet Halley)
- State, Power, Socialism (Nicos Poulantzas, Patrick Camiller and Stuart Hall)
- The Fiscal Crisis of the State (James O’Connor)
- Politics As a Vocation (Max Weber)
- Foucault and Political Reason: Liberalism, Neo-Liberalism, and Rationalities of Government (Andrew Barry, Thomas Osborne, Nikolas Rose)
- The Theory of Capitalism in the German Economic Tradition: Historism, Ordo-Liberalism, Critical Theory, Solidarism (Peter Koslowski)
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Etrafınızda “ben solcuyum” diyen kaç kişi var? Birgün Ya da Cumhuriyet Gazetesi, Türk Solu Dergisi okuyan? Yürüyüşlerde Marx, Lenin, Deniz Gezmiş ve Atatürk posterlerini yanyana taşıyan kişileri tanıyor musunuz? İşçi sendikalarında aktif rol oynayan dostlarınız var mı? Bu insanlar hasretle beklediğimiz sol muhalefeti kuramadılar bir türlü. Neden?
Marxist ve Marxçı (Marx’a dair ama marxist olmayan) miras ile yüzleşmedi Türk solcuları. Oysa Marx anlaşılmadan hiç bir sol projenin anlaşılmasına da imkân yok. Leninist, Stalinist, Maoist… Hatta Kuzey Avrupa’nın sosyal demokrat modellerini de çözemezsiniz. Marx’ın bıraktığı yerden devam edenleri anlamak için de gerekli bu okuma; dünya soluna bugünkü şeklini veren düşünürleri anlamak için: Rosa Luxemburg, Ernst Thälmann, Georg Lukács, Max Adler, Karl Renner, Otto Bauer, Walter Benjamin, Jürgen Habermas,… Buradan indirebilirsiniz.
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
2 Trackback(s)